11-13 Ekim tarihleri arasında Bursa'da yapılan II. Uluslararası Felsefe Kongresi'ni izleme şansını yakalayamasam da, kongreye katılmış olan Meksikalı araştırmacı ve profesör Gabriel Vargas Lozano ile tanışma şansını yakalayabildim.
Toplantı esnasında edilen sohbetlerde, şehrin de kendisine has bir felsefesi olması gerekliliğinden bahsedildi.
Şehrin felsefe sahibi olabilmesi için de medyanın bu gereklilikteki en önemli ayak olduğu anlatıldı.
Bursa şehrinin geçmişin derinliklerine uzanan tarihinden, geleceğe uzanan kolları arasında kendine özgü bir karakteri olmalıydı. Osmanlı'nın ilk başkenti olmasından da gerilerde kalmış ve pek de anlatılmayan bir tarihi vardı.
Bursa tarihi, Osmanlı'nın ilk başkenti olmasıyla başlamıyordu.
Şimdilerde bir sanayi şehrine dönüşmüş ve oldukça fazla göç almış bu şehir, kanserli hücreler gibi kontrolsüzce büyümekte idi.
Şehri büyüten insanların birbirleriyle olan iletişimsizliklerinden dolayı da yaşanan keşmekeşler kaçınılmaz oluyordu.
Şehir ve Felsefe işte tam da burada devreye girmeliydi.
Vargas'ın anlattığı işte tam da buydu.
Şehirler, küçük şehirlerin biraraya gelmesiyle oluşuyordu. Bursa'nın içinde de birçok küçük şehir vardı ve bu şehirlerin de kendilerini yansıtan karakterleri vardı. Lâkin biraraya geldiklerinde Bursa'ya özel bir karakter ortaya çıkartamıyorlardı.
Aslında felsefenin oluşması için pek çok enstrüman vardı da, niyeyse bunlar pek kullanılmıyordu.
Felsefe her zaman gözardı ediliyordu.
Oysa ki toplumları "dediğim dedikçiler" değil, karşısındaki kişileri de dinleyen, başkalarını da anlamaya çalışan, kendi doğrularının dışında da doğrular olabileceğinin bilincinde olan, gelmişe ve geçmişe saygılı ve sahip insanlar yönetmeliydi.
****
600 küsûr sene ömür yaşamış bir Osmanlı Devleti'nin ardından kurulan yaklaşık 90 yıllık Cumhuriyetimiz bulûğ çağındaki bir ergen halleri içinde olmalı ki, henüz toy ve karakteri tam oturmamış davranışlar sergiliyor.
Sanki daha saçını ne tarafa tarayacağından emin olmayan bir delikanlı gibi. Ya da sanki kendisine hangi renk elbisenin yakışacağını bilmeyen bir genç kız.
Hep birilerine özeniyor. Ya da hep birilerinden nefret ediyor.
Doğulu mu olsa, batılı mı olsa henüz karar verebilmiş değil. Bazen Avrupa'ya seğirtiyor, bazen Ortadoğu'ya. Bazen Uzakdoğu, bazen de Amerika'ya.
Bu "med-cezirlerle" zaman kaybederek kendi felsefesini oluşturamadığından dolayı yalpalamalar hâlâ daha devam etmekte.
****
Vargas'ın dediğine göre çocukların eğitiminde felsefe ne kadar önemliyse, ülkelerin varoluşlarında da felsefe aynı derecede önemli. Sonuç itibariyle ülkeleri oluşturan tek tek bireylerdir ve bu bireylerin sahip oldukları felsefe de o ülkenin yol haritasını belirler.
Karakteri sağlam temellere oturmuş bir kişi hangi meslekte olursa olsun öncelikle işinde ahlâklı olacaktır.
Dolayısıyla da yanlış yapılan her işin yanlışı doğurduğu gibi, doğru yapılan her iş de doğruyu doğuracaktır.
Ve Vargas diyor ki: "Her bireyin kendince bir felsefesi ve kendince gittiği bir yolu vardır".
Ne kadar doğru.
Düşünün bir, hiç ummadığınız bir anda, hiç ummadığınız bir kişinin filozofluğu sizi nasıl da şaşkınlığa uğratmıştır
Belki eğitim, belki yaş, belki zenginlik, belki de fakirliktir o filozofluğun oluşmasındaki etken. Her nasıl olmuş olursa olsun bu bilgelik, kişinin kendi içerisinde taşıdığı bir hazinedir.
Bakmayı, görmeyi ve anlamayı sağlayan bu hazine ile kişi bazen konuşmayı tercih eder, bazen de susmayı...
Filozof sözcüğü philos (sevgi) ve sophia (bilgelik) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Yani bilgeliği seven kişi anlamındadır.
Ya da belki sevmesini bilen kişi anlamında.
****
Hani sürekli toplumun bozulmasından şikayet ediyoruz ya; belki de bu, felsefeyi önemsemeyerek gerilere itip, cebimizi dolduracak meslekleri öne çıkarttığımız içindir.
Kişiliklerin değil de banka cüzdanlarının zenginleşmesinden dolayı bu kadar fakirizdir belki de.
Pek çok kişi için okullara dönüp felsefi eğitimleri almak artık bir hayli geç olsa da, kendisini geliştirmek isteyenler için vakit hiç de geç değil.
Vargas'ın medyaya vazife yüklemesindeki amaç da galiba esasen budur.
Okul çağı geçmiş insanlar okul sıralarında kitaplara gömülemeseler de, eminim ki en azından günde bir gazete okuyorlardır.
Okudukları bütün o yazılarda kendilerine farklı pencereler açılarak farklı manzaralar sunulursa göremediklerini görüp, düşünemediklerini düşünmeye başlarlar.
Yoksa sürekli yeren ya da sürekli öven yazılar yazmak ve onları okuyup kafa sallamak herzaman işin en kolayı.
Zor olansa zihnin karanlık zindanlarına ışık olabilmekte.
Ben'ce bu da ancak ruhun derinliklerine inerek, oradaki inciyi su yüzüne çıkartabilen filozofların işi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder