Yok yok, başlığa bakıp da bir yere gittiğimi zannetmeyin sakın…
Bugün Dünya İntiharı Önleme Günü imiş….
Bunu görünce geçtiğimiz yıl intihar eden bir genç kadının görüntüleri düştü aklıma;
Adapazarı’ndaki Sakarya Köprüsü üzerinden Sakarya nehrinin taşkın sularına atlayarak intihar eden 32 yaşındaki genç kadın ve perişan babası ile köprünün parmaklıklarının dışına çıkmış, parmaklıklara tutunurken sallanan -belki de titreyen- genç kadının görüntüleri.
Hangi çaresizlikle hayatının en güzel denebilecek yaşlarında vazgeçmişti hayatından bu genç kadın.
Neydi onu “Tamam artık, benden bu kadar!” dedirten.
Neydi onu ölüm korkusundan dahi korkmayacak hale getiren.
Neydi onu hayata veda ettirip, ölümün soğuk kollarına davet eden.
Polisin ve yakınlarının tüm ikna çabalarına karşı hepsinin gözünün önünde bir anda kendisini boşluğa bıraktırıveren.
Atlayışın ardından kopan kıyameti tahmin edersiniz.
Babanın çıldırmışcasına nehrin kenarına inmesi, akıntı boyunca gözleri evladını arayarak bir ümitle ve yalvaran nidalarla bir o taraf bir bu tarafa koşturması ve yanındakilerden hiç kimsenin onun verdiği tepkileri vermemesi…
Ateş düştüğü yeri yakıyor diye boşuna dememişler.
Giden can seninse, canından can kopan da sensin elbet…
Evladının bedeni bulunana kadar o nehrin kenarından evine dönüp, yatağına yatıp, derin uykulara dalabilir mi artık o baba.
Hiç sanmam….
****
Zaman zaman çok bunaldığımızda hepimizin aklına düşer aslında ölüp gitmek.
“Ölsem de kurtulsam!” lâfı annelerin en meşhur lâfıdır mesela.
Onların dillerine pelesenk ettikleri bu deyişe evde kimseler aldırmaz ya neyse. Onlar bilirler ki böyle deseler de anneler ne evlatlarını, ne evlerini, ne de hayatlarını bırakıp hiçbir yere gidemezler.
Yaşamalarını vazgeçilmez kılan kökleri hayatın en derinlerine saplanmıştır bir kere, kolay kolay yerinden ayrılmaz, sökülüp atılmaz…
Kadın vazgeçmişse eğer, sorun büyüktür, hem de çok büyüktür…
Erkeklere bakacak olursak; onlar, arkalarında bıraktıkları dağınıkları toplayacak bir kadına güvendiklerinden olsa gerek, hayatta kalıp güçlüklerle savaşmak yerine pes edip gitmeyi daha kolay tercih ederler.
Erkeklik gururlarına yediremedikleri bir yenilmişlikle yaşamaktansa, başları dik ölmeyi yeğlerler.
Bir cinnet anında hayattan vazgeçmek gençlere aittir.
Genç kişi, sevdiğinin kendisini reddetmesinden tutun da, karnesine gelen zayıfa kadar her vesileyle canına kıyabilir.
Adı üzerinde, kanlarının deli deli aktığı çağlardalar.
Ne akıl ne de mantık.
Varsa yoksa duygular, varsa yoksa hormonlar…
Psikiyatrik bir sorunu olmadığı sürece, yetişkin bir insan aniden vazgeçmez hayatından. Artık kaçacak bir yeri kalmayıp da en dibe battığını varsaydığı anda yapar planını. Adım adım uygular ve alır başını gider.
Hâttâ, kendi gidişinin ardından kalanlar da aynı sıkıntıyı çekmesinler diye bazen onları da toparlar yanında.
“Bir cinnet anında….” diye başlıklar atılır ardından.
O cinnet anının evveliyatını deşeleyince neler çıkar neler…
Oysa ölümden gayrı her şeye bir çare vardır hayatta.
“Bundan kötüsü de olmaz” dendiği günün ertesinde pırıl pırıl bir güne uyanabilir insan.
Ya da çok daha kötü bir güne…
Hayatı her evresiyle kabul etmek lâzım aslında. Haddinden fazla duyarlı olmamak lâzım.
Lakin;
Göz göre göre kimseyi çaresizliklere itmemek de lâzım.
Çıkış yollarını kapatıp, nefes alma organlarını kesmemek de lâzım.
Dizilerde ya da filmlerde, en ufak bir sorun karşısında birbirlerini ya da kendilerini öldürmelerini senaryolara koymamak lâzım. Bunları ulu orta sorumsuzca sergilememek lâzım.
Özellikle de gençler kendilerini o film karesindeki başrol oyuncusu olarak görmek isteyebilirler, onlara -bu şekilde- yol gösterici olmamak lâzım.
Yaşamayı ağırlaştırmak yerine biraz daha hafifleştirmek lâzım.
Kederler ve üzüntülerin yanında neşenin ve keyfin de olduğunu fark edip, hepsini yerli yerince yaşamayı öğrenmek lâzım.
İnsan denilen canlının taştan olmadığını, herkesin bir kırılma noktası olabileceğini unutmamak lâzım.
Ruhu ölmüş bir kişinin bedenini yok etmesi işten bile değildir.
Bunu bilip, hiç kimseyi o raddeye getirmemek lâzım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder