Pazar yerlerinin o canlılığına, o tazeliğine, o çeşitliliğine hayran olanlardan birisi de benim.
Tezgâhtan tezgâha birbirlerine laf atan pazarcı esnafı, alacağı ürünü acaba bir 50 kuruş daha ucuza bulabilir miyim diye pazarı alt üst eden insanlar, hangisinin kılçıklı hangisinin kılçıksız olduğunu ayırt edebilmek için fasulyeyi çıt diye ortadan ikiye bölenler, pazarcının müdahalesine rağmen domatesler sert mi yumuşak mı diye kontrol ederken domatesçiklerin canını fazla yakan, kendisinden sonraki alıcıya cıvık domatesler bırakanlar, karpuzun iyisini anlamak için karpuzu avuç içiyle şaklatanlar, tazecik yeşillikler...
Rengarenk görsel bir şölen sanki pazarlar. Bütün tezgâhlarda ne var ne yoksa hepsini alma arzusu uyandırıyor insanın içinde.
Balıkçı esnafı muhabbetleriyse bir başka renkli...
Solungaçları dışarıya çıkartılmış, yan yana yatırılmış onlarca balık.
Yapılan pazarlıklar, hemen oracıkta temizleniveren balıklar, diğer balıkçılara atılan laflar. O laflar ki yaz akşamları sandallarla balığa çıktığımızda sandaldan sandala yapılan atışmaları hatırlatıyor bana.
"Gelene bak gelene, hey maşallah, derya kuzusu bunlar deryaaaaaa!!"
Bu arada; balıkçının hemen karşısındaki tezgâhtan roka, marul almadan geçmeyelim.
Balıkçı önündeki bu alışverişleri izlerken bir anda çocukluğuma dönüyor ve kendimi Karacabey Hali'nde buluyorum.
Uluabat Gölü'nden gelen muazzam büyüklükteki balıklar önümde yatıyor. Nasıl da kocamanlar ya rabbim! Hele de ben küçücük bir kız çocuğu iken onların hepsi dev gibi birer canavarlar sanki.
Canlılar da üstelik. Uzun uzun bıyıklarını oynatıyorlar, görüyorum.
Bazı balıklarsa içi su dolu varillerde yüzmekte.
Bildiğim kadarıyla oradaki canlı balıklar genellikle ya göl balıkları ya da dere balıkları olurdu, deniz balıkları varilde yaşamaya bu kadar dayanamazlardı...
Dere balıkları deyince hemen bir başka sıçrama oluyor zihnimde. Bir Yeniköy dönüşümüzde dere kenarından satın aldığımız büyükçe bir balık ve onun pişirilme hikâyesi düşüyor aklıma.
Eve getirdiğimizde hala daha canlı olan hayvanın ölmemesi için onu devamlı ıslattığımı hatırlıyorum. Sanki yenmek için değil de akvaryumda beslenmek için alınmış muamelesi görüyor balık benim elimde. Tabii sonunda makus kaderine yeniliyor.
Küle bulanmış ellerle derisi sıyrılıyor bir çırpıda, içi temizleniyor, fırında pişiriliyor ve afiyetle yeniliyor.
Ziyafetin sonunda dere ya da göl balığının lezzetini sevmediğime bir kez daha karar veriyorum. Tuz kokan, yosun kokan, deniz kokan balıklar bir başka...
Zamanda yaptığım bu kısa yolculuğun ardından tekrar pazara dönüyorum.
Kadınlar bedava veriliyormuş gibi giyim tezgâhlarına üşüşmüşler.
Satıcılar mallarını bitirebilmek için kıyasıya bir savaş vermekte. Hemen oracıkta tişört üzerine deneniveren elbiseler, saçlara takılan tokalar, küçük kesilmiş bir karton parçası üzerinde ayağa geçirilen ayakkabılar, terlikler...
Penye bir tişört beğeniyorum.
-Fiyatı nedir?
-7.5 lira abla!
-İki tane alırsam 5 liradan olur mu?
-Seni mi kırcam abla!
-Ya üzerimde iyi durmazsa değiştirir misin?
-Giymeden getirirsen değiştiririm tabi abla!
Bu muhabbetler, bu pazarlık etmeler pazarın keyfi, pazarın raconu. Bunu müşteri de bilir, satıcı da.
İki taraf da hallerinden memnun ayrılırlar bir dahaki haftaya kadar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder