27 Mart 2012 Salı

Siyaset Sahnesi ve Sanat Sahnesi

Basın dün, CHP'nin Tandoğan'da düzenlediği halka açık Grup Toplantısı'yla meşgul iken Dünya Tiyatro Günü bir köşede sıkıştı kaldı sanki.
Dünya Tiyatro Günü adına dünyada ve Türkiye'de bildiriler yayınlandı. Kim duydu kim duymadı, kim okudu kim okumadı hepsi karambole gitti.
Siyaset sahnesi, sanat sahnesinin önüne geçti...
****
Tiyatro izlemeyi sever misiniz, fırsat bulup tiyatroya gider misiniz, gitseniz de keyif alır mısınız?
Ya da, bir tiyatro oyununu izlerken o oyunun hazırlık aşamalarının nerelerden geçtiğini düşünür müsünüz?
Oyun seçimi, rollerin dağılımı, kostüm belirlenmesi ve provaları, dekor uygulamaları ve dekor malzemeleri, günlerce-gecelerce süren sahne tekrarları, oyunun yazılı metni ve tabii ki ezberler...
"Ben ezber yapamam!" diyenler için minik bir tüyo;
Hangi oyunun oynanacağından başlayarak, oyunun seyirciyle buluşmasına kadar bir oyunun o kadar çok kez provası olur ki; sadece kendi rolünüzü değil, diğer bütün rollerin repliklerini ezberlersiniz.
Nereden mi biliyorum,
Tabii ki üç yıl art arda tiyatroda rol almamdan...
****
Lise yıllarımızın en gözde etkinliklerinden birisi de tiyatro idi.
O zamanlar şimdiki gibi dershaneden dershaneye koşturma modası olmadığından olsa gerek, spordan sanata her türlü etkinliğe ayırabilecek vaktimiz oluyordu.
Bizden önceki devirlerden başlayıp bizimle devam eden lisemizdeki tiyatro geleneği daha sonra ne kadar sürdü bilmiyorum.
Küçük bir kasabanın, küçük bir lisesindeki küçük bir tiyatro etkinliğinin ne kadar özverili ve büyük bir çalışmanın sonucunda gerçekleştiğini belki hayal edemezsiniz.
Belki sadece müsamere der geçersiniz.
Lakin bizim sahnelediğimiz oyunlar pek de müsamere tadında değildi.
Bildiğimiz tiyatro oyunuydu.
Evden getirilen bardak-çanaklar. Konu-komşudan bulunan kıyafetler. Çay yerine çay bardağına doldurulan kolalar...
Ve dekorların yenmemesi-içilmemesi için edilen tembihler...
Dilimize ve sesimize hakim olabilmemiz için doğru konuşma dersleri vermeye gelen tiyatrocu eğitmenler.
Ve ezberlememiz için elimize tutuşturduğu tekerlemelerle dolu kâğıtlar...
En önemlisi de; sahnede iken seyirciyle göz teması kurmama ve oyun esnasında gülmeme talimatları...
Gülmek yasak denmemiş miydi?
Suflöründen ışıkçısına gerçek bir tiyatro ortamı...
Tiyatro ekibiyle Bursa'ya, Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'na oyun izlemeye gitme, tiyatronun kulisini gezme, oyuncularla tanışma, daha sonra da ciddi anlamda ilk tiyatro oyununu izleme...
****
Okullardaki sanat ve spor etkinliklerinin bir insanın temeline oldukça sağlam yapı taşları koyduğunu düşünürüm.
Sanatın olmadığı yerde her türlü melanetin daha kolay yaşanabileceğini düşünürüm.
Sanatçının, sanatını icra ederken geçim derdine düşmemesi gerektiğine inanırım.
Geçim derdine düşerek akıntıya kapılmasını ve sadece o akıntı yönünde ürünler vermesini değil de; kendi akımını yaratmasını, kendi akımıyla insanları yönlendirmesini beklerim.
Kendisine bahşedilen bir yeteneği özgürce kullanmasını ve insanlığa yenilikler sunmasını isterim.
Sınırlandırılan ve sıkıştırılan sanatın, sanat olmaktan başka her şeye benzediğini; sanatçının da sanatçılığından gittikçe uzaklaşarak sıradanlaştığını görürüm.
Şimdilerde sanatın ve sanatçının farkında olmayan bir kesim var.
Türkan Şoray'ın Devlet Sanatçılığını sorgulayarak VIP'den geçişini engelleyen güvenlik görevlisi bir yanda, hırsızlık için girdiği ressamın atölyesindeki resimleri değil de Play Station'u çalan hırsız kişi bir yanda.
(Arsen Lüpen'i çok ararız...)
Baleyi ve operayı gereksiz bulanlar, resim ve heykelin ahlâka aykırılığından yakınarak eserlerin zedelenmesine teşvik çıkartanlar, bir müzedeki paha biçilmez resimlere soba boyası bulaştıranlar...
Bir de sanatı muhafazakârlaştırmak isteyen bir kesim var.
Sanatçı dediğin eskiyi korur, eskiye kıymet verir, eskiden esinlenir, eski sanatları yineleyerek yaşatır.
Bu olması gerekendir.
Lakin sanatçı dediğin; yeniliğe kapalı, sadece ama sadece eski sanatlara kıymet biçen bir anlayışla olduğu yerde sayamaz.
Çünkü sanat her zaman yenilikçidir.
Her zaman doğurgandır.
Bu doğurganlık engellenemez...
****
Yazımı Atatürk'ün 'Siyaset Sahnesi'ndeki oyunculara seslendiği veciz sözüyle bitirmek istiyorum:
"Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, Bakan olabilirsiniz; hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız."

Kapak fotoğrafı "Bir Yol" oyunundan. Tarih: 22 Mayıs 1976
Ara fotoğraf ise "Topuzlu" oyunundan (oyun öncesi). Tarih: 19 Nisan 1975

24 Mart 2012 Cumartesi

Doğanın kudretine karşı durmak

Lütfen bu yazıyı okurken taraf olma duygularınızı ve kutsal kavramlarınızı bir kenara bırakın, sonra başlayın okumaya.
Yazılmış her satıra, sıradan bir insanın kendi kendine konuşmalarının yazıya dökülmüş hali olarak bakın.
Biliyorsunuz uzun zamandır türban meseleleri gündemde yok. "Türbanıma dokunma " protestoları bitti.
Herkes artık istediği kadar kapanmakta 'özgür'.
Kimin ne giydiği, nasıl giydiği, ne kadar açıldığı ya da ne kadar kapandığı pek umurumda olmaz.
Yeter ki temiz ve özenli olsun. Yeter ki içindekini dışına yansıtsın. Yeter ki "kendisi" olsun, kendisini ifade etsin.
Malum; sırf moda diye modacıların piyasaya sunduğu her ne varsa üzerine geçirip hiçbirisiyle uyum sağlayamayan insanlar var.
Evinin dekorasyonunu bir iç mimara teslim edip de, o evin içinde eve yabancı kalmak gibi bir şey bu da.
****
Çağını yaşarken elbette birilerinden etkileniyor insan. Göz önünde olan sanatçılar, aktörler, aktristler bu konuda oldukça belirleyici. Saç modellerinden tutun da giyim tarzlarına kadar her şeyleri örnek alınıyor.
Pek çok kişi taklit ettiği kişinin görüntüsünü bir elbise misali üzerine giyiyor ama o elbiseyi üzerine bir türlü oturtamıyor. Ya boyu kısa geliyor ya da beden ölçüsü büyük...
Hayatı algılama ve yaşama tarzlarını giyimlerine yansıtanlarsa, işte onlar bu işi biliyor...
****
Peki ya şimdilerde toplumda oluşan yeni moda akımı için ne diyeceksiniz?
Bu yeni moda giyinmenin hayatı algılama ve yaşama tarzıyla bir alâkası var mı sizce de?
Altı kaval üstü şişhane misali gezen genç kızları siz de her yerde görüyorsunuzdur. Onlarla aynı cinsten olsanız dahi siz de bu ilginç görüntüye dönüp bir kez daha bakıyorsunuzdur.
Benim diyen bir kişinin dahi giyemeyeceği kadar iddialı kıyafetler ve bir o kadar da iddialı bir makyajın üzerine kondurulan yine aynı iddiadaki baş örtüsüyle salına salına dolaşan kızların neyi yansıttığını bir türlü anlamış değiliz.
'Dinim böyle emrediyor' dese; e ama saçından gayrısını açmanı da emretmiyordur herhalde diyesim var.
'Kapanma özgürlüğü ve demokrasi var' dese; kıvırıyorsun diyesim var.
'Bu da bir çeşit moda' dese, amenna diyesim var.
En azından bu dürüst bir yaklaşım...
****
Başlara takılan hepsi birbirinden albenili renkteki o örtülere bakınca, yaratanın yarattığı kılla tüyle niye bu kadar uğraşıyoruz acaba diye düşünürüm çok zaman.
Başımızdaki o kılları bu kadar saklamaya çalışacağımıza toptan mı kazıtsak acaba derim. Hani madem o kadar rahatsız ediciler...
Sonra düşünceler sıra sıra yuvarlanmaya başlar.
Başımızda saç olmamış olsa ne yapardık acaba derim...
Güneşten ve soğuktan korunmak için başımızın üzerine illa ki bir şeyler kondururduk değil mi?
Sonra da zaten kondurulmuş olduğunu görünce, "sen ne büyüksün ey Allahım" derim.
İşte sen o işi yapmışsın. Bizlere saç vermişsin...
Başı korumak için verilen saçı yoksayıp da yerine örtüler koymak, hele hele de o saçı kendi doğallığıyla süslemek varken başa takılan örtüleri türlü şekillere sokmak, üstelik bunu da kuaförlere avuç dolusu paralar dökerek yaptırmak nasıl bir düşüncenin eseridir.
Sizi bilmem ama Ben'ce; tamamiyle kadın olmanın eseridir...
Kadın dediğin her halûkarda bakılmak ve beğenilmek ister. Saçıyla başıyla oynamak ister. Bu onun doğasında vardır ve engellenirse bambaşka yerlerden kendini gösterir.
Dikkat edin; bazı insanlar açıldıkça kapanır, bazı insanlar da kapandıkça açılır...
****
İnanç sorgulamaları benim üstüme vazife değil.
Bu sorgulamaları bir kenara bırakıp doğaya dönecek olursak;
Herkes yaşadığı iklim şartlarına göre bir giyim tarzı belirliyor kendisine değil mi?
Afrika'nın giyinmeyi bilmeyen kabilelerini kutuplara, kutuplardaki eskimoları da Afrika'nın ortasına bıraksak giyimleri konusunda inatlaşacaklarını hiç sanmıyorum...
Biz hayvan değiliz ki üzerimizde sabit bir postumuz olsun. Soğuğu gördük mü giyinir, sıcağı gördük mü soyunuruz.
Hayvanlar bile sıcaklar bastırmaya başladı mı tüy dökerek elbiselerini inceltirler ve sıcak mevsimleri böyle atlatırlar. Soğuklar başladı mı da tüyleri yeniden sıklaşmaya ve vücutları yeniden yağlanmaya başlar.
Tamamen bilinçsizce, tamamen istem dışı, tamamen doğanın emriyle...
****
Bir de anatomik yaradılışımız var ki o her şeyin üzerinde...
Vücudumuzdaki ana kumanda merkezi olan beyin en sağlam kemiklerden oluşmuş kafatasının içinde güvenle korunuyor.
Nesillerin devamı için büyük önem arz eden üreme organları ona keza, en korunaklı ve en kuytu köşelere saklanmışlar. Bizlerin çamaşırlarımızın altına saklayarak korumaya aldığımız üreme organlarımız, hayvanlarda da tüyler ve kuyruk ile örtülerek korunuyor sanki.
Yine akıllara zarar bir doğa olayıyla dünyaya gelen bebeklerin besinleri annelerinin memelerinde sıcacık bir halde bir bebeği beslemeye hazır. Ve üstelik bebeğin kucaklanarak en doğru şekilde emzirileceği yerde, iki kolun arasında duruyorlar...
Memeliler böyleyken yumurtadan çıkanlar, içinde belli bir zaman yaşadıkları yumurtadan can alarak beslenip büyüyor, yumurtanın kabuğunu kırarak çıkabilecek ve dünyada yaşayabilecek hale geliyorlar.
Görüyorsunuz doğa , sahip olduğu canlıları öyle güzel koruma altına almış ki, bize pek bir iş bırakmamış...
Hepsine ayrı ayrı özellikler vermiş. Besin zincirini oluştururken üremenin azlığını ya da çokluğunu sağlamış.
Besin piramidinin en altındakiler bir sene içinde defalarca ve bir batında onlarca, hatta binlerce üreyebiliyorlar iken, piramidin üzerindekiler daha az yavru yapıyorlar.
Doğaya bırakılan yumurtalar ya da yavrular diğer canlılara besin olurken, aralarından sıyrılarak sağ kalanlar büyüyüp yetişerek üstlerine düşen üreme vazifesini yerine getiriyorlar.
Böylece yeryüzündeki, gökyüzündeki, denizlerdeki, tarlalardaki, bağlarda bahçelerdeki, caddelerde sokaklardaki -gördüğümüz ya da görmediğimiz- canlılar hiç eksik olmuyor...
****
Doğal hayat içinde bütün canlılar doğalarıyla bütünleşirken bunların içinden bir tek insan aklıyla sıyrılıyor ve kendisine verilen o akıl sayesinde doğasından gittikçe uzaklaşıyor.
Kimi zaman iyi yapıyor, kimi zaman da kötü...
Onun doğasında da o doğallığı yok edip diğer canlı türlerinden farklı olduğunu ispat etmek var belki de.
Yani;
Bir çeşit doğanın kudretine karşı durmak.
Şaşmaz bir şekilde her zaman yenilse dahi, yine de doğayla savaşmak...

15 Mart 2012 Perşembe

Piranha Psikolojisi

Doğal hayatı anlatan belgesellerde piranha balığını görmüşsünüzdür. Özelliklerini dinlemişsinizdir.
Unutmuş olabilirsiniz diye bir kez de ben anlatayım...
Bu balıkların en belirgin özellikleri iri ve sivri dişleridir. Güçlü kaslara bağlı alt ve üst çenelerinde sıralanmış olan ustura gibi dişleri, ağızları kapandığında birbirlerine sıkıca kenetlenir. Böylece piranha kendinden çok daha iri olan avından büyük parçalar koparabilir.
Çene ve kas sistemi bakımından bir çeşit köpek balığına benzeyen piranhalar kan kokusuna dayanamazlar. Örneğin piranhanın annesi yaralanmışsa ve piranha kan kokusunu duyarsa annesini yer...
Piranhalar doğada da, akvaryumda da avlanarak beslenen canlılardır. Yem atılınca bazen korkak davranışlar sergilerler. Geri çekilip bir iki kere yaklaşıp kaçarlar ve daha sonra aralarından bir balık ilk ısırığı alır.
Alınan o ilk ısırıktan sonra artık kurbanın kaçışı kalmamıştır ve saliseler içinde diğerleri de saldırır.
Piranhalar sürü oluşturacak kadar sayıda değillerse bu güdülerini kaybeder ve parçalama işini bırakırlar.
En az beş-altı balık ile oluşturulacak küçük bir sürü bile balıkların birbirinden kuvvet almasını sağlar ve kendilerinden üç-dört kat daha büyük bir canlıya saldırabilirler.
Piranhaların saldıramayacağı avın boyutu sürüdeki balık sayısına bağlıdır. Onlar saldırırken tek vücut olurlar ve hepsinin oluşturduğu kütleden daha büyük bir canlıya saldıramazlar.
****
Piranhaların bu özelliklerini okurken sizin de aklınıza insan davranışları geldi mi?
Recm için ilk taşı atan insan ile balıktan ilk ısırığı koparan piranha sanki biraz birbirine benziyor.
Ki alınan ilk ısırıktan, atılan ilk taştan sonrası tam bir çılgınlık, tam bir delirme, tam bir çığrından çıkma, tam bir şuursuzluk...
Ta ki kurbanın son lokması da yenilip bitene kadar.
Ondan sonrası sessizlik ve sükûnet...
Bir çeşit evlere dağılma....
****
Bakın aslında, tek başınayken kifayetsiz ve cesaretsiz olup da, birkaç kişi bir araya gelince bir canavara dönüşme davranışında da piranhalarla birbirimize benziyoruz.
Hatırlayın;
Nasıl kestik Kubilay'ı...
Nasıl yaktık Madımak'ı...
Üstelik bir de zaman aşımından salıverdik suçluları...
Suçun olduğu yerde suçlunun olmaması, suçu işleyenin birey değil de tek vücut olmuş bir yaratık olarak algılanmasından mıdır?
O yaratığı oluşturanların tek tek kişiler, sen-ben gibi sıradan insanlar olduğunun anlaşılamamasından mıdır?
Yoksa; "ne kadar da güzel ettik"çilikten midir?
****
Yargının on dokuz yıl düşünüp de -nihayet- verdiği karara göre Madımak Davası'nda suçlu yok...
Ben'ce;
Suçlu yoksa, o zaman suç da yoktur.
Suç yoksa Madımak da yanmamıştır.
Madımak yanmamışsa o zaman o canlar hâlâ sağdır.
O canlar hâlâ sağsa
Nerelerdelerdir?

3 Mart 2012 Cumartesi

Benden artık bu kadar…

Yok yok, başlığa bakıp da bir yere gittiğimi zannetmeyin sakın…
Bugün Dünya İntiharı Önleme Günü imiş….

Bunu görünce geçtiğimiz yıl intihar eden bir genç kadının görüntüleri düştü aklıma;
Adapazarı’ndaki Sakarya Köprüsü üzerinden Sakarya nehrinin taşkın sularına atlayarak intihar eden 32 yaşındaki genç kadın ve perişan babası ile köprünün parmaklıklarının dışına çıkmış, parmaklıklara tutunurken sallanan -belki de titreyen- genç kadının görüntüleri.

Hangi çaresizlikle hayatının en güzel denebilecek yaşlarında vazgeçmişti hayatından bu genç kadın.
Neydi onu “Tamam artık, benden bu kadar!” dedirten.
Neydi onu ölüm korkusundan dahi korkmayacak hale getiren.
Neydi onu hayata veda ettirip, ölümün soğuk kollarına davet eden.
Polisin ve yakınlarının tüm ikna çabalarına karşı hepsinin gözünün önünde bir anda kendisini boşluğa bıraktırıveren.
Atlayışın ardından kopan kıyameti tahmin edersiniz.
Babanın çıldırmışcasına nehrin kenarına inmesi, akıntı boyunca gözleri evladını arayarak bir ümitle ve yalvaran nidalarla bir o taraf bir bu tarafa koşturması ve yanındakilerden hiç kimsenin onun verdiği tepkileri vermemesi…
Ateş düştüğü yeri yakıyor diye boşuna dememişler.
Giden can seninse, canından can kopan da sensin elbet…
Evladının bedeni bulunana kadar o nehrin kenarından evine dönüp, yatağına yatıp, derin uykulara dalabilir mi artık o baba.
Hiç sanmam….
****
Zaman zaman çok bunaldığımızda hepimizin aklına düşer aslında ölüp gitmek.
“Ölsem de kurtulsam!” lâfı annelerin en meşhur lâfıdır mesela.
Onların dillerine pelesenk ettikleri bu deyişe evde kimseler aldırmaz ya neyse. Onlar bilirler ki böyle deseler de anneler ne evlatlarını, ne evlerini, ne de hayatlarını bırakıp hiçbir yere gidemezler.
Yaşamalarını vazgeçilmez kılan kökleri hayatın en derinlerine saplanmıştır bir kere, kolay kolay yerinden ayrılmaz, sökülüp atılmaz…
Kadın vazgeçmişse eğer, sorun büyüktür, hem de çok büyüktür…
Erkeklere bakacak olursak; onlar, arkalarında bıraktıkları dağınıkları toplayacak bir kadına güvendiklerinden olsa gerek, hayatta kalıp güçlüklerle savaşmak yerine pes edip gitmeyi daha kolay tercih ederler.
Erkeklik gururlarına yediremedikleri bir yenilmişlikle yaşamaktansa, başları dik ölmeyi yeğlerler.
Bir cinnet anında hayattan vazgeçmek gençlere aittir.
Genç kişi, sevdiğinin kendisini reddetmesinden tutun da, karnesine gelen zayıfa kadar her vesileyle canına kıyabilir.
Adı üzerinde, kanlarının deli deli aktığı çağlardalar.
Ne akıl ne de mantık.
Varsa yoksa duygular, varsa yoksa hormonlar…
Psikiyatrik bir sorunu olmadığı sürece, yetişkin bir insan aniden vazgeçmez hayatından. Artık kaçacak bir yeri kalmayıp da en dibe battığını varsaydığı anda yapar planını. Adım adım uygular ve alır başını gider.
Hâttâ, kendi gidişinin ardından kalanlar da aynı sıkıntıyı çekmesinler diye bazen onları da toparlar yanında.
“Bir cinnet anında….” diye başlıklar atılır ardından.
O cinnet anının evveliyatını deşeleyince neler çıkar neler…
Oysa ölümden gayrı her şeye bir çare vardır hayatta.
“Bundan kötüsü de olmaz” dendiği günün ertesinde pırıl pırıl bir güne uyanabilir insan.
Ya da çok daha kötü bir güne…
Hayatı her evresiyle kabul etmek lâzım aslında. Haddinden fazla duyarlı olmamak lâzım.
Lakin;
Göz göre göre kimseyi çaresizliklere itmemek de lâzım.
Çıkış yollarını kapatıp, nefes alma organlarını kesmemek de lâzım.
Dizilerde ya da filmlerde, en ufak bir sorun karşısında birbirlerini ya da kendilerini öldürmelerini senaryolara koymamak lâzım. Bunları ulu orta sorumsuzca sergilememek lâzım.
Özellikle de gençler kendilerini o film karesindeki başrol oyuncusu olarak görmek isteyebilirler, onlara -bu şekilde- yol gösterici olmamak lâzım.
Yaşamayı ağırlaştırmak yerine biraz daha hafifleştirmek lâzım.
Kederler ve üzüntülerin yanında neşenin ve keyfin de olduğunu fark edip, hepsini yerli yerince yaşamayı öğrenmek lâzım.
İnsan denilen canlının taştan olmadığını, herkesin bir kırılma noktası olabileceğini unutmamak lâzım.
Ruhu ölmüş bir kişinin bedenini yok etmesi işten bile değildir.
Bunu bilip, hiç kimseyi o raddeye getirmemek lâzım…