14 Temmuz 2014 Pazartesi

Erden Eruç ile Barışa Yolculuk'a siz de katılın

Bursalı AKTAŞ Holding’in ana sponsorluğunda “KaslaGit” sloganıyla dünyayı dolanan ve “Kendi gücüyle devri alemi başarmış ilk kişi” olarak 2014 Guinness Dünya Rekorları kitabına giren Erden Eruç’u ilk yazılarımdan birinde anlatmıştım dilim döndüğünce.
Yazımın ardından sosyal medya üzerinden sürdü kendisiyle ahbaplığımız.
Eruç’un sosyal medyadaki paylaşımları Çanakkale Zaferinin 100. yıldönümüne ithafen adını Barışa Yolculuk koyduğu yeni bir projeyi müjdeliyordu.
Sıkı antremanlar yaparken görüyordum kendisini. Hazırlıklar başlamıştı demek.
Daha sonraysa birden ortaya çıkan sakatlık ve projenin ertelendiği duyurusu…
Merağımdan (malum) öğrenmek istedim neler oldu da proje ertelendi diye.
Erden Bey ile saatini tutturabildiğimiz bir gün Skype üzerinden yaptık görüşmemizi.
Merhabalaşma ve hal hatır soruşmadan sonra ben yeni proje ile ilgili aklıma takılanları sordum, o da anlattı uzun uzun.
Belinizde, omurlarda mı sıkıntı oldu?
Evet, Haziran başında New York’tan denize açılıp Gelibolu’ya dogru mücadele edecek, 100’ncü yıl törenlerine yetişecektim. L4-L5 diski fıtık yapmış, çıkamadım. Bunun benim güreş ve judo yıllarımdan kalan eski bir hasar olduğunu düşünüyorum. Yolculuklarım sırasında 2004 ve 2009’da da ağrı yapmış, dinlendirince geçmişti. Zamanında doğru teşhis konmayınca 30 Nisan’da belimi zorlayan gereksizce ağır bir idmana girdim. Gerek yoktu o kadar ağır idmana. Nüksedeceğini bilseydim yapmazdım.
22 Mayıs günkü MRI ile teşhis konuldu. 29 Mayıs’ta iğne yapıldı ve yatıştı ağrılar. İki ay dinlendim ve artık toparlanmaktayım. Eşim ve ben köpeğimizle birlikte koşulara çıkmaya başladık. Ağırlık idmanlarına tekrar başladım. Bunun yanında bisiklete binip pedal basacağım. Giderek idmanlarımın dozunu artırırken temkinli ve akıllı olacağım. Yeniden forma gireceğim.
Teknem denize açılmaya hazırdı aslında, aksilik oldu. Şimdi denize açılamam, artık kasırga mevsimi başladı. Mevsimler çok önemli, dolayısıyla çıkışımı mecburen gelecek seneye erteledim.
Devrialemde kullandığınız eski tekne mi, yoksa yeni tekne mi?
Devri alemde kullandığım aynı kontrplak tekne. Bütçede yeni elyaf bir tekne alacak para yok. Şu anda benim devri alemden kalan bütçe açığım 250 bin dolar civarında. Onun üzerine yeni projemin hazırlık masrafları da bindirdi. New York-Gelibolu projesi için henüz sponsor bulamadık. Ben bu projeyi bir AKUT sporcusu  olarak yapacağım. AKUT’tan arkadaşlar sponsor bulmak için çalışıyorlar. Konuyu açtılar birkaç şirkete. Araya benim sakatlık girince biraz duraladık.
Projenizi dünyaya nasıl duyuracaksınız?
www.barisayolculuk.com diye bir site adresi aldık. İngilizcesini de hazırlayıp tanıtımı bu siteler aracılığıyla yapacağız. Düzenli basın bildirilerimiz olacaktır. Sosyal medyayı verimli bir şekilde kullanıp takipçi sayısını artırmalıyız. AKUT’un yolculuğumu bir bağış kampanyası ile destekleyebilmesi için izin alınması gerekiyordu, AKUT onu almış. Böylece genel yardım derlemek daha kolay olacak. Böyle girişimler var. Umarım takipçi sayımız artınca hem yolculuğun masraflarını karşılayabileceğiz, hem de AKUT’a malzeme alımı için kaynak oluşturacağız.
Yolculuğun meblağı yaklaşık ne kadar tutacaktır?
İlk mütevazi bütçemi 78 bin dolar diye tahmin etmiştim. Hazırlık dönemindeki harcamalar ve daha önce öngöremediğim harcama kalemlerini da dahil edince 130 bin dolar civarında bir rakam oluştu.
Ben teknede üç bayrak taşımayı önermiştim. Çanakkale Muhabereleri’nin 100. Yıl dönümünde, önce bizim 18 Mart’taki Çanakkale Zaferi, ardından 25 Nisan Anzak Günü olmak üzere her iki törene de katılabilecek şekilde Çanakkale’de olayım diye planlamıştım.
Bu tarihler savaşın başlama tarihleri. Savaş aslında Aralık 1915’e kadar sürdü.
Sakatlık nedeniyle projeyi bir sene erteleyince zaman kazandım, bu sayede tanıtım ve finansman konularında ilerleme kaydedip ikinci bir kürekçi ile denize açılmak gibi fikirleri değerlendirebileceğiz. Önümüzdeki Mayıs ayında denize açılırsam savaşla aynı aylarda denizde olacağım. Böylece ben denizde mücadele ederken bir yandan da 100 yıl önce savaşta neler olmuş anlatabileceğim. Ardından 101. Yıl dönümü törenlerine yetişeceğim.
Yolculuk yaklaşık ne kadar sürecek?
Mayıs’ta New York’tan denize açılsam, Ağustos sonunda Portekiz’e varırım. Cebelitarık’tan girip doğuya doğru ilerlemek Kasım ayından itibaren olacak.
Orada bekleyeceksiniz o zaman.
Tekneyi karaya alıp mevsim rüzgarlarını beklemem lazım. Ondan sonra rüzgar elverdikçe doğuya doğru hamleler yapacağım. İtalya’nın etrafını dolanıp, Korint Kanalı’ndan Ege Denizi’ne girmem gerekecek. Ege’ye girişim Ocak ayında olur diye düşünüyorum. Kış ayında Ege’de güneyden lodos estiği olur. Niyetim ya lodosla birlikte ya da durgun dönemleri değerlendirerek kuzeye doğru ilerleyip Gökçeada’ya ulaşmak ve orada zamanı gelince törenlere katılacak şekilde düzen almak.
Ege’ye ulaşınca Yunanistan sahilinden mi ilerleyeceksiniz?
Ege’de doğru karşıya Türkiye’ye mi geçerim bilmiyorum. Bu biraz da Yunanistan’daki bürokrasi ve sahil güvenliğin tutumuna bağlı. Yunan kıyıları boyunca dolanıp Gökçeada’ya ulaşmak daha kolay olur diye tahmin ediyorum. Duruma göre bir an evvel Ege Denizi’nde karşıya geçip Türkiye’ye varmak, ondan sonra kuzeye çıkmak da düşünülebilir. Mümkün müdür, bilemiyorum.
Karaya çıktığınız zamanlarda devri alemdeki gibi çocuklarla buluşacak mısınız?
Elbette. Yolculuğum sırasında hem İngilizce hem Türkçe iki ayrı siteden paylaşım sürecek. Uydu telefonuyla okullara erişmem düşünülebilir. Uğradığımız ülkelerde bütün bunları anlatacağız. Avustralya ve Yeni Zelanda’da Canakkale’de karaya çıktıkları 25 Nisan, Anzak Günü olarak kutlanır, oralarda bu yıl dönümleri çok önemli. Bu üç ülke için (Türkiye dahil) Çanakkale bir uyanış.
Onlar da sizi takip edecekler mi? Onlar Çanakkale’yi çok önemsiyorlar.
Bizden daha çok önemsediklerini iddia edebilirim. Sahip çıktıklarını da söyleyebilirim. Eğer ki bu projeyi bir Avustralyalı kürekçi yapıyor olsaydı ilgi çok daha farklı olurdu.
Avustralyalı bir sponsor mu bulsak… (gülüşmeler)
Avustralyalı bir kürekçi alsam yanıma herhalde bu işi daha kolayca çözeriz.
Proje daha anlam kazanıp daha globalleşir mi bu sayede?
Düşündüğüm konulardan birisi de bu. Hem böylece geçişi garantiye almış oluruz, zira iki kürekçinin başarı şansı daha yüksektir. En azından uyku düzeni ve uyku esnasında teknenin yönlendirilmesi sorunu çözülmüş olur. Bilhassa Akdeniz’de trafiğin daha arttığı ve rüzgarın değişken olduğu bir ortamda iki kürekçi kesinlikle faydalı olur. Ancak önceden denenmemiş ekiplerle bu iş yapılmaz. İki kişi olduğu zaman geçinme söz konusu. Teknem ufak ve yaşam alanı çok dar. Zor olabilir.
Partner kürekçi aramalarınız var mı?
Kardeşim Erkan ilgileniyor. Olimpiyat madalyalı kürekçimiz Ali Rıza Bilal ilgi gösterdi. Devrialem projemde bazı etaplarda bana katılan Kanadalı arkadaşım Norman Watts ilgileniyor. Benim gibi kas gücüyle devrialem yapmış İngiliz Jason Lewis ilgili. Avustralya’dan ve Fransa’dan düşündüğüm birer kişi var. Bunu etap etap farklı milliyetten kişilerle birlikte yaparsam projemin barış teması vurgulanır ve teknede farklı bayraklar olması anlam kazanır, katılanlara da çok uzun süreli külfet yaratmış olmam.
Ayrıca birçok ülke de daha çok ilgilenir değil mi?
Kendi vatandaşından ötürü başka ülkelerin ilgisi artar, tanıtım kolaylaşır diye düşünüyorum. Yeni Zelandalı tanıdığım yok maalesef. Belki Yunan karasularında Yunanlı bir kürekçi düşünülmeli. Yunanistan’da rahat ilerlemek için faydalı olabilir.
Gerek bürokrasi gerek finans açısından bu seçenekler çözümün birer parçası olabilir. Ne güzel olurdu aslında kuyruğu dik tutup Türk sponsorlarla bunu Türkiye’ye getirebilseydim. Bütün sorunları çözebilseydim. Herkes de yardımcı olsaydı, bürokrasi dahil.
KaslaGit projesinde Bursa ile nasıl buluştunuz?
Ben İzmir’den çıkıp geldim Amerika’ya. İzmirliyim dedim yıllarca. Ama devrialem projemde Bursa’dan Aktaş Holding ana sponsorum oldu. Bornova Anadolu Lisesi günlerinden bir sınıf arkadaşım beni Aktaş Holding ile tanıştırmıştı, devri alem projeme onlarla beraber atıldık.
Değer verdiğim başka sponsorlarım da oldu tabi, ama ana sponsor çok önemli. Verdikleri nakit desteğin karşılığı olarak teknede ve diğer ortamlarda en büyük etiketler ana sponsora ayrılıyor. Görünürlük kıymetli ve elbette bu konuda ben özen gösteriyorum.
Sponsorlar proje boyunca dünyanın dört bir yanında tanındı o zaman.
Doğrudur. Çesitli ülkelerde çıkan haberlerde fotoğraflar ve görüntüler paylaşıldı. Benim öykümü kullanan kitaplardaki görsellerde, örneğin 2014 Guinness Rekorlar Kitabı’nda sponsor adı göründü. Belgesel çalışmamız var, orada da uzun vadede görünecek. Bunlar devrialem projemin yarattığı kalıcı tanıtım faydaları. İlginç olan, Türkiye’de bu haber olduğu zaman bilhassa televizyon haberlerinde RTÜK bahanesiyle teknenin üzerindeki ana sponsor logosunun ve adının flu gösterilmesi.
RTÜK ve medya ilginç çalışıyor. Sponsorluk Yasası altında ben lisanslı bir sporcu olarak sponsorumla sözleşme imzalıyorum, sağladıkları destek karşılığında markalarına ne tarz bir görünürlük vereceğim konusunda taahhütlerde bulunuyorum, sonra Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü bunu onaylıyor. Ardından sponsorum bana verdiği parayı masraflaştırma hakkını kazanıyor, fakat gizli reklam bahanesiyle haberlerde hakkıyla görünemiyor.
Devlet bir eliyle verdiğini diğer eliyle geri alıyor sanki. Yasanın amacıyla çelişen ve kendi bindiği dalı kesen bir sponsorluk ortamı var. Sporcuya yatırım, tanıtım getirisi olarak sponsorlara fayda sağladığında ise sponsor katılımını artırmak mümkün olacaktır.
Benim gibi amatör sporcuların ufak projelerinde RTÜK’ün sponsorluk yasasının çalışmadığını düşünüyorum.
Mesela Aslantepe Stadı adını kimse hatırlamaz. Orası artık Türk Telekom Arena’dır. Böyle çakıldı herkesin kafasına. RTÜK onlara demedi ki bunu zikredemezsiniz.
Ben özellikle televizyona çıktığım zaman ne sponsorumun adı gösteriliyor, ne de adını zikretmeme izin veriliyor. Gizli reklam konusunda RTÜK çok hassas deniyor.
Sponsor zaten reklam için sponsor olmuyor mu?
Sponsorluk yasası buna izin veriyor. Başarılarıma ortak olan sponsorun amacı doğal olarak reklam ve tanıtım. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü tarafından bana lisans verilmişse ve Türkiye’yi temsil ediyorsam beni destekleyen kurumların bilinmesi de toplumun faydasınadır.
Halbuki kendi KaslaGit sitemizin adresi dahi paylaşılmıyor, reklam olur deniyordu. Aktaş’ın desteği olmasa okyanus kürekçiliğinde dünyada öncü bir konuma eriştiğim, onca Guinness rekoru kaydettiğim ve tarihte ilkleri başardığım devri alem projeme başlayamaz ve sürdüremezdim. Türkiye’nin özlediği dünya çapında başarılarıma rağmen sponsorlarım Türk medyasında desteklerinin karşılığını alabildiler mi, tartışılır. Şu anda yine benzer bir noktadayım.
Sizin için yolculuk ne zaman başlar?
Hazırlıkların ardından erzaklar tekneme yüklenip New York’tan denize açıldığım anda maddi açıdan geri dönüşü olmayan bir yolculuğa atılmış olurum. Teknenin karaya alınacağı dönem dahil Akdeniz’de belki 40 bin dolar harcayacağım. Türkiye’ye vardıktan sonra tekneyi Seattle’a geri yollamak için hiç yoksa 20-25 bin dolar gerekecek. Benim bunları tek başıma karşılamam mümkün değil.
Eğer gereken bütçe baştan derlenemezse benim New York’tan hiç çıkmamam gerekir. Bir ümit Portekiz’e varana kadar derlenir diye çıkar ve vardığımda hala derlenmemiş olursa, benim için en ucuz çözüm oradan tekrar kürekle Amerika’ya dönmek olacaktır. Tekneyi bir şekilde tekrar Amerika’ya geri getirmem lazım, o benim için çok kıymetli. Bir kere yapacağım demis oldum; bu noktadan sonra her iki durum da benim için yüz kızartıcı olur.
İki kişi olunca ya da üç kişi meblağ artacak mı?
Cevap evet ama bunu kim karşılayacak?
Herkes kendi sponsorunu mu bulup gelecek?
Herkes kendi sponsorunu bulup gelirse orada anlaşmazlık çıkabilir. Örneğin bu projeden bir belgesel yapacaksak herkes sahiplenmeye çalışacak. Bana rakip değil ortak ya da yardımcı olarak gelmesi lazım.
Bu durumda sponsorların görünümü ve maddi konularda önceden bir sözleşme yapmak gerekir ve olay farklı bir boyuta taşınır. Olmaz değil, öyle de olabilir.
Öte yandan Avustralyalı gelsin, kendi kaynaklarını getirsin, denebilir. Ama o zaman Türkiye’nin projesi olmaz.
Niçin Türkiye projesi olmalı?
2015 Türkiye için yurt dışında tarihi açıdan önemli bir yıl. Bir çok yönden farklı bir yıl olacak. O açıdan. Eğer başaramazsam üzülürüm. Denize açıldıktan sonra pes etmiyorum da karadayken sponsorluk meseleleri beni hep yoruyor.
Sizin bunlarla değil projenizle ilgilenmeniz gerekmez mi? Bunun için de menajer gerekmez mi?
Haklısınız. Zaten demir alma evresine gelene kadar projenin % 80‘i hallolmuş oluyor.Gerisi kolay.
Gelibolu’da ben de olacağım…
Projem bir sene ertelenmiş olsa bile arkadaşlarım yine beni orada karşılayacak. Ne de olsa sporculuğun doğasında sakatlanma riski var.
****
Kısaca Eruç sponsor bulduğu takdirde 2015 Mayıs ayında New York’tan kürekle denize açılacak. Bu yolculukta Atlas Okyanusu’nu, Akdeniz’i ve Ege’yi kürekleyip yol boyunca teknesinde dalgalandıracağı Türkiye, Avustralya ve Yeni Zelanda bayraklarını Gelibolu Yarımadası’na ulaştıracak. Bu 100’ncü yıl projesini Çanakkale Savaşları’nın yer aldığı aynı aylarda gerçekleştirecek ve yarımadada düzenlenecek üç bayraklı 101’nci yıldönümü törenleri öncesinde oraya varmış olacak.
****
Erden Eruç ile ettiğimiz keyifli sohbetin sonunda gözlemimiz Türkler ve Anzaklar’ın dostluğu ve orada yaşananların diğer ülkeler tarafından bilinmediği, o yüzden savaşın 100. yılında bu hikâyenin tüm dünyaya anlatılması gerektiği oldu.
Birbirimize veda ederken anladım ki bedenine, deneyimine, bilgi ve bilincine güvenerek çıkacağı bu yolculuk ile dünyaya Çanakkale’yi anlatmayı kendisine görev bilmiş bu Çılgın Türk. O, bu projesi ile tarihe bir imza daha atacak.
Ülkesini ve ülkesinin tarihini tanıtmayı kendi tarzınca yapmak isteyen Eruç bu projesinde kendisine destek olacak sponsorlara ihtiyaç duymakta.
Bu projeye en az kendisi kadar inanan ve vatanını en az kendisi kadar seven insanlarla daha da anlamlanacak bu proje ile dünyanın dikkatini Çanakkale’ye, o akıl almaz savaşa, o inanılmaz zafere çekecek.
Her zaman inandığım gibi sanat ve spor insanlara ulaşmakta ve ses getirmekte en etken yol…
Bu da sıra dışı insanlarla ve sıra dışı fikirlerle mümkün.
Yeter ki projeye el verecek sıra dışı insanlar da olsun…

13 Temmuz 2014 Pazar

Yüksek duvarlar ardında gönüllü esaret!

Yazımızın başında konuyla alakalı olan TOKİ'nin yaptığı birbirinden âlâ binalara dokunmayalım, onları kendi hallerinde bir kenara bırakalım. Ondan sonra yazımızı okuyalım.
Bu haftaki konumuz, içeriye güvenlikten habersiz kuşun dahi uçmadığı neredeyse yarı açık cezaevini andıran ultra modern rezidanslar olsun.
'Her şey dahil' tatil anlayışının bir başka kolu olarak gelişen, içinde her türlü ihtiyaca cevap verebilecek olanakları barındıran bu rezidanslar doğal hayatı bozup, yeniden yaratılan çakma doğal hayatı dayıyor insanların önüne.
Bir yandan da gittikçe bozulan dengeler sonucunda sınıflar arasında derinleşen uçurumlar insanları birbirine düşman ederken, korku dağları bekliyor ve insanlar yüksek duvarlar ardına saklanma ihtiyacı hissediyor.

Getto mu demeli yoksa?
Nazilerin Yahudileri topladığı Gettolar gibi toplanıyor insanlar buralarda. Kapıdaki güvenlik görevlisinden icazet almadan eve girip çıkmak namümkün. Hele rezidansa konuk gelen yabancıların işi daha beter. Misafir olarak güvenliğe kime geldiğinin hesabını verecek. Güvenlik ev sahibini arayıp onay alacak. Neredeyse anne kızlık soyadı istenecek ya da üst aramasından geçilecek. Bu safhaları geçtikten sonra konuk içeriye alınacak. Aracını misafir otoparkına bırakacak. Hatta belki otoparkta kaybolacak. Gideceği evin bloğunu arayıp zar zor bulacak. Kendinizi şehre tepeden bakan muhteşem manzaralı eve dar atacak. Bundan sonrası kısa da olsa keyif…
Kısa da olsa diyorum; malum, misafir dediğin evine döner…

Rezidans cenneti İstanbul
Bu rezidansların tavan yaptığı yer İstanbul-Maslak. Adını dahi Manhattan'dan çakan hemcinsleri gibi hepsinin içlerinde yok yok. Havuzları, göleti, göletindeki adada palmiyeleri. Hani çalışmasan bu kompleksin içinden çıkmadan ömrünü tamamlayabilirsin.
Çalışınca ise evini akşamdan akşama göreceksin...

Evden işe-işten eve
Dediğim gibi evden çıkmayanlara hayat güzel. Lakin her sabah işe gidip, her akşam eve dönenlerin işi zor.
Büyük kentlerin orta yerlerine yerleştiriliveren rezidansların her birinde yaşayanların sayısını düşünelim. Böyle bir evde oturabildiklerine göre gelirlerinin iyi olduğunu var sayıp, her dairede en az iki araç olduğunu ve bu araçların sabah oldu mu bal toplamak için kovandan çıkan arılar gibi sitelerinden çıkıp, akşam oldu mu yine sitelerine döndüklerini hayal edelim.
Kısacası yeterince sıkışık trafiğe hatırı sayılır bir katkı da rezidans sakinlerinden geliyor.

Akıllı evlerin aklını seveyim
"Artık tüm binalarda olduğu gibi evlerde de uygulanabilen akıllı ev otomasyon sistemleri, hem maliyet, hem de konfor açısından ciddi avantajlar sağlıyor. Böylece yaşam alanınızda ideal konfor şartları sağlanırken, rutin olarak tekrarlanan işlemler kendiliğinden gerçekleştiriliyor, arızalar ve tehlikeler önceden bildirilebiliyor. Dokunmatik ekrandan programlanabilir evinizi elinizdeki bilgisayarlar ve telefonlar ile uzaktan programlayabileceksiniz" diyorlar.
Güzel, evet çok güzel…
De; bugüne kadar hala akıllı fırını programlayıp kullanabileni görmedim ben. Her şey akıllı olsa da iş onu kullanacak insanda biter. İnsan da gözüyle görmeden, eliyle dokunmadan, burnuyla koklamadan ikna olmaz.
İhtimal o ki cep telefonundan evini sürekli gözetleyen insan, evini gözetlemekten kendini dışarıdaki hayatına veremez. Ayrıca evde kalan kişi varsa o da bundan pek memnun olmaz. Yok hırsızlığa karşıysa eğer bunca akıl, sitelerin giriş kapısındaki onca güvenlik görevlileri ile onca alarmlar ne işe yaramış oluyor o zaman.

İnsan unutur
Her şeyi yapan bir sistem varsa eğer insan hemen becerilerini kaybedebiliyor. "Nasılsa arkamdan bir toplayan var" diyor. "Ütüyü fişte bıraktıysam da, ışıkları açık unuttuysam da sorun değil. Nasılsa evim benden akıllı." diye diye böylece zihin de tembelleşiyor.
Hatırlayın, cep telefonları piyasaya çıkmadan önce aklımızda tutuyorduk. Şimdiyse akıllı telefonlar sayesinde en yakınımızın numarasını dahi bilmiyoruz.
Öğrenme nasıl hücre bazında oluyorsa, kullanılmayan şeyler yine aynı şekilde unutuluyor.
Birkaç kişi düşünüyor, icat ediyor, diğerleri ise sadece uyguluyor…

Evi evde yaşamalı, sokağı sokakta
Varsın evimiz akılsız olsun. Varsın biz gelmeden perdeler kapanmasın. Varsın yemek eve geldiğimiz an hazır olmasın.
Evimiz doğal afetlere karşı, özellikle de deprem kuşağında yaşayan bir ülke olarak depreme dayanıklı olsun, bina yapımında malzemeden çalınmasın, taahhüt edilenler uygulansın, güvenlik sağlamlıkla ve öngörülerle sağlansın.
Polat Rezidans'ta çıkan yangını ve bina sisteminin yangını nasıl kontrol altına aldığını hatırlarsınız.
Demek ki ev ya da ofis alırken allı pullu göz boyamalara değil, somut önlemlere bakacağız.

Jetgillerin hayatını yaşıyor gibiyiz
İlk gençliğimizin çizgi karakterleri Jetgiller uzay çağında yaşıyorlardı.O gün onların hayal ettiği yürüyen bantlarımız tamam, sadece pencereden baktığımızda görünmesi gereken vızır vızır hava trafiği noksan.
Biraz daha dayanabilirsek eminim ki o da olur….
Evler yapay, ya içindekiler?
Yapay şelalelerle, yapay Boğaz manzaraları ile, yapay dağlarla tepelerle bezenen rezidansların sakinleri memlekette bina anlayışına atılan formatı kendi yaşantılarına da atmışlar mıdır dersiniz?
Yapay da olsa cenneti yaşatan evlerin kapı önleri yine öbek öbek ayakkabılarla mı doludur?
Balkonlarından en az birisi kapatılmış ve çıfıt çarşısı haline dönüştürülmüş müdür?
Çamaşırlar balkondan aşağıya sallandırılıyor mudur?
Saklama kabı niyetine yoğurt kapları bir köşede saklanıyor mudur?
Evinde baktığı kedisi pahalı mobilyalarına zarar vermesin diye zavallı hayvanın tırnakları çektiriliyor mudur?
Ya da köpeğini dışarıya çıkartan zat, köpeğin beğendiği yere dışkısını bırakmasını sağlayıp, sonra da dönüp arkasını gidiyor mudur?
Havuza giren çocuklar tuvaletlerini yapmak için havuzdan çıkıp tuvalete gitmeye üşeniyor mudur?
Çöpler çöp öğütme makinesine sıkışıyor mudur ya da çöpü almaya gelen kapıcıdan önce kapı önüne bırakılan çöplerin akan suyu caaanım merdivenlere ince ince sızarak, geçtiği her yere o müthiş kokusunu bırakıyor mudur?
Halılar 33. kattan silkelenince daha temiz oluyor mudur?
Ya da evler bir fotoğraf çekim stüdyosu ya da bir film platosu soğukluğunda, sanki içinde yaşayanı yokmuş gibi hiç dağılmadan hep öyle mum gibi mi duruyordur?
Rezidansları görünce bunun gibi bir dolu soru geliyor aklıma.

Bursa rezidansları
Bu oluşumdan Bursa da nasibini alıyor tabii. O kadar yüksek olmasa da yine de 20 katı deviren binalar var. Doğanbey'i saymazsak bu yüksek binalar genelde şehrin çevresinde yer alıyor. Bursa'nın Altıparmak Caddesi'ndeki eskinin yüksek binaları yenilerin yanında yüksekliğini kaybetmiş durumda. Şehir, her geçen gün daha çoğalan ve daha yükselen binalarla çevreleniyor. Kentsel dönüşüm bu yükselmeyi yavaş yavaş şehrin merkezine doğru kaydırıyor. Yıkılan binaların hissedarları ile inşaat firmasının kazanacağı gelir karşı karşıya kalınca ortaya rant diye bir fikir doğuyor. Haliyle şirketler bu dönüşümü kimsenin kara kaşına, kara gözüne yapmıyor. Olan da yeşilini kaybeden ve gittikçe grileşen eskinin ‘Yeşil Bursa'sına oluyor.
Ama biz Bursalılar bu kadar yüksekleri sevmeyiz. Yeşille iç içe yaşayalım, dikeye değil yataya yayılalım isteriz. 3-5 katlı binaların balkonlarını bile çiçek bahçesine çeviririz. İki katlı ahşap evlerde büyümüş olmanın verdiği bir alışkanlıkla belki yüksek katlı binalarda yeşilden uzak yaşamayı bir türlü hazmedemeyiz.
O yüzdendir belki rezidans tarzı binaların yeterince talep görmemesi. Ya da yerleşik düzen seven ailelerin tercih etmemesi.

Meydan isteriz ama içine kaynamayın
Bu aralar yüksek binalar yapmak kadar ‘yıkalım yerine meydan yapalım' hevesimiz de var. Meydan deyince aklımıza Moskova'nın Kızıl Meydan'ı, Paris'in Champs Elysees'i, New York'un Times Square'i, Pekin'in Tiananmen'i geliyor değil mi?
Sonra da bizim Kent Meydanı'na ve eski Sigorta Binası'nın yerine yapılan, yanına da BTSO binası sokuşturulan, içine de iki tane yüzen taş kondurulan meydana bakıyoruz. I-ıh, tutmuyor.
Ardından da yıkılması ve yerine meydan yapılması planlanan Atatürk Stadyumu projesini düşünüyoruz.
"Eskiyen ve tehlike arz eden ne varsa yıkılsın, yerine eskiyi aratmayacak olanı yapılsın. Altında otoparkıyla, yanında Kültür Parkıyla, çevresinde meydanı meydan yapacak oluşumlarıyla olsun o meydan. Stadyum Caddesi'nin hayaleti o malum bina gibi binaların gölgesi düşmesin yeni meydanın üzerine. 50'li yıllardan beri ayakta kalmaya çalışan, zaman zaman elden geçirilen ama yine de köhnemekten kurtulamayan stadyum tarih sayfalarına karışırken hatırasına ihanet edilmesin. Eski ile eskimiş kavramları birbirine girmesin." diyoruz.

Karşı pencere
Geçmiş yıllardan birinde National Geographic dergisinin bir sayısındaki kapak fotoğrafından uzun süre gözlerimi alamadığımı hatırlıyorum. Bir gökdelenin gece halinin yakın çekimiydi o fotoğraf. Bazı lambalar yanıktı gökdelende, bazıları karanlık. Ofislerin olduğu bir plaza mıydı burası, yoksa şimdilerde bizim de pek merak saldığımız bir rezidans mıydı bilmem.
Kim bilir kaç katlı binanın ışığı yanan pencerelerine dalıp gitmişim. İçeridekiler belki o anda yemekte, belki duşta, belki tartışıyorlar, belki gülüp eğleniyorlar, belki de tembel tembel televizyon izliyorlar. Çocuklular, bekârlar, evliler... Üst tüste bilmem kaç katlı o binada kimbilir kimler kimler...

Göğü delen Gökdelenler
Amerika'da gökdelenin tarihi 30'lara dayanıyor. New York'taki 1930 yılında tamamlanan 77 katlı, 319 metrelik Chrysler binası ile 1931 yılında yapılan 102 katlı 381 metrelik Empire States en eskiler. ABD'deki gökdelen inşaatlarından akılda kalan o meşhur fotoğrafı hatırlarsınız. Çelik bloklar üzerine sıralanmış bir halde, kuşbakışı şehir manzarası eşliğinde, bacaklarını aşağıya sallandırmış ve öğlen yemeklerini yiyen bir gurup işçi. Şimdiyse, o günlerde başlayan gökdelen sevdası ile Manhattan, gökdelenlerin sıradanlaştığı, şehrin boyunun uzadığı, adeta dev adamların yaşadığı bir başka dünya.

Ennn yüksekler…
Dünyadaki en yüksek gökdelen olan Burç Halife 2009 yılında yapılmış. 160katlı ve 818 metre yüksekliğinde. Ve tabii ki her şeyin EN EN EN'ini seven Dubai'de...
Gökdelen aslında gemicilikte geminin uzun direğine verilen isim imiş. Bir binanın gökdelen olabilmesi için de en düşük yükseklik 305 metre (1000 fit) olmalıymış.
Türkiye'nin ilk gökdeleni bu rakamların yanından geçemeyen 143 metrelik boyu ve 29 katı ile 1991 yılında tamamlanan Sheraton Ankara görünüyor. Daha sonraki yıllarda katlar arttıkça haliyle yükseklik de artmış.
Şu anda en yüksek bina sıralamasında 4'üncü sırada olan,1995 yılında başlanıp 2000 yılında tamamlanan, 181 metre yüksekliğinde ve 52 katlı İş Kuleleri 2011'e kadar Türkiye'nin en yüksek binası olma unvanını korumuş.
2011 yılında tamamlanan 66 katlı ve 261 metre yükseklikteki Sapphire of Istanbul ise şu anda en yüksek bina sıralamasında 1. sırada.
Yine İstanbul'da Anthill Residence 1 ve 2, 54 kat ve 210 metre ile ikinci ve üçüncü sırada geliyorlar.
İzmir'de 2018 yılında tamamlanması planlanan Folkart Highlife ise 75 katlı ve 358 metre yüksekliği ile Türkiye'nin en yüksek binası olmaya aday.
Gökdelenlerin teknik özelliklerini incelediğinde ya da National Geographic kanalında yayınlanan Big Construction programını izlediğinde bu devasa binaların hepsinin birer mühendislik harikası olduklarını görüyor insan.
Nedir insanları daha yükseğini yapmaya heveslendiren diye düşünüyor sonra. Kendi küçüklüğünü inkâr etmek midir? Doğaya karşı bir güç gösterisi midir? Dünyaya imza atma hevesi midir?
Bu gidişle gökdelenlerden birisinin en üst katı ay'a ulaşacak ve o kat Ay'daki gökdelenin birinci katı olacak. Bu sayede de ay uyduluğunu bir kenara bırakıp dünyayla çat kapı komşuluk yapacak.

Toprağa yakın olmalı insan
İçinde ofislerin bulunduğu gökdelenleri bir kenara bırakırsak, yaşamak için toprağa yakın olmalı insan. Yağan yağmurun ardından topraktan yükselen o kokuyu anında solumalı. Canı istedi mi ayakkabıları fırlatıp toprağa yalın ayak basmalı.
Taş üstüne taş koyup sefer tası gibi binalarda yaşamamalı.
Hadi Japonların yüksek binalar yapmasını anlayabiliyorum. Yerleri dar, oldukları yerde zor dönüyorlar. Çareyi dikey yerleşimde bulmuşlar. Ya yeri olanlar?
Bizim 70'lerin özentisi apartmanlardan vazgeçmemiz biraz daha zaman alacak. Malum yazlıklarımız yüksek, kışlıklarımız yüksek. Rüzgârlı tepelerde yaşamayı seviyoruz. Gittikçe de daha yükseliyoruz...

Evim evim güzel evim
Yazının sonunda sahibinden akıllı evlerin sunduğu haddinden fazla konfor bazı şeyleri yok etmeyecek mi diye soralım.
Mesela; 'Ben eve gelmeden ev ısınsın' derken, kapıdan içeriye soğuktan elleri ovuşturarak kırmızı bir burunla girmek uzaklarda mı kalacak?
Ya da sıcaktan bunalmış halde eve gelip evin serinliğinin koynuna sığınmanın keyfine ne olacak?
Ah evceğzim evceğzim, sen bilirsin halceğzim denilebilecek, eskidi mi onca yılı yok sayarak hemen yenisiyle değiştirilmeyecek, her köşesine ev sahiplerinin kokusu sinmiş, yıllar sonra dahi o evde büyüyen çocukların kahkahalarıyla çınlayan, her santimetrekaresine sadakatle bağlanılan, üzerine titrenen, sevildikçe güzelleşen evler ne olacak?
Akıllı da olsa akılsız da olsa, villa da olsa rezidans da olsa, apartman dairesi, gecekondu ya da müstakil fark etmez, ev olabilmek başka bir şey.
Sıcak, huzurlu ve güvenli bir ev olup, yuvaya dönüşebilmek aklın ötesinde yürekle gerçekleşiyor...

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Sizin yarattığınız cehennemde biz de yanıyoruz!

Antalya'nın tatil bölgesi Adrasan'da çıkan orman yangınında, ormanla sahilin buluştuğu yerdeki 4 otel, hediyelik eşya mağazası ve restoran yandı. Yaklaşık 125 hektarlık alan küle döndü. Rüzgârın etkisiye büyüyen yangın çevreden gelen ekiplerin yardımıyla kontrol altına alındı ve söndürüldü.
Dünyanın sayılı koylarından Adrasan Koyu bakmaya kıyılamayacak güzellikte, yeşille mavinin kucaklaştığı demek az, adeta seviştiği bakir bir koy. Yangının ardından yok olan yeşilin yerini alan gri küller güzelim koyu saçkırana uğramış bir baş haline çevirmiş. İçler acısı bu görüntüye bir de orada yaşayan esnafın feryatları karışınca felaket ikiye katlanıyor.
****
Bursa'da da her yaz çıkar bir orman yangını. Hatırladıklarımdan en büyüğü henüz birkaç yıl önceydi. 23 Ağustos 2009'da, Yalova-Hayriye köyü yakınlarındaki otluk alanda çıkan yangın, kısa sürede kızılçam ormanına sıçramış ve poyrazın etkisiyle büyümüş de büyümüştü. Armutlu sırtlarından Gemlik Körfezi'ne inen yangın nedeniyle Armutlu-Gemlik kara yolu ulaşıma kapatılmıştı
Dumanların Kumyaka'ya ve Trilye'ye ulaştığı, gece olduğundan alevlerin Mudanya'yı adeta yaladığı o korkunç görüntü hâlâ gözlerimin önünde.

Orman yakan piknik sevdası
Şu yangınlar eğer pikniklerden dolayı çıkıyorsa diyeceğim tek şey var, pikniğiniz batsın!
Yok eğer sitelerinize yer açmak için yakıyorsanız, siteleriniz batsın!
Her şeyi yasaklamayı kendine iş edinen zihniyet iyisi mi önce bu sorumsuz piknikçileri yasaklasın, sonra da yeşile düşman inşaat şirketlerini.
İki tane köfteyi ormanda yemek için yakılan mangallar, keyifle(!) tellendirilen ve izmariti baş parmak ve orta parmak marifetiyle gelişigüzel bir yere fırlatılan sigaralar, pikniğin ardından ormanda bırakılmış, içinde kalan suyun mercek haline gelip de güneş ışınlarını odaklayarak yangını başlattığı pet şişeler, yine aynı odaklamayı yapan kırık camlar.
Kendi dağınığını toplamayan insanların bilgisizliği, dikkatsizliği ve adam sendeciliği.
1 cigaradan ne olur, değil mi?
Bina üstüne bina yapabilmek için çıkartılan yangınlar ise teammüden işlenen vahşi birer cinayet...

İlla ki leb-i derya
Almayın artık orman yakılarak yapılan o evleri. Bu cinayetleri bitmek bilmez taleplerinizle teşvik etmeyin. Altı üstü 2-3 ay oturacağınız leb-i derya evler için orman hayatının kanına girmeyin.
Ormana saygı duyun. Doğayla içiçe yaşamak istiyorsanız gidin ormana çadır kurun. Keyfiniz tamam olup da dönerken pılınızı pırtınızı toplayın, ardınızda çöplük bırakmayın. Doğa sizden, siz doğadan memnun ayrılın.
Yok illa da konak misali evlerde oturacağım diyorsanız da, gidin kıraç yerlere. Oralara kondurun evlerinizi. Yanına da birkaç ağaç dikiverin hayrına. Yeşili griye dönüştürmek yerine griyi yeşillendirin.
Yakmak kolay, yapmak zor.
Bir ağacın yetişmesi kaç yıl.
Yanması kaç dakika?
Ya yarattığı geniş zamanlara yayılan tahribat?
Yamaçların toprağı tutamaması bir yanda, havanın yağmuru tutamaması öte yanda.
Sonuç; ya zıvanadan çıkmış yağmurlar ve seller ya da kuraklık.
Kısacası, bozulan denge.
Ve ancak 50-60 yıl sürecek bir yenilenme.
Tabii ona da izin verilirse...

Anız yakmak
Hasat dönemine yaklaşılan şu günlerde Valilik tarafından anız yangınlarının önlenmesi ve biçerdöver ile hasatta kontrol hizmetlerinin düzenlenmesi hakkında bir tebliğ yayınladı. Bu tebliğ ile hasattan sonra tarlada kalan bitki artıklarının yakılmasının önlenmesi ve biçerdöver kontrolleri yaparak dane kaybının belirli sınırlar içinde kalması amaçlanıyor. Çünkü genellikle anız yakanlar kaş yapayım derken göz çıkartıyor. Bazen de gözü özellikle çıkartıp ormanın yanındaki tarlasını anız yakma bahanesiyle biraz daha genişletiveriyor. Sonra biraz daha, sonra biraz daha.
Bu arsız politika sayesinde çiftçinin kazancı bol lâkin memleketin kaybı büyük....

Sorumluların sorunlara bakışı bu olduğu sürece
Adrasan yangının ardından Orman Genel Müdürü İsmail Üzmez'in yaptığı talihsiz açıklamadaki gibi "Yangında can kaybı olmadı çok şükür" demek hangi akla hizmettir. Bilinmez mi ki bir orman yanarken yanan sadece ağaç değildir.
İnsan kaybı yoksa her şey yolunda mıdır?
Kayıp topraktır, kayıp havadır, kayıp sudur. Kayıp; ağaç üzerinde yaşayan, ağaçtan beslenen ve ağaçta barınan tüm canlılardır. Tırtılı karıncası, yılanı tavşanı, çekirgesi kertenkelesi, sincabı tilkisi, kurdu kuşu, solucanı toprağın altında ya da üstünde yaşayan, gözle görülenden gözle görülmeyene tüm canlıları yanan ormanla birlikte yok olup giderler.
Yangının ardından geriye ölmüş bir doğa parçası kalır.
Gri, hâlâ yanık kokan, yer yer dumanı tüten, kızgın bir ölü gibi.
"Artık buralarda ağaç olmaz. En iyisi ya otel ya yazlık, şöyle 5 yıldızlı bir şeyler yapılsın", değil mi?
Tamam yapılsın ama kucak dolusu paralar sayarak aldığınız yazlık evlerde ya da "çok yıldızlı ve her şey dahil' otellerde sebep olduğunuz bu büyük katliamın, daha açık söylemek gerekirse talebiniz üzerine yaratılan doğal mezarlıkların üzerinde tatil yapacağınızı sakın unutmayın...

Ormanların kaderini tarihî evler de yaşıyor
Yangın; geride delil bırakmadığından olsa gerek yok etmek için en temiz yol. Ev hisseliyse ve paylaşılamıyorsa ya da sit alanıysa ve çivi dahi çakılamıyorsa bir kibrit de çakılamıyor değil ya, çak gitsin.
Ne var ne yoksa hepsini yak gitsin.
Sonra da yaptığın ahlâksız planların sonucu olarak ister git sigortadan paranı al. İster arsa haline gelmiş olan enkazın yerine otel mi yaparsın artık, rezidans mı yaparsın, dilediğin binayı yap. Ya da git 'güzel' bir paraya sat...
Son yıllarda İstanbul'da yanan tarihi binalara bakıyorum da, orman yangınlarında yangın nasıl hep piknikçilerden dolayı çıkmışsa, bu yangınlarda da yangın hep "elektrik kontağından" çıkmış.
Mesela;
Beşiktaş, Ortaköy'de yer alan ve otel yapılmak amacı ile boşaltılmak istenen Gaziosmanpaşa İlköğretim Okulu Temmuz 2002'de "elektrik kontağı" sonucunda tamamen yandı. Yangından sonra yetkililer yapının eğitim binası olarak tekrar aynen yapılacağı söyledi; fakat daha sonra otel inşaatı başladı.
Bakırköy'de 1874 yılında inşa edilen Taş Mektep, Mayıs 2009'da alevlere teslim oldu.

* 28 Kasım 2010 tarihinde çatısında çıkan ağır yangından dolayı çatısı çöken ve 4. katı kullanılamaz hale gelen Haydarpaşa Garı'nın otel yapılmak üzere yakıldığı iddiaları gündeme geldi. İddialara yanıt olarak garın restore edileceği açıklandı; yangının "elektrik kontağından" kaynaklandığı belirtildi Bu arada da Gar için düşünülmekte olan proje onaylandı.
* 11 Şubat 2011'de Mimar Sinan'ın 1580'de yaptığı eseri Tarihi Kılıç Ali Paşa Camii'nin restorasyonu sırasında çatısında yangın çıktı; yapıya fazla zarar vermeden söndürülen yangının sorumlusu olarak yine "elektrik kontağı" gösterildi.
* 19 Şubat 2011'de İstanbul'da bulunan Beyazıt Camii'nin avlusundaki tamamen ahşaptan yapılmış Hünkâr Kasrı'nda yangın çıktı; binanın üst katı küle döndü. Bu yangının da "elektrik kontağından" çıktığı açıklandı.
* 23 Aralık 2012'de tarihi Kapalı Çarşı'nın Örücüler Kapısı'nda yangın çıktı. Laleli'deki yapı 2000'li yıllara kadar hamam görevini sürdürmüş, ancak 2004'te hamam üzerinde başlayan kaçak otel inşaatı CHP'nin itirazlarına rağmen durmamış, soruşturmanın önüne sürekli engeller çıkmıştı.
* 25 Aralık 2012'de sabahın erken saatlerinde Cağaloğlu'ndaki 1865'te yapılan, 5 katlı İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü binası tamamen yandı. 147 yıllık tarihi yapının da "elektrik kontağı" yüzünden yandığı açıklandı.
* 22 Ocak 2013'te Galatasaray Üniversitesi'nin 142 yıllık tarihi binası büyük oranda yandı ve yangına sebep "elektrik kontağı" olarak gösterildi. Şu anda yanan binanın restorasyon projesiyle betonarmeye döndürüleceğine dair eleştiriler var.
* 28 Haziran 2014'te Üsküdar'da bulunan Fethi Paşa Korusu'ndaki tarihi Hüseyin Avni Paşa Köşkü çıkan yangında küle döndü. Çatı katında başlayan yangının çıkış nedeni henüz açıklanmasa da biz artık yangının sebebini gayet iyi tahmin edebiliyoruz.

Hele de tarhî bina okul ya da resmî daire ise; bilgisayarlar, klimalar, aydınlatmalar, kablolar kablolar kablolar... Haliyle eski binaların eskimiş elektrik sistemleri bunca yükü taşıyamıyor ve en ufak bir aksaklıkta bina kül olup gidiyor.
Peki o zaman bu ağır yükü kaldıramayacağını bile bile niçin o binalara bu kadar yükleniliyor, niçin hâlâ aktif kullanılmaya çalışılıyor?
Bu binaların, adeta bir hazine sandığı olan İstanbul'un en nadide mücevherleri olduğunu niçin kimse anlamıyor?
Yakıp yıkma meraklısı zihniyetin hazine sandığının içine dalıp sandığı talan eden haramilerden ne farkı kalıyor?
Ne elmastan anlıyorlar, ne yakuttan, ne safirden. Onlara göre hepsi aynı, hepsi sadece 'taş'.
Değil mi?
****
Ağacı ormanı çalıyı çırpıyı bir yandan, taşı toprağı altın İstanbul'u öte yandan yaka yaka tüketiyorsunuz.
Ne tarihe, ne gelmişe, ne geçmişe, ne geleceğe, ne de doğaya saygı duyuyorsunuz.
Ve siz ülkemizi de, insanlarımızı da her anlamda ÇÖL'e çeviriyorsunuz...