Yazımızın başında konuyla alakalı olan TOKİ'nin yaptığı birbirinden âlâ binalara dokunmayalım, onları kendi hallerinde bir kenara bırakalım. Ondan sonra yazımızı okuyalım.
Bu haftaki konumuz, içeriye güvenlikten habersiz kuşun dahi uçmadığı neredeyse yarı açık cezaevini andıran ultra modern rezidanslar olsun.
'Her şey dahil' tatil anlayışının bir başka kolu olarak gelişen, içinde her türlü ihtiyaca cevap verebilecek olanakları barındıran bu rezidanslar doğal hayatı bozup, yeniden yaratılan çakma doğal hayatı dayıyor insanların önüne.
Bir yandan da gittikçe bozulan dengeler sonucunda sınıflar arasında derinleşen uçurumlar insanları birbirine düşman ederken, korku dağları bekliyor ve insanlar yüksek duvarlar ardına saklanma ihtiyacı hissediyor.
Getto mu demeli yoksa?
Nazilerin Yahudileri topladığı Gettolar gibi toplanıyor insanlar buralarda. Kapıdaki güvenlik görevlisinden icazet almadan eve girip çıkmak namümkün. Hele rezidansa konuk gelen yabancıların işi daha beter. Misafir olarak güvenliğe kime geldiğinin hesabını verecek. Güvenlik ev sahibini arayıp onay alacak. Neredeyse anne kızlık soyadı istenecek ya da üst aramasından geçilecek. Bu safhaları geçtikten sonra konuk içeriye alınacak. Aracını misafir otoparkına bırakacak. Hatta belki otoparkta kaybolacak. Gideceği evin bloğunu arayıp zar zor bulacak. Kendinizi şehre tepeden bakan muhteşem manzaralı eve dar atacak. Bundan sonrası kısa da olsa keyif
Kısa da olsa diyorum; malum, misafir dediğin evine döner
Rezidans cenneti İstanbul
Bu rezidansların tavan yaptığı yer İstanbul-Maslak. Adını dahi Manhattan'dan çakan hemcinsleri gibi hepsinin içlerinde yok yok. Havuzları, göleti, göletindeki adada palmiyeleri. Hani çalışmasan bu kompleksin içinden çıkmadan ömrünü tamamlayabilirsin.
Çalışınca ise evini akşamdan akşama göreceksin...
Evden işe-işten eve
Dediğim gibi evden çıkmayanlara hayat güzel. Lakin her sabah işe gidip, her akşam eve dönenlerin işi zor.
Büyük kentlerin orta yerlerine yerleştiriliveren rezidansların her birinde yaşayanların sayısını düşünelim. Böyle bir evde oturabildiklerine göre gelirlerinin iyi olduğunu var sayıp, her dairede en az iki araç olduğunu ve bu araçların sabah oldu mu bal toplamak için kovandan çıkan arılar gibi sitelerinden çıkıp, akşam oldu mu yine sitelerine döndüklerini hayal edelim.
Kısacası yeterince sıkışık trafiğe hatırı sayılır bir katkı da rezidans sakinlerinden geliyor.
Akıllı evlerin aklını seveyim
"Artık tüm binalarda olduğu gibi evlerde de uygulanabilen akıllı ev otomasyon sistemleri, hem maliyet, hem de konfor açısından ciddi avantajlar sağlıyor. Böylece yaşam alanınızda ideal konfor şartları sağlanırken, rutin olarak tekrarlanan işlemler kendiliğinden gerçekleştiriliyor, arızalar ve tehlikeler önceden bildirilebiliyor. Dokunmatik ekrandan programlanabilir evinizi elinizdeki bilgisayarlar ve telefonlar ile uzaktan programlayabileceksiniz" diyorlar.
Güzel, evet çok güzel
De; bugüne kadar hala akıllı fırını programlayıp kullanabileni görmedim ben. Her şey akıllı olsa da iş onu kullanacak insanda biter. İnsan da gözüyle görmeden, eliyle dokunmadan, burnuyla koklamadan ikna olmaz.
İhtimal o ki cep telefonundan evini sürekli gözetleyen insan, evini gözetlemekten kendini dışarıdaki hayatına veremez. Ayrıca evde kalan kişi varsa o da bundan pek memnun olmaz. Yok hırsızlığa karşıysa eğer bunca akıl, sitelerin giriş kapısındaki onca güvenlik görevlileri ile onca alarmlar ne işe yaramış oluyor o zaman.
İnsan unutur
Her şeyi yapan bir sistem varsa eğer insan hemen becerilerini kaybedebiliyor. "Nasılsa arkamdan bir toplayan var" diyor. "Ütüyü fişte bıraktıysam da, ışıkları açık unuttuysam da sorun değil. Nasılsa evim benden akıllı." diye diye böylece zihin de tembelleşiyor.
Hatırlayın, cep telefonları piyasaya çıkmadan önce aklımızda tutuyorduk. Şimdiyse akıllı telefonlar sayesinde en yakınımızın numarasını dahi bilmiyoruz.
Öğrenme nasıl hücre bazında oluyorsa, kullanılmayan şeyler yine aynı şekilde unutuluyor.
Birkaç kişi düşünüyor, icat ediyor, diğerleri ise sadece uyguluyor
Evi evde yaşamalı, sokağı sokakta
Varsın evimiz akılsız olsun. Varsın biz gelmeden perdeler kapanmasın. Varsın yemek eve geldiğimiz an hazır olmasın.
Evimiz doğal afetlere karşı, özellikle de deprem kuşağında yaşayan bir ülke olarak depreme dayanıklı olsun, bina yapımında malzemeden çalınmasın, taahhüt edilenler uygulansın, güvenlik sağlamlıkla ve öngörülerle sağlansın.
Polat Rezidans'ta çıkan yangını ve bina sisteminin yangını nasıl kontrol altına aldığını hatırlarsınız.
Demek ki ev ya da ofis alırken allı pullu göz boyamalara değil, somut önlemlere bakacağız.
Jetgillerin hayatını yaşıyor gibiyiz
İlk gençliğimizin çizgi karakterleri Jetgiller uzay çağında yaşıyorlardı.O gün onların hayal ettiği yürüyen bantlarımız tamam, sadece pencereden baktığımızda görünmesi gereken vızır vızır hava trafiği noksan.
Biraz daha dayanabilirsek eminim ki o da olur
.
Evler yapay, ya içindekiler?
Yapay şelalelerle, yapay Boğaz manzaraları ile, yapay dağlarla tepelerle bezenen rezidansların sakinleri memlekette bina anlayışına atılan formatı kendi yaşantılarına da atmışlar mıdır dersiniz?
Yapay da olsa cenneti yaşatan evlerin kapı önleri yine öbek öbek ayakkabılarla mı doludur?
Balkonlarından en az birisi kapatılmış ve çıfıt çarşısı haline dönüştürülmüş müdür?
Çamaşırlar balkondan aşağıya sallandırılıyor mudur?
Saklama kabı niyetine yoğurt kapları bir köşede saklanıyor mudur?
Evinde baktığı kedisi pahalı mobilyalarına zarar vermesin diye zavallı hayvanın tırnakları çektiriliyor mudur?
Ya da köpeğini dışarıya çıkartan zat, köpeğin beğendiği yere dışkısını bırakmasını sağlayıp, sonra da dönüp arkasını gidiyor mudur?
Havuza giren çocuklar tuvaletlerini yapmak için havuzdan çıkıp tuvalete gitmeye üşeniyor mudur?
Çöpler çöp öğütme makinesine sıkışıyor mudur ya da çöpü almaya gelen kapıcıdan önce kapı önüne bırakılan çöplerin akan suyu caaanım merdivenlere ince ince sızarak, geçtiği her yere o müthiş kokusunu bırakıyor mudur?
Halılar 33. kattan silkelenince daha temiz oluyor mudur?
Ya da evler bir fotoğraf çekim stüdyosu ya da bir film platosu soğukluğunda, sanki içinde yaşayanı yokmuş gibi hiç dağılmadan hep öyle mum gibi mi duruyordur?
Rezidansları görünce bunun gibi bir dolu soru geliyor aklıma.
Bursa rezidansları
Bu oluşumdan Bursa da nasibini alıyor tabii. O kadar yüksek olmasa da yine de 20 katı deviren binalar var. Doğanbey'i saymazsak bu yüksek binalar genelde şehrin çevresinde yer alıyor. Bursa'nın Altıparmak Caddesi'ndeki eskinin yüksek binaları yenilerin yanında yüksekliğini kaybetmiş durumda. Şehir, her geçen gün daha çoğalan ve daha yükselen binalarla çevreleniyor. Kentsel dönüşüm bu yükselmeyi yavaş yavaş şehrin merkezine doğru kaydırıyor. Yıkılan binaların hissedarları ile inşaat firmasının kazanacağı gelir karşı karşıya kalınca ortaya rant diye bir fikir doğuyor. Haliyle şirketler bu dönüşümü kimsenin kara kaşına, kara gözüne yapmıyor. Olan da yeşilini kaybeden ve gittikçe grileşen eskinin Yeşil Bursa'sına oluyor.
Ama biz Bursalılar bu kadar yüksekleri sevmeyiz. Yeşille iç içe yaşayalım, dikeye değil yataya yayılalım isteriz. 3-5 katlı binaların balkonlarını bile çiçek bahçesine çeviririz. İki katlı ahşap evlerde büyümüş olmanın verdiği bir alışkanlıkla belki yüksek katlı binalarda yeşilden uzak yaşamayı bir türlü hazmedemeyiz.
O yüzdendir belki rezidans tarzı binaların yeterince talep görmemesi. Ya da yerleşik düzen seven ailelerin tercih etmemesi.
Meydan isteriz ama içine kaynamayın
Bu aralar yüksek binalar yapmak kadar yıkalım yerine meydan yapalım' hevesimiz de var. Meydan deyince aklımıza Moskova'nın Kızıl Meydan'ı, Paris'in Champs Elysees'i, New York'un Times Square'i, Pekin'in Tiananmen'i geliyor değil mi?
Sonra da bizim Kent Meydanı'na ve eski Sigorta Binası'nın yerine yapılan, yanına da BTSO binası sokuşturulan, içine de iki tane yüzen taş kondurulan meydana bakıyoruz. I-ıh, tutmuyor.
Ardından da yıkılması ve yerine meydan yapılması planlanan Atatürk Stadyumu projesini düşünüyoruz.
"Eskiyen ve tehlike arz eden ne varsa yıkılsın, yerine eskiyi aratmayacak olanı yapılsın. Altında otoparkıyla, yanında Kültür Parkıyla, çevresinde meydanı meydan yapacak oluşumlarıyla olsun o meydan. Stadyum Caddesi'nin hayaleti o malum bina gibi binaların gölgesi düşmesin yeni meydanın üzerine. 50'li yıllardan beri ayakta kalmaya çalışan, zaman zaman elden geçirilen ama yine de köhnemekten kurtulamayan stadyum tarih sayfalarına karışırken hatırasına ihanet edilmesin. Eski ile eskimiş kavramları birbirine girmesin." diyoruz.
Karşı pencere
Geçmiş yıllardan birinde National Geographic dergisinin bir sayısındaki kapak fotoğrafından uzun süre gözlerimi alamadığımı hatırlıyorum. Bir gökdelenin gece halinin yakın çekimiydi o fotoğraf. Bazı lambalar yanıktı gökdelende, bazıları karanlık. Ofislerin olduğu bir plaza mıydı burası, yoksa şimdilerde bizim de pek merak saldığımız bir rezidans mıydı bilmem.
Kim bilir kaç katlı binanın ışığı yanan pencerelerine dalıp gitmişim. İçeridekiler belki o anda yemekte, belki duşta, belki tartışıyorlar, belki gülüp eğleniyorlar, belki de tembel tembel televizyon izliyorlar. Çocuklular, bekârlar, evliler... Üst tüste bilmem kaç katlı o binada kimbilir kimler kimler...
Göğü delen Gökdelenler
Amerika'da gökdelenin tarihi 30'lara dayanıyor. New York'taki 1930 yılında tamamlanan 77 katlı, 319 metrelik Chrysler binası ile 1931 yılında yapılan 102 katlı 381 metrelik Empire States en eskiler. ABD'deki gökdelen inşaatlarından akılda kalan o meşhur fotoğrafı hatırlarsınız. Çelik bloklar üzerine sıralanmış bir halde, kuşbakışı şehir manzarası eşliğinde, bacaklarını aşağıya sallandırmış ve öğlen yemeklerini yiyen bir gurup işçi. Şimdiyse, o günlerde başlayan gökdelen sevdası ile Manhattan, gökdelenlerin sıradanlaştığı, şehrin boyunun uzadığı, adeta dev adamların yaşadığı bir başka dünya.
Ennn yüksekler
Dünyadaki en yüksek gökdelen olan Burç Halife 2009 yılında yapılmış. 160katlı ve 818 metre yüksekliğinde. Ve tabii ki her şeyin EN EN EN'ini seven Dubai'de...
Gökdelen aslında gemicilikte geminin uzun direğine verilen isim imiş. Bir binanın gökdelen olabilmesi için de en düşük yükseklik 305 metre (1000 fit) olmalıymış.
Türkiye'nin ilk gökdeleni bu rakamların yanından geçemeyen 143 metrelik boyu ve 29 katı ile 1991 yılında tamamlanan Sheraton Ankara görünüyor. Daha sonraki yıllarda katlar arttıkça haliyle yükseklik de artmış.
Şu anda en yüksek bina sıralamasında 4'üncü sırada olan,1995 yılında başlanıp 2000 yılında tamamlanan, 181 metre yüksekliğinde ve 52 katlı İş Kuleleri 2011'e kadar Türkiye'nin en yüksek binası olma unvanını korumuş.
2011 yılında tamamlanan 66 katlı ve 261 metre yükseklikteki Sapphire of Istanbul ise şu anda en yüksek bina sıralamasında 1. sırada.
Yine İstanbul'da Anthill Residence 1 ve 2, 54 kat ve 210 metre ile ikinci ve üçüncü sırada geliyorlar.
İzmir'de 2018 yılında tamamlanması planlanan Folkart Highlife ise 75 katlı ve 358 metre yüksekliği ile Türkiye'nin en yüksek binası olmaya aday.
Gökdelenlerin teknik özelliklerini incelediğinde ya da National Geographic kanalında yayınlanan Big Construction programını izlediğinde bu devasa binaların hepsinin birer mühendislik harikası olduklarını görüyor insan.
Nedir insanları daha yükseğini yapmaya heveslendiren diye düşünüyor sonra. Kendi küçüklüğünü inkâr etmek midir? Doğaya karşı bir güç gösterisi midir? Dünyaya imza atma hevesi midir?
Bu gidişle gökdelenlerden birisinin en üst katı ay'a ulaşacak ve o kat Ay'daki gökdelenin birinci katı olacak. Bu sayede de ay uyduluğunu bir kenara bırakıp dünyayla çat kapı komşuluk yapacak.
Toprağa yakın olmalı insan
İçinde ofislerin bulunduğu gökdelenleri bir kenara bırakırsak, yaşamak için toprağa yakın olmalı insan. Yağan yağmurun ardından topraktan yükselen o kokuyu anında solumalı. Canı istedi mi ayakkabıları fırlatıp toprağa yalın ayak basmalı.
Taş üstüne taş koyup sefer tası gibi binalarda yaşamamalı.
Hadi Japonların yüksek binalar yapmasını anlayabiliyorum. Yerleri dar, oldukları yerde zor dönüyorlar. Çareyi dikey yerleşimde bulmuşlar. Ya yeri olanlar?
Bizim 70'lerin özentisi apartmanlardan vazgeçmemiz biraz daha zaman alacak. Malum yazlıklarımız yüksek, kışlıklarımız yüksek. Rüzgârlı tepelerde yaşamayı seviyoruz. Gittikçe de daha yükseliyoruz...
Evim evim güzel evim
Yazının sonunda sahibinden akıllı evlerin sunduğu haddinden fazla konfor bazı şeyleri yok etmeyecek mi diye soralım.
Mesela; 'Ben eve gelmeden ev ısınsın' derken, kapıdan içeriye soğuktan elleri ovuşturarak kırmızı bir burunla girmek uzaklarda mı kalacak?
Ya da sıcaktan bunalmış halde eve gelip evin serinliğinin koynuna sığınmanın keyfine ne olacak?
Ah evceğzim evceğzim, sen bilirsin halceğzim denilebilecek, eskidi mi onca yılı yok sayarak hemen yenisiyle değiştirilmeyecek, her köşesine ev sahiplerinin kokusu sinmiş, yıllar sonra dahi o evde büyüyen çocukların kahkahalarıyla çınlayan, her santimetrekaresine sadakatle bağlanılan, üzerine titrenen, sevildikçe güzelleşen evler ne olacak?
Akıllı da olsa akılsız da olsa, villa da olsa rezidans da olsa, apartman dairesi, gecekondu ya da müstakil fark etmez, ev olabilmek başka bir şey.
Sıcak, huzurlu ve güvenli bir ev olup, yuvaya dönüşebilmek aklın ötesinde yürekle gerçekleşiyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder