29 Ekim 2010 Cuma

Cumhuriyet'in anımsattığı

Küçücük bir beylikten muhteşem bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı Devleti, 600 küsur yıllık varlığının son günlerinde kurtlar sofrasında pay edilmekteydi.
Bir yanda savaşlardan bitap düşmüş bir halk, diğer yanda hazinesi boşalmış, borç batağında bir devlet. Sonuç olarak; itibarı elinden alınmış bir padişah ve artık eski gücü kalmamış, küçüldükçe küçülmüş bir imparatorluk...
İmparatorluğun halktan, halkın da imparatorluktan umudunu kestiği günler... "Osmanlı" tebaasından olmanın vasfını kaybettiği günler...
Yenilmiş ve ezilmiş bir halk, dağılmış bir ordu...
Ancak;
Artık "BİTTİ" denildiği anda açılan yeni bir sayfa, yazılan yeni bir tarih ve küllerinden doğan yeni bir devlet...
Bunu nasıl başardılar? Nasıl bir ruh oluşturdular ki onca yıkılmışlıklara rağmen, onca yokluklara rağmen her şeyin üstesinden gelebildiler... 
Kaybedecek bir şeyi kalmamış insanların can havliyle hayata tutunmaları mıdır yoksa bu?
Bu canlanmayı sağlayan, bu ateşi yakan kişi doğduğundan beri bu güne mi hazırlanıyordu? Hayatındaki bütün evreler onu adım adım bu yeni başlangıca mı getiriyordu?
"Mustafa Kemal" olmak O'nun kaderi miydi?
1923'de henüz 42 yaşında genç bir adamdı. Genç, kararlı, dinamik, ileriyi çok iyi görebilen, yenilikçi ve cesurdu... Birçok savaş görmüş, birçok memlekette yaşamış, farklı kültürleri gözlemlemiş, çok okumuş, çok dinlemiş, çok tartışmalarda bulunmuştu...
O; savaş meydanlarında askerî dehasını defalarca kanıtlamıştı da, şimdi onu tecrübeli olmadığı devlet adamlığı bekliyordu.
Gelişme, büyüme ve istikrarın sağlanması için, uluslararası ilişkilerde rejimin niteliğinin ne olduğu sorununun çözülmesi için, öncelikle ideal yönetim şeklinin tam olarak belirlenmesi ve kabul görmesi gerekiyordu.
Mustafa Kemal yeni yönetim şeklinin Cumhuriyet olmasını uygun buluyordu. Bunu arkadaşları ile paylaşarak gereken yasa tasarısını hazırlattı ve yapılan oylamalar sonucunda devletin yönetim şeklinin "Cumhuriyet", devletin adının da "Türkiye Cumhuriyeti" olmasına karar verildi. Böylece 29 Ekim 1923'den Cumhuriyet ilân edildi.
Kurtuluş Savaşı'nın askerí ve siyasí zaferi, Cumhuriyet'in ilânı olmuştur.
Yüzyıllardır süren bir padişahlık düzeninden sonra bambaşka bir düzene geçebilmek, bu düzen içinde var olabilmek, gelişip büyüyebilmek, her alanda ilerleyebilmek inançsız ve güvençsiz insanların yapabileceği bir şey değildi...
Atatürk'ün açtığı bu yolda topyekûn bir mücadele veren, silkelenip üzerlerindeki ataleti atan, yeni kurdukları vatanlarının devamlılığı için durmaksızın çalışan bu halk müthiş bir başarı göstermiş ve Cumhuriyetin ilk on yılına eşsiz zaferlerle girmişti.
Onların ilk senelerde gösterdikleri o heyecanlı büyümeyi bizler devam ettirebildik mi?
Onlar yurdu demir ağlarla ördüler de, biz o ağları ne kadar geliştirebildik?
İlk on yılın hızıyla devam etmesi gereken o gelişmeler nerelerde durakladı, nerelerde geriledi? Heyecanımızı ne zaman kaybettik? Balayı ne zaman bitti?
Ben kendi adıma; Onuncu Yıl Marşı'nı coşkuyla söylemeyi dahi içime yeterince sindiremiyorum. Bunu hak ettiğimi düşünmüyorum.
O marş, ülkeyi onuncu yıla başarıyla getirmiş olanların marşıdır.
Bizler o marşı sadece özel zamanlarda coşmak için söylüyor, tempo tutuyor, sonra da unutuyoruz. Ne öncesi var, ne de sonrası...
Aslında köklerimiz 700 yıl öncelerine kadar uzansa da sadece 87 yıllık toy bir devletiz biz. İçeriden ve dışarıdan yıkmaya çalışanların niyetlerinden asla vazgeçmedikleri bu devlet, her türlü zorluklara ve tahriklere rağmen hâlâ daha ayakta kalmayı başarabiliyorsa eğer, bunu sağlam temeller üzerine inşaa edilmesine borçludur diyebiliriz.
Kurtarılması ve kurulması için çok büyük bedellerin ödendiği bu vatana sahip çıkmak, yaşatmak ve yüceltmek hepimizin birinci vazifesidir...
Kurtuluş ve kuruluş aşamasında en küçüğünden en büyüğüne emek veren, can veren her vatan evládına vefa borcudur...
Bunu hiçbir zaman unutmayalım, unutturmayalım.
Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!

27 Ekim 2010 Çarşamba

Özgürlük ama nereye kadar?

Güzel bir eviniz olsun, içinde güzel eşyalarınız olsun, evinizde her yer pırıl pırıl olsun istersiniz değil mi?
Balkonlarınızdan taşan, görenin hayran kaldığı, çeşit çeşit, rengarenk çiçekleriniz olsun, karşılarında keyifle akşam çaylarınızı için. 
Konforlu bir arabanız da olsun. Şöyle ısıtmalı deri koltukları olan, içinde son sistem ses düzeneği olan, yol bilgisayarı olan... Tavanı da açılır olsun hatta.. Güzel havalarda küfür küfür gezersiniz...
Yürüyüşe çıktığınızda size eşlik edecek cins bir köpeğiniz de olsun. Zincirinden tutup birlikte koşabileceğiniz havalı mı havalı bir cins olsun hem de... Görenin gözü üzerinde kalsın...
Harika bir ses sistemi alın evinize. Filmleri izlerken sinema salonundan farksız olsun eviniz. Müzik dinlerken kendinizden geçin, sesi sonuna kadar açın, açın ki dinlediğiniz müziğin keyfine iyice varın...
Peki;
O güzel arabanızla güzel güzel gezerken burnunuzu sildiğiniz peçeteyi ne yaparsınız siz? Arabanızın içinde çöp olmasın diye pervasızca pencereden mi savurursunuz? Nasıl olsa sokaklardan siz sorumlu değilsiniz...
İçtiğiniz sigaraların izmaritleri de arabanın küllüğünde koku yapıp sizi rahatsız edebilir, onları da dışarıya fırlatın gitsin. Birkaç tane izmaritin kime ne zararı olacak canım... Atın işte, kime ne!
Otoparklarda ya da caddelerde park ederken de lütfen en geniş yer size ait olsun. Arabanızı çizgiler içine yerleştirmek için hiç uğraşmayın. Bırakın öylece kalsın. Diğerleri nasılsa bir yer bulurlar kendilerine. Sizden ve sizin arabanızdan daha önemli değiller nasılsa...
Köpeğiniz ne kadar da şirin değil mi? Tuvalet ihtiyacı için günde bir kez birlikte dışarıya çıkmanız gerekiyor...
Size de yürüyüş oluyor hem, hem hayvancık ihtiyacını gideriyor. Hayvan bu, isterse yol ortasına yapıyor, isterse bir kapı önüne, isterse çocukların oynadığı bir alana. Bu durumdan siz mesul değilsiniz tabii ki,  bırakın canı nereye istiyorsa oraya bıraksın bırakacağını. Sakın arkasından toplayayım, temizleyeyim diye düşünmeyin. Hani belki çocuklar üzerine basar, belki bir mikrop bulaşır, oradan oraya taşınır. Yok yok, olmaz öyle şeyler...
Aman canım sen de, hem ne olacak minicik bir şeyden...
Eviniz ne kadar da temiz, tek bir çöp dahi yok. Halılarınız da pırıl pırıl. Silkelenince böyle güzel parıldıyorlar galiba. Rahat rahat silkeleyin siz halılarınızı balkonlardan, hiç gerek yok alt kat komşunuzun çamaşırlarını düşünmeye.
Evinizde çöp de tutmayın. Koyun kapınızın önüne. Nasılsa kapıcı alır. O alana kadar da akan pis sular sizin evinizi içine akmıyor ya, boş verin gitsin...
Balkonlarınızı da yıkayın bol suyla, şöyle etraflıca, duvarlarından taşırta taşırta. Eee, ne demişler; Temizlik imandan gelir…
Balkondaki çiçeklerinizi de sulayın rahat rahat. Hiç dikkat etmeyin akan topraklı suların nereye gittiğine... Merak etmeyin, komşularınızın sesi çıkmıyor nasılsa. Hem çiçek sevmek kötü bir şey mi canım!
Siz film izlerken, müzik dinlerken diğerleri evlerinde konuştuklarını bile duyamıyorlarmış, sizi niye ilgilendirsin değil mi? Hem onlar da müzik dinlemiş oluyorlar aslında, ne kadar da güzel bir şeye vesile oluyorsunuz. Onlar da hiç anlamıyorlar sizi, ne yazık...
Hem size kim karışabilir ki? Özgürsünüz davranışlarınızda, ne isterseniz yapabilirsiniz...
****
Öyle mi gerçekten de?
Siz her istediğinizi yaparken insanların üzerine mi basarsınız hep böyle? Düşünmez misiniz ki sizden başkaları da var bu dünyayı paylaştığınız. Farkında değil misiniz kendi özgürlüğünüzü yaşarken başkalarınınkinden çalıyorsunuz? Hiç mi okumazsınız, hiç mi kendinizi geliştirmezsiniz? Pahalı ürünlere sahip olmuş olmakla her şeyin hallolduğunu mu düşünürsünüz? Niçin edindiğiniz her şeyle kendi ruhunuzu da bir adım yükseltmezsiniz?
Niçin geldiğiniz yere yakışmazsınız?
Ya da,
Niçin yakıştığınız yerde kalmazsınız?
Çalışıp kazanmak, edinmek, hayat standartlarını yükseltmek elbette ki herkesin en doğal hakkı. Üstelik de takdir edilecek bir durum. Buna kimsenin diyecek bir lafı olamaz. Emeğe sonsuz bir saygı
olmalı...
Bunların dışında olması gerekense; hayat standartlarını yükseltirken insanlık standartlarını düşürmemek.
Samimiyeti, iyi niyeti, hakkaniyeti, insancıllığı kaybetmemek. Önce kendimize, sonra çevremize saygı göstermek...
Çevremize yararlı bir insan olamıyorsak da en azından zararsız olmayı başarabilmek...

21 Ekim 2010 Perşembe

Unutulmayan Dostluklar

Liseyi bitirdiğimiz senenin o son gününü ne kadar da hazin yaşamıştık.
İlkokulu bitirirken okulunun en büyükleri olan bizler, yeni okulumuzun en küçükleri olarak orta öğrenim hayatımıza başlamış ve altı yıl boyunca zaman zaman farklı sınıflarda da olsak hep birlikte büyümüştük.
Çoğumuz ilkokuldan beri bir aradaydık. Farklı okullardan gelenlerle de kısa zamanda kaynaşmıştık. Artık bizler Karacabey Liseliydik...
O altı yıl içinde birbirimize o kadar alışmıştık ki, sanki hayatımız hep bu okulda geçecek, okul hayatı ve öğrencilik hiç bitmeyecek zannederdik. Hayatımızın yavaş geçtiği yıllardı. Yaz tatilleri uzun, okul dönemleri uzun, günler-geceler upuzundu.
Gün gelip de bunların biteceğini anladığımızda artık son bir ayımıza girmiştik. Geri sayım başlamıştı. Bir daha bu okulda öğrenci olamayacaktık. Bir daha her sabah yürüdüğümüz bu okul yolunda yürüyemeyecektik. Bir daha bu teneffüs zilini duyamayacak, bu bahçede dolaşamayacaktık.
Ne derse geç kalma koşturmacası, ne sınav heyecanı, ne sözlüde karakaplıdan adının okunma korkusu, ne koridorlarda volta atmak, ne tebeşir tozuna bulanmış sınıflar, ne maçlar, ne tezahüratlar...
Öğretmenlere sınav erteletmeye çalışmalar, sınavlarda sınıf ortalamasının üzerinde not alanları düzen bozdukları için şaka yollu cezalandırmalar, sınav sonuçlarının açıklanması için sabırsızlanmalar, kış günleri henüz hava aydınlanmadan yollara düşmeler, okul bahçesinde zil çalana kadar soğukta bekleşmeler, baharda neşe dolu okul yolu sohbetleri…
Hepsi bitmişti işte.
Üniversiteye gidecek olanlar farklı şehirlere dağılacak, kalanlarsa ya kendi işyerlerinde ya da başka bir yerlerde çalışmaya başlayacaklardı.
Artık çocukluk sona ermişti.
Gerçek hayat şimdi başlıyordu.
Yıllar içinde bazı yakın arkadaşlar birbirlerinden kopmamışlar, görüşmelerine devam etmişlerdi. Birbirlerinden kopanlar içinse o günler silik hatıralar olmaya başlamıştı. O anıları canlandırmak, o günleri geri getirmek mümkün müydü?
Kim neredeydi, ne iş yapıyordu, ne olmuştu, yeniden bir araya gelinir miydi?
İletişimin bu derece gelişmiş olduğu bu dönemlerde birbirimizden bu kadar bîhaber olmamız garip değil miydi?
Birlikte büyüdüğümüz onca insan birbirini unutmuş olamazdı.
Bu fikrin oluşmasıyla gerçeğe dönüşme aşaması arasında çok da fazla bir zaman geçmedi.
Son derece hızla toparlandık ve o heyecanı tekrar yakaladık.
Sanki aradan o kadar zaman geçmemiş, onca şey yaşanmamıştı. Sanki boyumuzdan büyük çocuklarımız olmamış, sanki her şey bıraktığımız yerden hiç devam etmemiş, öylece kalakalmıştı.
Kırklı yaşlarını bitirmekte olan bizler,  birbirimizi görünce henüz yirmilerine gelmemiş gençlere dönüşüvermiştik.
Bedenlerimiz biraz eskise de o enerji ve o ruh hala capcanlı yaşamaktaydı.
Yaşadığımız hayatlardaki sıfatlarımızdan arınmış halde kucaklaştık birbirimizle. Onlarda çocukluğumuz vardı, gençliğimiz vardı. Ailelerimizden daha çok zamanları onlarla paylaşmıştık.
Hiçbir sıfat bu geçmişi aşamazdı.
Öğretmenlerimiz de en az bizler kadar heyecanla katıldılar aramıza. Küçücük çocuklardan yetişkin büyüklere dönüşmemizde büyük katkıları olan, bizlere okul müfredatı dışında da eğitim veren, hayat veren, ufuk açan öğretmenlerimiz bizi burada da yalnız bırakmıyorlardı…
Okulun o son gününün üzerinden geçen oldukça uzun bir zamandan sonra, neşeyle ve coşkuyla okul bahçesinde tekrar top peşinde koşturmak, yine okul yolunda, yine okul bahçesine olmak, aslında geçenin sadece zaman olduğunu, bizlerin içindeyse değişen hiçbir şeyin olmadığını gösteriyordu.
Temeli sağlam olan her şey gibi, tertemiz başlayan o arkadaşlıklar geçen zamana yenilmemiş, sapasağlam ve taptaze ayakta kalabilmişlerdi.
Bitmesine üzüldüğümüz o güzel günler geçmişimizden birer hazine olarak bize geri dönmüşler, bizleri sıcacık sarıp sarmalamışlardı...

19 Ekim 2010 Salı

Pazar yerleri

Pazar yerlerinin o canlılığına, o tazeliğine, o çeşitliliğine hayran olanlardan birisi de benim.
Tezgâhtan tezgâha birbirlerine laf atan pazarcı esnafı, alacağı ürünü acaba bir 50 kuruş daha ucuza bulabilir miyim diye pazarı alt üst eden insanlar, hangisinin kılçıklı hangisinin kılçıksız olduğunu ayırt edebilmek için fasulyeyi çıt diye ortadan ikiye bölenler, pazarcının müdahalesine rağmen domatesler sert mi yumuşak mı diye kontrol ederken domatesçiklerin canını fazla yakan, kendisinden sonraki alıcıya cıvık domatesler bırakanlar, karpuzun iyisini anlamak için karpuzu avuç içiyle şaklatanlar, tazecik yeşillikler...
Rengarenk görsel bir şölen sanki pazarlar. Bütün tezgâhlarda ne var ne yoksa hepsini alma arzusu uyandırıyor insanın içinde.
Balıkçı esnafı muhabbetleriyse bir başka renkli...
Solungaçları dışarıya çıkartılmış, yan yana yatırılmış onlarca balık.
Yapılan pazarlıklar, hemen oracıkta temizleniveren balıklar, diğer balıkçılara atılan laflar. O laflar ki yaz akşamları sandallarla balığa çıktığımızda sandaldan sandala yapılan atışmaları hatırlatıyor bana.
"Gelene bak gelene, hey maşallah, derya kuzusu bunlar deryaaaaaa!!"
Bu arada; balıkçının hemen karşısındaki tezgâhtan roka, marul almadan geçmeyelim.
Balıkçı önündeki bu alışverişleri izlerken bir anda çocukluğuma dönüyor ve kendimi Karacabey Hali'nde buluyorum.
Uluabat Gölü'nden gelen muazzam büyüklükteki balıklar önümde yatıyor. Nasıl da kocamanlar ya rabbim! Hele de ben küçücük bir kız çocuğu iken onların hepsi dev gibi birer canavarlar sanki. 
Canlılar da üstelik. Uzun uzun bıyıklarını oynatıyorlar, görüyorum.
Bazı balıklarsa içi su dolu varillerde yüzmekte.
Bildiğim kadarıyla oradaki canlı balıklar genellikle ya göl balıkları ya da dere balıkları olurdu, deniz balıkları varilde yaşamaya bu kadar dayanamazlardı...
Dere balıkları deyince hemen bir başka sıçrama oluyor zihnimde. Bir Yeniköy dönüşümüzde dere kenarından satın aldığımız büyükçe bir balık ve onun pişirilme hikâyesi düşüyor aklıma.
Eve getirdiğimizde hala daha canlı olan hayvanın ölmemesi için onu devamlı ıslattığımı hatırlıyorum. Sanki yenmek için değil de akvaryumda beslenmek için alınmış muamelesi görüyor balık benim elimde. Tabii sonunda makus kaderine yeniliyor.  
Küle bulanmış ellerle derisi sıyrılıyor bir çırpıda, içi temizleniyor, fırında pişiriliyor ve afiyetle yeniliyor.
Ziyafetin sonunda dere ya da göl balığının lezzetini sevmediğime bir kez daha karar veriyorum. Tuz kokan, yosun kokan, deniz kokan balıklar bir başka...
Zamanda yaptığım bu kısa yolculuğun ardından tekrar pazara dönüyorum.
Kadınlar bedava veriliyormuş gibi giyim tezgâhlarına üşüşmüşler.
Satıcılar mallarını bitirebilmek için kıyasıya bir savaş vermekte. Hemen oracıkta tişört üzerine deneniveren elbiseler, saçlara takılan tokalar, küçük kesilmiş bir karton parçası üzerinde ayağa geçirilen ayakkabılar, terlikler...
Penye bir tişört beğeniyorum.
-Fiyatı nedir?
-7.5 lira abla!
-İki tane alırsam 5 liradan olur mu?
-Seni mi kırcam abla!
-Ya üzerimde iyi durmazsa değiştirir misin?
-Giymeden getirirsen değiştiririm tabi abla!
Bu muhabbetler, bu pazarlık etmeler pazarın keyfi, pazarın raconu. Bunu müşteri de bilir, satıcı da. 
İki taraf da hallerinden memnun ayrılırlar bir dahaki haftaya kadar...

16 Ekim 2010 Cumartesi

Teknoloji

Başka başka zamanlardayız artık.
Kablosuz hayatlardayız.
Hayal bile edemeyeceğimiz yenilikleri, doğduğumuzdan beri kullanıyormuşuz ve çok sıradanmış gibi hemen nasıl da kabul ettik. Nasıl da hemen benimseyip sevdik!
Postanede santralden bağlanarak yapılan görüşmelerden, dünyanın diğer ucuna bir saniyede ulaşan cep telefonu mesajlarına ne kadar da çabuk geçiverdik. Zıplaya zıplaya gidiyoruz sanki. İşin ucu da mı kaçtı ne?
Konuşmalarımız bile bir farklılaştı. Konuşurken birbirimize “mail forward” etmekten söz eder olduk. “Linkler, copy-paste”lar dolandı dilimize. Kandilimizi, bayramımızı bir ‘Tık’la kutlar olduk. Yemekler dahi bir ‘Tık’la kapımıza geliyor.
Bu gelişmeler içersinde kendi farkımızı ortaya koyabiliyor muyuz diye düşünüyorum çok zaman. Mesela başka insanlar tarafından yazılmış "ağdalı paket kutlama mesajlarını" yollamakla görevimizi yapmış olmanın rahatlığını mı yaşıyoruz?  “Bayramın kutlu olsun İsmail Abi” demenin samimiyeti varken, bu hazır mesajlarla kimin gönlünü aldığımızı zannediyoruz?
Oysa ki; “Hayırlı kandiller Ayten Abla, ellerinden öperim” demek bu kadar zor olmamalı. Kişiye özel davranışlarla mutlu edebiliriz karşımızdakini. Genel davranışlarla ise sadece kendimizi.
Yazıya başlarken sözünü ettiğimiz kablosuz iletişimin, esasen insanlar arasındaki doğru enerji aktarımından daha kuvvetli bir iletişim yolu olacağına inanmıyorum.
Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, nihayetinde teknolojiyi kullanan insan olduğu için her şey insanda kilitleniyor.
Yolladığımız telefon mesajlarında seçtiğimiz kelimeler bile bizi anlatıyor. Doğru yerde kullanılan bir noktalama işareti söylemek istediğimizi daha da güçlendirebiliyor. 
Noktalama işaretlerinden nasibini almamış yazıları anlamakta ziyadesiyle güçlük çekiyorum. Yazı nerede başlamış, cümle nerede bitmiş, gel de çık işin içinden...
Yazıyı okurken bir yandan da yazanı tanıdığım kadarıyla ne söylemek istediğini tahmin etmeye çalışıyorum. Ne kadar edebiliyorum, bilemem.
Konuşurken ses tonumuzla yaptığımız vurgulamalar yazarken yapılamadığı için anlatmak istediğimizi yazıya dökmek ve karşı tarafa doğru aktarmak biraz maharet istiyor.
Sesli harfler kullanılmadan yazılan yazılar içinse diyecek tek kelimem var; Tasarruf..!
Tasarruf hem telefon faturasından, hem de harflerden. Daha az harfle daha çok şey yazabilmek ve bu yazılanları anlayabilmek bu çağın maharetidir ve takdir edilesidir.
İletişim çağında sonsuz sayıda kişilerle sosyalleşebiliyor iken bir yandan da kendi başımızalığımız artıyor deniliyor yapılan araştırmalarda. Bu söylem bizim nesiller için pek de geçerli değil diye düşünüyorum.
Bizler ilk önceliği her zaman bire bir ve yüz yüze muhabbetlere tanırız.  Temelimiz böyle atılmış, böyle görmüşüz, böyle büyümüşüz. Karşılıklı içilen kahvelerin, yüz yüze yaşanan sohbetlerin keyfine tanıklık etmişiz.
Çocukluğumuzda annelerimiz bizi “müsaitlerse” onlara gideceğimizi söylemek için komşu teyzelere yollardı. Biz de gideceğimiz evin ‘Çocuklu ev’ olmasını şart koşardık.
Çocuksuz ev ise gidilecek yer, gitmek istemezdik. 
O misafirlikte yanan sobanın üzerinde mis gibi kokan çayla birlikte demlenen sohbetler dinlerdik. Anlatılanların büyüsüne kapılır, çok zaman o sohbetler eşliğinde kendimizden geçip bir kenarda uykuya dalardık.
İşte bütün bunları yaşamış nesillerin yalnız kalmaları pek mümkün gelmiyor bana. 
Ruhumuzun anlaştığı kişilerle sohbet mekânlarımız bazen evimizin mutfak masasının çevresi, bazense yeni moda kahve evlerinin rahat koltukları oluyor.
Teknolojiden uzak olduğumuzu sandığımız bu zamanlarda dahi çalan telefonlar, gelen mesajlar, bizim yine de her şekilde teknolojinin içinde yer aldığımızı ve artık onsuz olamayacağımızı yüzümüze vurmakta.
Memnun değiliz dersek yalan olur...

Sosyal Medya ve Dijital Dünya Yazılarım
Teknoloji / 16 Ekim 2010
İnternet Çocukları / 10 Mayıs 2011
Kaset sardı! / 3 Ağustos 2011
Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?
 / 7 Nisan 2012 
Teknolojik Kutlamalar / 18 Ağustos 2012
Her çıkışın var inişi / 16 Ekim 2012
Dijital Teşhir Çağı / 19 Ekim 2012
İnternet Çocukları ‘TIK’ladı / 2 Haziran 2013
Star Wars ‘OUT’, Siber Wars ‘IN’ / 28 Eylül 2013
İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!
 / 17 Ocak 2014
Ey ahali, bir bakın buraya!
 / 30 Ocak 2014
Yasaklara uyalım, uymayanları sallandıralım! / 8 Şubat 2014
Sosyal Medya Çöplüğü / 29 Mart 2015
Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe / 12 Nisan 2015
X, Y ve Z’nin değerlerini bulunuz
 / 24 Mayıs 2015
Facebook Mezarlığı / 22 Temmuz 2015
Duyarsız Duyarlı / 12 Eylül 2015
Takdir alsan ne yazar / 27 Ocak 2016
Like and Share
 / 2 Şubat 2016
Zaytung dükkânı kapatsın! / 3 Mart 2016
Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor
 / 23 Mart 2016
1. Robot Kaynakları Zirvesi ne zaman abi? / 1 Haziran 2016
Ne çektin be dostum!
 / 3 Haziran 2016
Dış çekim şeysi / 2 Ekim 2016
Çuvaldız Lazım Çuvaldız!
 / 24 Aralık 2016
Ey inananlar, korkmayın!
 / 9 Ocak 2017
İnternetime dokunanı buldum! / 25 Ağustos 2017
Roadster’ı alan Üsküdar’ı geçti / 7 Şubat 2018
Dijitalleşmeye Mecburuz! / 14 Kasım 2018
Bugünün Ötesi Neresi? / 31 Ekim 2018
Öğretmenler, dünya koptu gidiyor! / 22 Kasım 2018
‘Misinformation’larınızı kendinize saklayınız / 2 Aralık 2018
Kozan Demircan ile Geçmişten Geleceğe / 13 Aralık 2018
ZOOM’dan ZONK’a / 13 Mayıs 2020
Eyyy Sosyal Medya! / 2 Temmuz 2020

14 Ekim 2010 Perşembe

Siz de hayvan sevenlerden misiniz?

Evde kedi-köpek-kuş bakmayı sever misiniz?
Hayvansever misiniz diye sormuyorum...
Hayvanseverim diyenlerin hamam böceğinin, örümceğin, yılanın da hayvan olduğunu düşünüp aynı özenle onları da seveceğini düşünmüyorum çünkü. Onlar için hayvansever olmak birkaç hayvan türüyle sınırlı. Adı böyle konmuş, artık değişmez...
Biz evimizde yaklaşık beş senedir tekir bir kediyle yaşamaktayız. Henüz on günlüktü aldığımızda. Cıyak cıyak bağrışan, avuç içine sığacak kadar minik olan, sahipleri tarafından dört kardeşin bir kutuya konularak çöpe atıldığı bir güzellikti o. İlk eve geldiğinde ne onun ne de bizim ne yapacağımızı bilemediğimiz bir candı.
Lise yıllarımda da kedim vardi, tecrübeliydim kim sorarsa. Dışarısıyla bağlantısı olan, iki katlı müstakil bir evimiz vardı. Kedim arka bahçelerde istediği gibi dolaşırdı. Tuvalet ihtiyacı için bizim bir şey yapmamıza gerek yoktu. Öyle bir şey de bilmiyorduk zaten. 
Şimdi apartman dairesinde kediyle yaşamaya başlayınca anladık ki tuvalet ihtiyacı için özel bir kutuya ve kuma gerek varmış. 
Evde pişen yemeklerden arta kalanlarla beslenirdi benim daha önceki kedim. Ne verirsek onu yerdi. Öğlenleri okuldan geldiğim gibi kasaba koşturur ciğer alırdım ona. Ben bir yandan ciğeri parçalara ayırmaya çalışırken o da bir yandan yemeye çalışırdı. Bir yandan da, sanki o ciğeri ona getiren ben değilmişim gibi bana kafa tutardı.
Şimdiki zamane kedisiyse kuru mamadan başka bir şey yememekte.
Evde ciğer pişer, balık pişer, köfte pişer. Pişer de; bizimki kedi olup hiçbirisine de mi miyavlamaz. Canı da mı çekmez? İçgüdüleri de mi yoktur? Hiç mi cezbolmaz bunlara? 
Mamasının markasını dahi değiştiremeyiz, anında tepki verir ve evin içinde hiç ummadığım yerde hiç ummadığım şeyler görebilirim...
O da haklı; bize geldiğinden beri başka hiçbir kedi görmedi. Annesinden bu kadar bebekken koparılmayıp, birlikte biraz daha yaşasaydı belki bazı şeyleri öğrenirdi. 
Yıllardır gördüğü sadece bizleriz. 
Sosyal hayatı balkona gelen kargalarla ve serçelerle bakışmaktan ve arada onları kovalamaktan öte değil. 
Ha bir de, zaman zaman sinek kovalıyor. Evin içinde minik böcekleri takip ediyor. Her seferinde de onları yakalayamayıp ıskalıyor. Avcılık içgüdüsü de yok olmuş galiba. Arada pusuya yatıp avlanma pozisyonları alıyor lakin devamı gelmiyor.
Sevgili kedimiz evimizde son derece güven içerisinde yaşıyor. Yemek için hiçbir mücadele vermiyor. Bunların bedeli olarak da hep yalnız.
Yalnızlığından şikayetçi mi bilinmez. 
Kanımca kendi cinsiyle yaşanan bir sokak hayatını bilmediği için bilmediği bir şeyi de özlemiyor.
Sürekli sevildiği için sevgi açlığı da çekmiyor. 
Sokaktaki bir kediye minik bir dokunuş bile onun sizden ayrılmamasına, sırnaşmasına neden olurken, bizim fazlasıyla tok gözlü kedimizin gönlünü yapabilmek için biraz daha fazla çaba göstermemiz gerekiyor.
İnsanoğlu da böyle değil mi?
Daha az imkânlara sahip bir ailenin çocuğuna alınan normal bir ayakkabının o çocuktaki sevinç etkisiyle, daha rahat imkânlara sahip bir ailenin çocuğuna alınan normal bir ayakkabının beğenmezlik etkisi aynıdır.
Bizler sahip olduğumuz hayatı son derece normal bulup şükretmeyi unutuyoruz. Şükretmek bir kenara, birçok kişinin özendiği o hayatı beğenmezlik edip daha da üstlere tırmanmaya çalışıyoruz. Tırmandıkça ulaştığımız o noktayı da kanıksıyoruz. Bir kısır döngü içerisinde kendi kendimize mutsuzluklar üretiyoruz.
"Yaşamak için para lazım ama para için yaşamamak lazım" diye düşünenlerdenim.
Kimseye muhtaç olmadan yaşayabiliyor olmak en büyük lüks diye düşünenlerdenim.
Bu tüketim dünyası içinde hiçbirimiz artık TAMAM değiliz. Hep bir şeylerimiz eksik. Hep almamız gereken bir şeyler var. Daha çok, daha yeni, daha daha daha derken iş çığrından cıkıyor...
Göz görmeyince gönül katlanacak da, gözün görmemesi de mümkün değil. Görünce almamaya dayanmak çok zor. 
Alış-veriş çılgınlığı dediğimiz durumdan ekmek yiyen epey büyük bir kitle var. Onlar da o çılgın insanları dört gözle beklemekteler...
Artık kaçacak yerimiz yok galiba.
Bakın kediden başladık nerelere geldik...

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022

12 Ekim 2010 Salı

İzlenimler

Zaman zaman çıktığım yürüyüşlerde ya da şehir içi toplu taşıma araçlarında insanları gözlemlemeyi seviyorum.
Elips şeklindeki yürüyüş yolumuzda defalarca dönerken bir yandan da yanlarından geçtiğim kişilerin konuşmalarına şahit oluyorum.
Bazıları memleket meseleleri hakkında tartışmaktalar. Bazılarının konusu aile ilişkileri.
Kayınvalidelerinin her şeye karıştığından yakınan gelinler mi istersiniz,  gelinlerinin kendileri gibi becerikli ve marifetli olmadığından yakınan kayınvalideler mi... 
Memleketi kurtarmak için ekonomiden siyasete kıyasıya tartışanlar, birbirlerine yemek tarifi verenler, her şeyden şikayet edenler, her şeyi çok sevenler...
Genellikle kadınlar gezmeye giderken ne giyeceklerini, mağazaların vitrinlerini süsleyen kıyafetleri, ayakkabıları anlatmaktalar. Çocuklarından yakınan anneler, çocuklarının başarılarını gururla anlatan anneler, çocuklarını okula götürürken çocuğu ile sohbet eden anneler...
Hepsinden kulağıma çalınan bir şeyler var. Aralarındaki konuşmaların birkaç kelimesinden bile kafamda bir şeyler oluşuveriyor. Hayatları canlanıyor gözümde. 
Neler yaşadılar bunca zaman, nasıl büyüttüler çocuklarını, ne meşakkatli yollardan geçtiler kim bilir diyorum.
Metroyla ya da otobüsle yolculuk yapmak da çok eğlenceli gelir bana her zaman.
Duraklarda inenler, binenler ve sürekli değişen bir yolcu profili. Telaşlı telaşlı koşuşturarak işine yetişmeye çalışan kişiler, kulaklıklarını takmış müzik dinleyerek kendi dünyalarında yolculuk eden öğrenciler.
Onları izlerken gözüme batanlar da az değil hani.
Gruplar halinde metroya binen öğrencilerin etraflarındakilere aldırmadan son derece gürültülü-patırtılı, taşkın davranışları, çalan telefonunu cevaplarken sanki yanında kimse yokmuşçasına rahat ve oldukça yüksek sesle uzun uzun konuşanlar, yan yana oturanların bitmek bilmez sohbetleri ve bu sohbetleri mecburen dinleyenlerin yüzlerindeki sıkıntı ifadesi.
Bu arada; bana komik gelen bir düzensizlikten söz etmeden geçemeyeceğim.
Caddede karşıdan karşıya geçmek için kırmızı ışıkta bekleyenler.
Herkes durduğu yerin sağında yer alıp beklese aslında bu komik durum hiç ortaya çıkmayacak. Fakat herkes tek sıra halinde dizilince benim aklıma hemen birbirine saldırmaya hazırlanan ordular geliyor. Biraz sonra yayalara yeşil yanınca herkes birbirinin üzerine yürüyecek. "Malazgirt Meydan Muharebesi" tadında bir bekleyiş. Yeşil yanıyor! Kılıçlar çekilsin! 
Allah Allah Allah Allah!
Nihayet ordular birbirlerine çarpa çarpa karşıya geçebiliyorlar. Zayiat yok. Hatta sanki o muharebeye katılan onlar değilmiş gibi kayıtsızca her biri bir tarafa dağılıveriyor. Oyun bir dahaki yeşile kadar sona erse de yeni oyuncular tek sıra halinde hemen yerlerini alıyorlar.
Aynı şeylerin sürekli tekrarlanması her ne kadar içinde yaşayanlar tarafından fark edilemese de, dışarıdan bakıldığında epey eğlenceli olduğu bir gerçek.