27 Mayıs 2011 Cuma

At - Avrat - Silah

Siz de atından, avradından, silahından vazgeçmeyen erkeklerden misiniz?
Artık atlarınızın yerini arabalarınız aldı. Atlarınız kadar kıymet verdiniz arabalarınıza da. Gözünüzden sakındınız. Üstelik kaputun altında en çok beygir koşturanı seçtiniz alırken. Yakışır...
Avratlarınız da kıymetli tabii ki. Yan bakanın yanına bırakmazsınız.
Siz başkalarına hafiften yan bakabilirsiniz gerçi. Ama yanınızdakine haşa baktırmazsınız. Bu arada; ülkemizin kadın nüfusunda da lüzumsuz bir artış var herhalde ki kadınlar erkeklere üçer beşer dağıtılmakta. Birisini mutfağa, birisini banyoya, birisini de çocuk bakımına yolladın mı, koynuna almaya da kalır sana bir tane. Yakışır...
Ha bir de silahlar var. En vazgeçilmeyen aksesuar da tabanca. İnsana kendisini güçlü hissettiren bir makine. Namlusunun ucunda ölüm olduğunun pek farkına varılmayan, şöyle havalı bir hareketle bele sokulan, arada sırada ceketin altından hafifçe gösterilen. Şık bir aksesuar evet. Pahalı da. Yakışır...
Her şey iyi güzel de, arabanızı ne zaman at sürer gibi sürmekten vazgeçeceksiniz acaba? At sırtında cirit oynarmış gibi de araba kullanılmaz ki. Cirit atmanın bile kuralları var, değil ki araba kullanmanın.
Arabanın içinde koşturan o beygirlere hakim olmak lâzım, gemlerini azıya almalarına izin vermemek lâzım. Deh deyince gidip çüş deyince durmaz bu meret.
Sen frene yapışsan da durmaz öyle zınk diye. Hani 'intikal mesafesi' vardır ya, onu da düşünmek lâzım.
Eskisi gibi evinizin içinde dolanan dört karınız da yok artık. Evinizdeki karınız o dört kadının yaptığı bütün işi tek başına kotarmaya çalışıyor. Siz de dört kadının hakkını teslim edin ona. Zaten kutu gibi evlerin içinde bir başka kadına ne karınız tahammül eder, ne de siz. Her kadına bir ev açmak desen, o zaten hiç olmaz. Her evin masrafı ayrı dert. O masrafları karşılayabilmek için öyle çok çalışırsınız ki dört kadından birisini dahi göresiniz gelmez.
Silah desen avlanma aracı olmaktan çıkmış, sevinç gösterileri aracı olmuş. Düğüne gelenlere de sıkıyorsunuz, maç sevinciyle sokaktan geçen konvoyu izlemeye balkona çıkanlara da. Öylesine rastgele ateşliyorsunuz silahınızı.
Takımınız galip gelmiş, çok mutlusunuz, aşka geldiniz ya, üç beş el saydırmak da şanınızdandır.
Silahlarıyla sevinç atışları yaparken hâlâ kendilerini dağda-bayırda, çölde-çimende zanneden insanlar var. Beyler; çok katlı binaların olduğu şehirlerdesiniz artık. Çadırlarda ya da tek katlı evlerde yaşanmıyor uzun zamandır. Eskiden havaya attığınız silah en fazla bir kuşa isabet ederken şimdi isabet ettirdikleriniz kanlı canlı insanlar.
Hatırlıyorum da; fizik dersinde balistik konusunu işlemiştik. Namludan çıkan kurşunun gideceği yol, hızının yavaşlaması ve daha sonra da yer çekimin etkisiyle yere düşmesi. Kurşun namluyu terk ettiği andan itibaren her cisim gibi yer çekimi gücünün etkisine tabi oluyor. Namluyu terk eden çekirdeğe etki eden bir diğer faktör de, havanın sürtünme etkisi. Bir de bunların yanına rüzgarı, hava şartlarını, çekirdeğin ve namlunun fiziksel özelliklerini ekleyelim. Bütün bunlar çekirdeğin namludan çıktıktan sonra farklı eğriler çizmesine sebep oluyor.
O yüzden elinizdeki silahı ateşlediğinizde o mermi her zaman sizin gitmesini istediğiniz yere gitmiyor.
Sahi; siz bir merminin ağır çekim görüntülerini izlediniz mi hiç?
Bir karpuzu paramparça edişini, bir bardağı tuzbuz edişini, bir duvarı delişini...
Karpuzun yerine bir kafa düşünün, bardağın yerine bir kol, bir bacak, duvarın yerine bir beden. Kurşunun kafatasını delip geçişini hayal edin, bazen de saplanıp kalışını. Beyni dağıtışını. Dağ gibi bir bedene minicik bir delik açarak girişini ve içeride yarattığı tahribatı düşünün. Parçaladığı damarları, kopardığı sinirleri. O minicik delikten fışkıran kanları. Ne olduğunu dahi anlamadan aniden yere yığılan insanları. Yanındakilerin çaresiz çırpınışlarının arasında biten hayatları. Yarım kalan şarkıları, hayalleri, umutları. Yarım kalan her şeyi. Minicik bir mermiyle sona eren her şeyi...
O minicik merminin bu kadar büyük bir zarar verebileceğine inanamaz insan değil mi? Belinde taşıdığı aletin can alan bir Azrail olduğunu anlamaz. Üstelik tetiği de kendisine çektiren bir Azrail.
İnsan niçin sürekli silah taşır? Korunmak için mi, saldırmak için mi? Niçin?
Artık beslenmemizi avlanarak sağlamıyoruz, savaşta da değiliz? Buna rağmen uluorta herkesin belinde bir tabanca, bir falçata, bir kelebek, bir çakı! Yanında bunlar olunca daha mı güvende hissediyor insan kendisini? O silah yerinden bir kere çıktı mı gerisi hayretmez bilmiyor mu?
Silahsızken en azından yumruk yumruğa bir dalaşma olur. Hırsını alır, geçer gidersin. Ama işin içine silah girince mertlik de bozuluyor. Üstüne bir de silah taşıma yaşı 18'e çekilince, silah ve deli akan kan bir araya gelince felaketler ardı ardına sıralanıyor.
Adamın ayağının altındaki gaz pedalı da bir güç simgesi, yanındaki kadın da, belindeki silah da. Eskilerin 'at-avrat-silah'a verdikleri kıymet gibi üçüne de gereken önemi verip kontrolü elden bırakmadığın sürece kazanan sensin.
Bilmelisin ki 'kontrol edemediğin güç, güç değildir'...

24 Mayıs 2011 Salı

Şimdi reklamlar


Günlük hayatımızın olmazsa olmazlarından olan reklamlar, zeki ve yaratıcı insanların bizi sürekli şaşırtan ve kendilerine hayran bırakan kısacık kısacık sanat eserleridir diye düşünüyorum.
Her ne kadar sürekli tekrar edildikleri zaman insanda biraz sıkıntı yaratsalar da pek çoğunu defalarca da olsa izlemek oldukça keyifli.
Bazılarının anlatmak istediklerine ulaşmak için seçtikleri yolsa insanı ciddi derecede çileden çıkartabiliyor. Tanıtılmak istenen konuya öyle bir yerden bağlantı kuruyorlar ki, ister istemez insana ‘Ne alâka şimdi?' dedirtiyorlar.
Bu ürün çeşitliliğinde bir adım öne çıkıp akıllarda kalabilmek için tanıtım tabii ki çok önemli. Ve bu tanıtımın bir sektöre dönüşmüş olması, üniversitelerde reklamcılık bölümlerinin olması da işin vardığı boyutu gösteriyor. Reklamcılık gençlerin oldukça rağbet ettiği bir meslek dalı üstelik. Eğlenceli, hareketli, mesai saatleriyle sınırlı olmayan, özgür… Bunların yanında; kendi içinde çok kapsamlı, çok organize ve çok detaycı olunması gereken bir dal.
Benim eskilerden hatırladığım reklamlar babamın eski mecmualarında gördüğüm reklamlardı. Onlar da çoğunlukla çizgilerden ibaretti.
Reklam konusu her neyse o resmedilmişti. Ve ürünü tanıtan kadın da, erkek de, çocuk da hepsi çizimdi. Yabancı kaynaklı reklamlardaysa hep Hollywood artistleri vardı. Sonraları bizde de çizimler yerlerini canlı kişilerle yapılan fotoğraf çekimlerine bıraktı.
Televizyonun hayatımıza girmesiyle de reklam yıldızları çıkmaya başladı. Reklam filmlerinde genellikle mankenler oynuyordu. Bu sayede pek çok manken televizyon dünyasına geçti. Herkes tarafından tanındı.
Ünlülerin oynadığı reklamlar bir yana, bir de reklamların meşhur ettikleri oldu. Sıradan görünümlü kadınlar ve erkekler reklamını yaptıkları markayla bütünleştiler. Çocuk oyuncular ekranlarda gözümüzün önünde büyüdüler.
Reklama ayrılan zaman o kadar büyüdü ki uzun dakikalar süren reklamlar yüzünden dizilerin ya da programların kaldığı yerleri unutur hale geldik. Neredeyse reklam arası program izler olduk. Şimdi reklamlar kısaltıldı ama bu sefer de sıklaştırıldı. Hangisi daha iyiydi bilmem.
Şimdiki kısa reklamlar ihtiyaç molasına dahi yetmiyor. Mutfaktan su alıp dönene kadar ikinci reklam giriyor.
Hele de son sahne öncesi konulan uzun reklam ve reklam dönüşünde kalınan yerin dondurulmasıyla sona eren dizi… Reklamcılar şunu bilsinler ki son reklam girdikten sonra hemen başka kanala geçiliyor, arada verilen reklam izlenerek sahnenin sonu beklenmiyor. Yani bence bu numara artık eskidi.
Yeni çıkan bir albüm, yeni gösterime girecek bir film, bir oyun, her ne varsa tanıtım için talkshow tarzı programlarda tanıtıyorlar kendilerini. En etkin tanıtım mecraı televizyon ve internet.
Seçime çok az bir zamanın kaldığı şu günlerde en büyük reklam savaşları partiler arasında yaşanmakta. Seçim sonuçlanana kadar etraftaki bu görüntü ve ses kirliliğine katlanmak zorundayız. Her tarafa asılmış bu kadar bayrak ve megafonlarıyla ne dedikleri anlaşılmadan dolanan seçim minibüsleri seçimin sonucuna nasıl etki ediyor bir bakmak lâzım. En çok patırtıyı kopartarak milleti canından bezdiren parti en az oyu almasın sakın...
Bu yılki seçim propagandalarına ters reklam çalışmaları damga vuracak galiba. Bol kasetli, bol şantajlı, bol dedikodulu bir seçim sürecindeyiz. Seviye gittikçe düşüyor, sürekli bel altı vuruşları yapılıyor.
Oyuncular saha dışına itiliyor. Kasedi çıkan oyuncu kırmızı kart sonucu oyundan atılıyor. Takım sürekli eksilerek oyunda kalmaya çalışıyor. Maçın sonucuna kilitlenen rakip takım oyuncuları sanki bir rugby maçındaymışçasına önlerine çıkan ne varsa yıkıp geçiyorlar.
Kaset savaşları da bir arz-talep meselesi herhalde. Bizim böyle bir talebimiz olmadığı halde bu tip sansasyonların sürekli bize arz edilmesi ne kadar gerekli acaba? Her satıcının bir alıcısı var maalesef ki. Bu yöntem her zaman istenen neticeyi veriyor ve verdikçe de sürekli yineleniyor
Demokratik dediğimiz seçimlerde yan yollara dalmaya gerek duyulması ‘ileri demokrasi'nin bir göstergesi midir? Güç ele geçirilmeye mi, yoksa eldeki güç kaybedilmemeye mi çalışılıyordur? Sonuç olarak daha iyi hizmet edecek olan alsın hizmet bayrağını. Memleket kimsenin tekelinde değil ya.
Elinden alınmasından bu kadar korkan varsa da o zaman halkın gerçek iradesiyle başta kalabilecek şekilde hizmet sunulsun. Sunulsun ki, yerinden edileceğinden korkusu olmasın. Kaybetme korkusu ya da kazanma hırsıyla insanların üzerinde korku imparatorluğu kurulmasın.
Daha iyisini yapabileceğine inanılan taraf seçildiğinde diğer taraf itibarını bozmadan bayrağı yeni gelene teslim edebilsin.
Bu çok mu zor? Çok mu ütopik bir düşünce? Belki her şey biraz da bizim istememizle alâkalıdır. Biz temiz bir dünyada yaşamak istiyorsak bunu istemekten hicap duymayalım. Biz de isteklerimizi bildiren listeler yapalım. Afişler bastıralım.
Bakın oyumuzu isteyen bütün partiler reklam panolarına nasıl boy boy ilanlar vermekteler. Başımızı nereye çevirsek bu panolarla karşılaşıyoruz.
Panolarda yazılanlar bizim üzerimizde ne kadar etkili olur bilmem ama umarım bu reklam panoları hazırlanırken  'Reklamlar; eksik bilgi vererek, anlam karışıklığına yol açarak veya abartılı iddialar ileri sürerek yanlış izlenimler yaratmak suretiyle tüketiciyi doğrudan ya da dolaylı olarak yanıltabilecek ifadeler ya da görüntüler içeremez.'  kuralına uyuluyordur.

Dizi dizi diziler / 7 Ocak 2011
Şimdi reklamlar / 24 Mayıs 2011
Zam-bak Zum-bak! / 24 Ocak 2020

19 Mayıs 2011 Perşembe

19 Mayıs-Samsun-Mustafa Kemâl

19 Mayıs 1919 tarihinin belleğinde yer etmediği kimse var mıdır?
19 Mayıs, Samsun, Mustafa Kemal, Karadeniz’in hırçın dalgaları ve Bandırma vapuru…
Mustafa Kemal 16 Mayıs’ta Bandırma vapuruyla İstanbul’dan Samsun’a hareket etmiş, 19 Mayıs’ta da Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştı. Cumhuriyet’in ilanından sonra da bu tarihte kutlanmak üzere gençlere bir bayram armağan etmişti. 
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı... 
12 Eylül darbesinden sonra değiştirilen adı ile, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı...

Atatürk çocukların neşesine ve masumiyetine ne kadar hayransa, gençlerin de dinamik, açık fikirli, sağlıklı ve kültürlü olmasına o kadar özenliydi.
Sağlam bir kafanın sağlam bir vücutta olacağına olan inancıyla olsa gerek gençleri spora özendirmek için böyle bir bayram kararı verdi belki de. Gençlerin spor yapmalarını teşvik ederken, bir yandan da sporcunun zeki, çevik ve ahlâklısını severim diyerek beden terbiyesi kadar ruh terbiyesinin de önemine dikkat çekti.
Her 19 Mayıs’ta gençler hazırladıkları gösterilerle gelecekte yurdun ve Cumhuriyetin bekçileri olabileceklerini kanıtlamaya çalıştılar.

O gençlik dönemlerimizde 19 Mayıs gösterileri hazırlıkları biz öğrenciler için biraz derslerden kaytarma, biraz güneşin alnında yanma ve hareketlerin zorluğundan dolayı bolca şikayet konusu olurdu. Hareketlerin sırasını kaçırmamak için hepsini iyice ezberleme, uyum sağlayabilmek için gayret gösterme, görevini tamamlayınca da bir rahatlama.
Prova çalışmalarının her zaman güneşin kızgın sıcaklığının altında olduğunu, gösteri günü geldiğindeyse havanın serin ve yağışlı olup törenin bir sonraki haftaya ertelendiğini de unutmayalım.
Renk renk kıyafetler, cıvıl cıvıl gencecik bir kitle, bir telaşe, bir heyecan. Gösterilerin bitimindeyse bando takımının marşları eşliğinde yapılan resm-i geçit ve dağılma...

Aslında o koşturmacalar içinde toplulukla uyumlu hareket etmeyi öğrenmişiz farkında olmadan. Bir bütünün parçaları olmayı, aidiyeti ve sorumluluğu öğrenmişiz. O yaşlarda bize anlamsız ve gereksiz gelen her şeyin esasen bizi geleceğe taşıyan küçük dokunuşlar olduğunu, bunun farkında olan öğretmenlerimizin gayretleriyle nakış işler gibi işlendiğimizi daha sonraları idrak etmişiz.
Atatürk; gencin yetişkin bir birey olarak saygı görmesini, kendi ayaklarının üzerinde durarak güçlü olmasını ve ülkesini ayaklar altına aldırmamasını istemiş sadece. Bu anlayışla yetişmiş gençlere emanet etmek istemiş bu gencecik Cumhuriyeti. 
‘Gençler! Cumhuriyeti biz kurduk, sizler yaşatacaksınız!’ demesi de emaneti teslim alacak gençliğe verilmiş bir vazife değil midir?

Cumhuriyet’in bu anlayışıyla yetişmiş kadınlarından birisi olan Türkan Saylan’ın vefat tarihinin 19 Mayıs'ın bir gün öncesine isabet etmesi ilahî bir rastlantı mıdır bilmem.
Eline aldığı öncü kuvvet bayrağını sonsuz bir azim ve şevkle taşıyan, gittiği her yeri taşıdığı bilgi meşalesinin ışığıyla aydınlatan Türkan Saylan’a gıpta etmemek mümkün değil. 
Türkan Saylan Atatürk’ün hayalini kurduğu o ‘GENÇ’lerden birisiydi işte. Kendisi gibi gençler yetiştirebilmek için insanüstü bir gayret sarf eden Saylan’ın son günlerinde vatan haini ilan edilmesiyse Atatürk’e ve ideallerine yapılmış elim bir saldırıdan başka bir şey olamaz.

Vatanseverlik ruhunu iliklerine kadar hisseden genç insanların yurdun dört bir yanına dağılarak kendi dallarında birer nefer gibi çalışmalarıyla ülke ilk yıllarında kendisinden beklenmeyen bir yükselişe geçmişti. Daha sonraysa o ruha sahip kişilerin azalması ya da azaltılması ile ilerleme yavaşlamaya başladı.

Şimdilerdeyse sanki Osmanlı Devleti’ni tek başına yıkan Atatürk imiş gibi bir izlenim yaratılmaya çalışılıyor. Yabancı devletlerin Osmanlı için ‘hasta adam’ dediği unutulmuş, masa başlarında yapılan paylaşımlarla Osmanlı’nın paramparça edilişi unutulmuş, bütün bunlar unutulmuş ve sanki her şey mükemmelmiş de Mustafa Kemâl gelip düzen bozmuş gibi bir izlenim yaratılmaya çalışılıyor. 
Ki o Mustafa Kemâl birçok cephede devletine zaferler kazandırmış, devleti için Çanakkale’de askerlerine ölmelerini emretmiş bir Osmanlı Devleti askeri değil miydi? Kendisinin kazandırdığı zaferlerin devletini kurtarmaya yetmediğini gördüğündeyse ülkesi ve milleti için devletinin karşısında durarak "isyankâr bir asi" olmayı göze almış, kendisini bile bile ateşlere atmamış mıydı? Ve bu sayede ülkeyi içinde yaşayanlarına kazandırmış ve onlara teslim etmişti. Halkın kimsenin boyunduruğunda yaşamaması için mücadele vermişti. Yani anlamadığınız için sevmediğiniz o Atatürk bize, yurdumuzda özgürce yaşayabilme hakkını vermişti.

O zaman bir kez daha sindire sindire Atatürk’ün Gençliğe Seslenişini okuyalım:
"Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!"

 

17 Mayıs 2011 Salı

Struma 2011

Şubat 1942'de Karadeniz'de ne olduysa bu kez de aynısı Akdeniz'de oldu...
II. Dünya Savaşı sırasında Naziler'den kaçan Yahudileri Filistin'e götürmek üzere Romanya'dan yola çıkan Struma isimli gemi, Marmara'da Sarayburnu açıklarında iki ay kadar kalmıştı. Yaşanan siyasi anlaşmazlıklardan dolayı ne geriye dönmesine, ne Filistin'e gitmesine ve ne de Türkiye'de kalmasına izin verilmeyen motoru bozuk bu gemi Türk gemileri tarafından Karadeniz'e çekilerek kaderine terk edilmişti.
Karadeniz'de  başıboş kalan açlık ve sefalet kokan gemi ertesi gün bilinmeyen bir nedenle aniden infilak etmiş ve batmıştı. Daha sonra 1960 senesinde bu batışın ardındaki hikâye ortaya çıkmış, Struma'nın bir Sovyet denizaltısının torpillemesi sonucu battığı anlaşılmıştı.
1942 yılında taşıdığı 800'e yakın yolcusuyla sulara gömülen Struma'nın kaderini bugün, 2011'in Mayıs'ında Libya'dan İtalya'ya mülteci taşıyan bir gemi yaşadı. İçindeki 600 yolcusuyla sulara gömülen gemiden sağ kurtulan olduysa da onların akıbeti de diğerlerinden farklı olmayacaktır.
Savaş ve açlık sınırında yaşanan hayatlarından göç ederek kurtulmaya çalışan insanların bu umutları çok zaman trajediyle sonuçlanıyor
Daha iyi şartlarda yaşayabileceklerini düşündükleri ülkelere doğru çıkılan yolculukların bazıları hedeflenen ülkeye varılamadan yarıda kesiliyor.
Deniz yoluyla iltica etmek isteyenlerin paralarının alınarak kandırıldığı, perişan haldeki teknelerde üst üste istif edilmiş halde yolculuk yapılmaya mecbur bırakıldığı, çok zaman da denizin ortasında kaderlerine terk edildiği bu meçhule yolculuk tekneleri bir yerlerde sulara gömülüp gidiyor.
İçindeki yüzlerce insanın bir umutla bindiği o gemiler gidilmek istenen hedefe ulaştığındaysa bu durumdan kimsenin haberi olmuyor.
Mülteciler yeni vatanlarına ulaşıp orada yaşanan hayata karışıveriyorlar. İkinci ya da üçüncü kuşakları iltica ettikleri memlekete uyum sağlamış ve o toplulukta erimiş oluyorlar.
Zülfü Livaneli'nin yeni kitabi Serenad'da, Nazilerin eline geçmesini engelleyemediği Yahudi eşinin Struma'ya bindirildiğini öğrenince geminin peşinden İstanbul'a gelen bir Alman profesörün hikâyesi anlatılıyor. Geminin İstanbul'da kaldığı süre içinde Profesörün her gün sahile gelerek karısını bir an bile olsa görmeye çalışması, daha sonra geminin Karadeniz'e çekilişi, Karadeniz sahiline gitmek isteyen Profesörün taksicinin 'yarın gidelim' tavsiyesine uyarak Karadeniz sahiline gidişini ertelemesi, ertesi gün gittiklerindeyse teknenin gözlerinin önünde parçalanışı, batışı, yok oluşu...
Tek tek kişilere inildiğinde herkesin farklı bir öyküsü var. Her insan, her satırı ince ince yazılmış bir roman.
Siyaset içinse tek tek o insanların hiç bir hükmü yok sanki. Oysa ki siyaset insan için, insanın daha iyi şartlarda yaşaması için değil midir?
Devletlerin başındakiler kararlarını verip taşlarını oynadıkları zaman, yerinden oynattıkları o taşların altında kalanları, ezilenleri, parçalananları asla ama asla düşünmüyorlar. Kendilerince dünya düzenini sağlamaya çalışan, gücü ellerine geçirmeye çalışan ve bu ele geçirilişlere karşı gelenlerin arasında yüzyıllardır süren mücadelelerde kurban edilen hep günahsız halk.
Çocuğuyla, yaşlısıyla, genciyle her türlü eziyete katlanan, her işkenceye maruz kalan, acılar içinde ailesinden, evinden, barkından, yurdundan ayrılmaya zorlanan hep o 'önemsenmeyen insan' oluyor. Peki bu düzen içinde 'insan' önemsenmeyecekse kim önemsenecek?
Devletlerin devamlılığı içlerindeki insanlar yaşamazsa neye yarayacak? Yoksa hakları olmadığı halde ele geçirdikleri devletlerin insanlarını yok ederek, doğal kaynaklarını sömürerek besledikleri kendi insanlarının daha çok semirmesini mi sağlayacaklar?
Oradaki 'DEV'in doyması için buradaki cücelerin mi kanları akacak? Oradaki devler buradaki kanlarla mı beslenecek? Filler tepişirken ezilen hep çimenler mi olacak?
İbn-i Haldun'un 
'Coğrafyan kaderindir' sözünü kullanmış Livaneli kitabının bir yerinde. Yaşadığın memleketin zenginlikleri senin zulüm görme katsayını arttırmaktan başka bir işe yaramıyor galiba.
Doğduğu evin nimetlerinden faydalanmasına öteki mahalle komşuları tarafından izin verilmeyen hane sakinlerinin haline benzemiyor mu bu durum? Evinde yaşayanların huzurunu ve refahını sağlamak, evin ayakta kalabilmesi için o evde yaşayanlara sorumluluk vermek, iş bölümü yapmak, güvenceler sağlamak o evin reisinin görevi değil midir? Evin reisinin böyle bir düşüncesi olmadığı gibi, yıllarca o evin nimetlerini hane sakinleriyle paylaşmak yerine onların emekleriyle kendi saltanatını sürmek, evdeki çoluk çocuk aç mı tok mu diye düşünmeyen bir reis olup çıkmak mıdır olması gereken? Bunların sonunda da öteki mahalle sakinleri tarafından öncelikle o evden atılmak istenen kendisi olunca tabii ki kızılca kıyamet kopuyor.
Bu şiddet ve eziyet dolu ortamdan kaçabilmek için insanlar kendi evlerini terk ediyorlar, kaçıyorlar. Ki insanoğlu her zaman kendi evinde yaşamak ister. Kendi insanıyla, kendi toprağında, kendi bağında, kendi bahçesinde.
O yüzdendir ki göç edenler ölene kadar geldikleri yerleri anlatır dururlar. Havasını, suyunu, kokusunu özlerler. Memleket hasretiyle yanarlar. Göçtükleri ülkelerde her ne kadar rahat olurlarsa olsunlar oralar onların evi değildir, sanki hep sığıntıdırlar.
Göçlerde sorun olan bir konu da 'misafir misafiri istemez, ev sahibi hiçbirini istemez' misali daha önce gelip yerleşmişlerin yeni gelenleri istememesi.
O zaman yapılması gereken insanları gemilere bindirip denizin ortasında cennet ile cehennem arasında arafta bekler gibi bekletmek. Kendi kendilerine ölmelerini sağlamak.
Kendi kendilerine ölmezlerse de gemilerini batırmak, olmadı fırınlarda yakmak, olmadı kuyulara atmak. Yani mümkün olduğunca çok kişiyi yok etmek...
Benim bütün bunlardan anladığım şu: galiba bazılarına göre bazılarımız bu dünyada gereksiziz, fazlalığız.
Sanırım ilerideki günlerde o fazlalıkları yok etmek yerine daha fazla fazlalaşılmamasını sağlayacaklardır...

(Kapak fotoğrafı: Parita, Silivri açıklarında, Şalom gazetesi arşivi)

10 Mayıs 2011 Salı

İnternet Çocukları

Sevgili internet kullanıcıları; devlet eliyle yasaklanacağınız günlere çok az bir zamanınız kaldı. Ne kadar yaramazlık yapacaksanız yapın, ne kadar zararlı site varsa hepsine girin, en zararlı yazılarınızı yazın. Nasılsa bundan sonra bunları yapamayacaksınız. Çünkü sizin internette dolanma amacınızı sadece zararlı işler yapmak olarak gören insanlar sizi engellemek için bir takım yasaklar icat etmekle meşguller…
Hatırlarsınız bir zamanlar kitaplarımız yakılırdı bizim.
Bazı şairleri, bazı yazarları okumak mı, aman sakın ha! Evlere baskınlar yapılırdı, yasaklı kitaplar aranırdı, bulundu mu da hemen imha edilirdi. Ellerinde bu kitabı bulunduranlar da ceza alırlardı. Trajikomik olansa; sonradan o yazarların isimlerinin sokaklara-caddelere verilmesi.
Devlet radyosunun dışında özel yayın yapan radyolar açıldığında herkes ne kadar mutluydu. Sonra bir baktık ki o radyolar birer birer kapatılıyor. O zaman da ‘Radyoma dokunma!’ kampanyaları düzenlenmişti, araçların antenlerine siyah kurdeleler takılarak bu yasağa karşı tepki verilmişti. Daha sonra bu konuda gereken düzenlemeler yapılarak radyolar tekrar yayına başlamışlardı.
Anadan üryan kadınların resimlerinin olduğu dergiler vardır hani. Hani erkek çocuklarının annelerinden köşe bucak sakladıkları o malum dergiler. Hatırlarsınız bir dönem onlar da poşete girmişti. Hâlâ poşette mi satılıyorlar bilmem ama ulusal basında yayınlanan gazetelerin arka sayfalarında o dergilerdeki resimlerden daha farksız resimler var artık.
Bir yandan RTÜK bizim namus ve ahlâkımızı korumak için neyi nasıl yasaklayacağını şaşırıyor. Bir yandan da ‘prime time’ denilen zaman diliminde yayınlanan programlarda her türlü avamlık almış başını gidiyor.
Şimdi bir de başımıza internet yasağı çıktı. Arama motorlarında aranacak kelimeler filtrelenecekmiş. Aklınıza gelen her kelimeyi arayamayacaksınız yani. Tabi İngilizce bir kelime ararken Türkçe benzeriyle örtüştüğü için onu da arayamayacaksınız, haberiniz olsun. En basitinden ‘Have you got…’ ile başlayan bir cümle kurduğunuzda anında engelleneceksiniz.
Bazı siteler de yasaklanacakmış. Hangi siteler olduğuna nasıl karar verilecek bakalım. Bizi koruyup kollamak isteyen devlet baba bu koruyup kollama işini başka konularda değil de, sadece internet ortamında mı yapmaya gönüllü?
Korkarım ki bir gün gelecek filtrelemelerle ve yasaklamalarla uğraşana kadar interneti toptan kaldıracaklar. ‘İletişip de ne yapacaksınız,  sizin neyinize internet’ diyecekler.
Oysa ki internet ortamına bir çeşit Hyde Park da diyebiliriz. Buradaki konuşmalar, yazışmalar toplumun şişkinliğini alan supap vazifesini görüyor. Bunlardan bu kadar korkmaya gerek yok. Gölgesinden korkan insanlar haline mi geldik yoksa?
İnternette zararlı siteler de yok değil tabii ki.
Her ülke internet erişimine kendince bir sistem getirerek ‘vatandaşını’ koruma altına almış. Yasaklamalar daha ziyade çocuk pornografisi, terör ve insan kaçakçılığı üzerine yoğunlaşmış. Gelişmekte olan ülkelerdeyse filtrelemenin ayarı sanki biraz kaçmış.
Akıllarına gelen her şeyi yasaklamışlar.
Doğruyu yanlışı ayırt etmekten aciz insanların yaşadığı o ülkelerden miyiz biz de? Hakikaten biz de mi doğruyu yanlışı ayırt edemiyoruz?
Bir kısmımız evet. Ama hangi kısmımız? Büyük bir kısmımız mı, yoksa küçük bir kısmımız mı? Ayırt edemeyenler azınlıkta isa pek fazla sorun yok. Yok, onlar çoğunluktaysa o zaman benim sorulacak sorularım var.
Niçin bizi kendi kendini kontrol edebilen insanlar olarak yetiştirmiyorsunuz da çözümü her şeyi yasaklamakta buluyorsunuz? Niçin insan gelişimi üzerine bir programımız yok? Niçin bilgi sahibi olmayan, her şeye saldıran, her şeye ‘aç’ insanlarımız daha çoğunlukta?
İnsan bilmediği bir şeyden korunabilir mi? Korunabilmek için önce düşmanı tanımak gerekmez mi? Sadece düşmandan uzak tutmakla her şey halloluyor mu? Bırakın hallolmayı, yasaklandığı kadar daha da cazip hale gelmiyor mu?
Her birimin başındaki yetkili kişi edepli ve onurlu bir iş üretmekten mesul değil mi? Basit bir sınavı dahi hakkıyla yapmaktan aciz, binlerce masum çocuğun hakkını gasp edebilen insanlar mı bizi filtreleyecekler? Kim, kimi, kimden, nasıl koruyacak?
Aslında temiz internet kullanabilmek için gereken donanımlar internette mevcut. Çocuklarını zararlı sitelerden korumak isteyenler bunları pekâlâ kendi bilgisayarlarında uygulayabilirler.
Hırsıza kilit olmaz misali kötü düşünceli insanlar aradıkları kötülüğe her biçimde ulaşabiliyorlar. Bu arada da olan; inisiyatif kullanabilen, kendi kontrolünü sağlayabilen insanlara olmakta. Maalesef ki kurunun yanında yaş da yanmakta.
Hadi internette pek çok şeyi yasaklandı tamam da, çanak antenlerden yayılan her çeşit kanalın yayını nasıl engellenecek? Araç plakalarındaki harfler de zaman zaman insana farklı çağrışımlar yaptırabiliyor mesela. Bazı harflerin bir araya gelmesini de engellensin. 3 G’li olsun 3 G’siz olsun bütün cep telefonları tehlike arz etmekte, onlar da yasaklansın.
Gizli kamera marifetiyle ortalara dökülebilen özel hayatların güvenilirliğini sağlamak için nasıl bir yasaklama uygulanmalı? Gizli kameralar ulu orta her yerde pazarlanmaktayken bizzat kasıtlı yapılan bu kötülük hangi yasaklamayı kapsar?
Bu yasaklamaların ardındaki esas niyet üzüm yemek mi, yoksa bağcıyı dövmek mi oraya da iyice bir dikkat etmek lâzım.
Yani ince ince düşünülürse yasaklanabilecek o kadar çok şey var ki, bunlarla nasıl baş edilebilir bilmem. Ne kadar yasaklanırsa yasaklansın yasakları delecek bir yol da her zaman bulunur.
Hatırlarsınız bir zamanlar YouTube da yasaklıydı da başbakanımız kendisinin yasağı delip, siteye girebildiğini söylüyordu.
Bekleyelim bakalım, belki buna da bir çözüm bulur, biz de kendisinin yol gösterimiyle gösterimiyle gerekeni yaparız.

6 Mayıs 2011 Cuma

Annesinin Kuzusu


12 Mayıs 1974 tarihinde yazdığım Anneler Günü yazımı elifine dokunmadan paylaşmak istedim bugün. 
11 yaşında bir çocuğun içinden geçenler bütün hatalarıyla eski defterlerden çıkarak buraya geldi.
Yazımı okurken anneme olan bağlılığım,  gelecekle ilgili anneme verdiğim vaatler, boyumdan büyük ettiğim kelimeler ve her kelimemde doğrudan Ona seslenmiş olmam beni o günlere aldı götürdü. Yazarken zaman zaman hislerim kabarmış, cümleleri birbirine karıştırmışım.  On bir yaşında bir çocuğun içinden geldiğince yazdığı bu yazı; üzerinden geçen yıllarla ve artık dünyada olmayan o ‘anne'yle şimdi artık çok daha kıymetli.

İşte o yazı:
"Anne!... Ne güzel bir söz. Ben yeni bir tomurcuk idim. Sen ise büyümüş, kuvvetlenmiş, her fedakârlığa katlanan bir çiçeksin. Gece gündüz uyumadın, beni büyütmek için senelerce uğraştın, anne!.. Bu borçları sana nasıl ödesem acaba? Bir çiçek nasıl vazoda açmış ise, sen de evimizde açan bir çiçeksin. Biz de senden oluşan meyveler. En tatlı günlerim, en acı günlerim senin yanında geçti. Hastalanınca bana sen baktın. Nasıl ki bir çiçek soluyorsa, ona bakan toprak, yağmur ve güneş gibi. Yüzün her zaman gülüyor, al bayrağım gibi. Benim toprağım, ana vatanımdır. Sen de benim öz annemsin. Bana anne şefkatini sen öğretin. Senin güler yüzünden, tatlı dilinden öğrendim ben anne şefkatini, anne sevgisini. Gözlerinin içi her zaman gülüyor.Hiç bir zaman hüzünlü değilsin. Ama gül. Sen gülden de kıymetlisin. Çünkü gül soluyor. Sonbahar ve kışta açmıyor. Fakat sen!.. Sen her zaman açan bir çiçeksin. Sana eş kim var acaba? Sen bütün insanların, insancıl duyguların bir sembolüsün. Anne! siz dünyada eşsiz bir sembolsünüz. Sen çiçeklerin sembolü, en güzeli olan gülden kıymetlisin. Onun dış görünüşü iyi fakat yanına yaklaşınca fena. Hemen dikenini batırıyor. Fakat sen, senin dış görünüşün de iç görünüşün de güzel. Sana sarılınca bize bağırmıyor, bizi dövmüyorsun. Aksine, bize şefkatle sarılıyorsun. Bizi her zaman korumaya, kanatlarının altına almaya çalışıyorsun. Seni seviyorum, seni övüyorum anne. Gözlerin her zaman yanan bir ışık gibi parlıyor. Ama!... Hayır. Işık az sonra söner. Ama sen sönmezsin. Güneş gibi her zaman ışıldarsın. Anne! Allah senin kalbini temizleyip göndermiş. Sanki gökten inen bir meleksin. Seni üzmemek için elimden geleni yapacağım. Senin bana yaptığın gibi. Sen bana küçükken baktın, ben sana ihtiyarlayınca bakacak, senden usanmayacağım."

İşte böyle anlatmışım... :)

Anneli bir çocuk olmanın huzuru ve güveniyle yaşadığım günlerdi o günler. Okuldan eve dönünce annemin ‘her zaman' evde olduğu, kapının üzerindeki ipi çekerek eve girdiğim, hiç zil çalmadığım, anahtar taşımadığım, üst kattan yayılan yemek kokularını koklayarak üçer beşer koşarak çıktığım merdivenlerde, annemin bugün hangi yemeği pişirdiğini tahmin etmeye çalıştığım ve en önemlisi de; annemin beni her zaman güleryüzle karşıladığı ve her zaman sabırla dinlediği günler.
Benim annem vardı. Annem beni severdi. Annem her şeyi bilirdi. O bir ‘ANNE'ydi ve bütün anneler gibi çocuklarını yetiştirmekten başka bir fikri yoktu. Başka bir dünyası yoktu. Ben onun bu dünyaya ‘anne' olarak geldiğini düşünürdüm. Bence O hiç çocuk olmamıştı, hiç genç olmamıştı. Ben onu kendime hazır bir anne olarak bulmuştum ya, sanki öncesi yoktu.
Daha sonra kendim anne olduğumda bu kez roller yer değiştirdi. Annemin çocuğuydum ama bir yandan da çocuğumun annesiydim. O zaman taşlar yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. Bir evlada sahip olmanın hazzını ve hassaslığını anladım. Keyfi bir yanda, endişeleri bir yanda karmakarışık hisler taşıdım.
Anne olduktan sonra ölmekten dahi korkar oluyor insan. Kendisinin varlığına muhtaç o biçare çocukları bırakıp gitmekten  korkuyor.
Biraz büyüyüp kendilerine yetmeyi öğrensinler hiç olmazsa diyor. Ondan sonra olsun her ne olacaksa...
Evladını kaybetmiş insanların yerine kendisini koyup, bu acıya nasıl dayandıklarını düşünüyor. İnsan; annesini toprağa verirken gösterdiği tevekkülü çocuğunun kaybında gösteremez diye düşünüyor. Hazır bulunan anne ve ilmek ilmek dokunan bir evlat... İkisi de çok kıymetli. İkisine de değer biçilemez. Fakat hayat ileriye doğru yaşandığından olsa gerek evlat her zaman her şeyin önünde...
Hiç çocuk sahibi olmayanlar da var bu dünyada. Biyolojik problemleri yüzünden belki, belki de çocuk sahibi olmak istememelerinden dolayı. Kendini anneliğe hazır bulmayanlar da var, çocuk sevmeyenler de. Bir yanda da anne olabilmek için bitmez tükenmez eziyetli yollardan geçenler. Bu yollardan geçenler çok zaman arzuladıkları çocuğa kavuşuyorlar, bazense çabaları sonuç vermiyor.
Anne olamayanlar olduğu kadar bir de annesi olmayanlar var. Belki anneleri doğumda ölenler, belki de daha doğarken terk edilenler.
Yetiştirme yurtlarında anne sevgisinden bihaber büyüyenler. Bir anne göğsünde uyumamış olmanın verdiği huzursuzluğu ömrünce içinde taşıyanlar.
Annesinin ettiği her kelâma kızdığı o gençlik günleri geçtikten sonra, söylenen her sözle hayat içerisinde  karşılaştığında annesinin ne kadar haklı olduğunu fark edenler.
"Analık fenalık" derler ya hani; insan bir dönem çocukları için ‘fena' da olabiliyor.
Annelerinin söylediklerine kulak asmayan, aldırmayan ve her dediğini yanlış bulan her ne kadar kız çocuğu varsa büyüyüp anne olduklarında annelerinden gördüklerinin aynılarını yapmaya başlıyorlar. Zaman zaman kurdukları cümlelerde, zaman zaman bazı tavırlarında kendilerindeki annelerini görüp kendilerine şaşırıyorlar. Hani onlar hiç böyle davranmayacaktı!! Hayat ilahî bir döngü sanki.
Annelik de yaşanarak öğrenilen bir şey.
O yüzden anne olmak için  bir insanı sadece doğurmuş olmak kâfi gelmiyor. Emekle, sabırla, zamanla, yaşananlarla ve paylaşılanlarla anne olunuyor. Doğurduğu halde evladına sahip çıkmayanlar ve doğurmadığı çocuğa dolu dolu annelik edenler. Her ne kadar doğurana anne denilse de, esas anne o çocuğu büyüten değil midir?
Savaşlarda bağrı yanan hep anne değil midir? ‘Düşman' denilip öldürülen her delikanlı annesinin gözünün nuru değil midir? Ha o taraftan, ha bu taraftan, çocuğunun paramparça halini görmüş bir anneye savaşın haklılığı anlatılabilir mi? Ölümün üzerine ne kadar mertebe eklenirse eklensin, ne kadar teselli sözü söylenirse söylensin, o evladı geri getirilebilir mi? Getirilemedikten sonra o anne için hangi sözün ne kadar anlamı var?
Bu anneler günününde çocuk olup da anneleri yanlarında olanlar, anne olup da çocukları yanlarında olanlar bir kez daha bu güzelliğin tadını çıkartsınlar. ‘Saçma bir gün, ne gerek var' demesinler. Elbette ki anne sevgisi bir güne sıkıştırılamaz. Belki de bu sadece bir farkındalık günü.
Anneyi fark etme günü.
Anneliği fark etme günü.
Nefes almaksızın yaşadığımız şu hayatta durup da bir nefes alma, bir nefes verme günü...

3 Mayıs 2011 Salı

Havuz Problemi

İlkokulda iken içinden çıkmak için debelendiğimiz havuz problemleri vardı hani. İki musluktan saatte şu kadar akan su bir havuzu kaç saatte doldurur? Bir yandan da havuzun altından saatte bilmem kaç metreküp su boşalmakta. Havuza 1 saatte akan sudan 1 saatte boşalan suyu çıkart, çıkan sonuç havuzda 1 saatte kalan sudur. Havuz kaç metre küplüktür ona bir bak, o sayıyı az evvel bulduğun sayıya böl, çıkan da senden istenen sonuç, yani havuzun dolma saatidir.

Şimdi bu problemin güncel haline bakalım.
Karadeniz'e; boşalan nehirler yoluyla saatte kaç metreküp su dolmaktadır. Ve İstanbul Boğazı kanalıyla kaç metreküp su boşalmaktadır?
Nasıl güzel bir dengedir ki bu asla bozulmamaktadır. Karadeniz ne taşmaktadır ne de kurumaktadır.
Eğer biz Karadeniz'i boşaltma vanası olan Boğaz'a kardeş bir vana daha eklersek, akan su dolan sudan daha fazla olacağı için bu denge bozulacak mıdır? Ya da bir sonraki vana, yani Çanakkale Boğazı bu dolan suları boşaltacak olan tek vana olarak kalacağına göre Marmara'ya dolan su seviyesi gittikçe fazlalaşacak mıdır? O zaman Marmara'dan Saroz Körfezi'ne bir kanal daha açmak gerekecek midir? Açılmadığı takdirde Marmara'da sular yükselecek midir?
Boğaz'daki gemi trafiğini rahatlatmak için açılacak ikinci kanaldan geçen gemiler Çanakkale Boğazı'nda sıraya mı gireceklerdir? Oluşacak bu fazlalıkta Marmara Denizi'nde hep beraber bekleşecekler midir? Çanakkale Boğazı'nda uzun kuyruklar mı oluşturacaklardır?

Teknik olarak bakarsak; Karadeniz ve Akdeniz arasında ters dip akıntılarıyla dengelenen muhteşem bir sistem var. Karadeniz'den Akdeniz'e akan daha az tuzlu yüzey akıntısı ve Akdeniz'den Karadeniz'e akan daha fazla tuzlu bir ters dip akıntısı. Bunların birbirini dengelemesi sebebiyle Marmara'da tuzluluk seviyesi ve deniz seviyesi büyük farklılıklar göstermiyor.
Yani Marmara Denizi'nin oşinografik özellikleri tamamen komşu denizlerin sularının kontrolü altında.
Benim kendimce merak ettiğim; yeni bir kanal açıldığı zaman o yeni kanalda da bu ters akıntı oluşacak mıdır, yoksa bu denge bozulacak mıdır?
Tuna, Dinyeper ve Don gibi üç büyük akarsu ve diğer akarsular Karadeniz'i beslemeye yetecek midir?

Boğazın girintili çıkıntılı yapısı bir yandan, farklı esen rüzgârlar bir yandan, yüzey ve dip akıntılarının karşılaşması bir yandan derken Boğaz geçilmesi oldukça zor bir güzergâh halini alıyor. Bir geminin rotasından çıkarak sahildeki bir yalıya bindirmesi her an muhtemel. O yüzden Boğaz'dan geçen gemilerin yanlarına kılavuz kaptan almaları muhakkak şart koşulmalı. Çanakkale Boğazı da İstanbul Boğazı'ndan farklı değil...
Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken gemilerini yağlı kızaklar üzerinde, Haliç'e karadan indirmişti. Kabul etmeli ki bundan daha çılgın bir proje olamazdı. Yaratıcılık, zekâ, hesaplama ve inanç ona zaferi getirmişti.

Bize sunulan yeni çılgın projede de yaratıcılık, zekâ ve hesaplama ne kadar var bilmiyorum. Zaten bu işlem henüz etüt edilmemiş. Etüt edilme süresi iki seneyi bulacakmış. Teknik çalışmaları henüz yapılmamış bir proje sadece 'hayal' haliyle halkın önüne niçin konulur onu anlamak da ayrıca mümkün değil. Doğmamış çocuğa don biçmek misali herkes kendince bir şeyler söyleyip duruyor. Bu arada esas konuşulması gerekenler ES geçiliyor.

Belki benim kendimce aklıma takılan sorular gibi herkesin aklına farklı farklı sorular takılıyordur. Özellikle de kanalın geçeceği bölgedeki arazilerin değerlenmesi konusu oldukça iştah kabartıcı olması konusu var. Kurnazlar şimdiden ucuza arazi kapatmaya başlamışlar bile deniliyor. Hâttâ belki çok daha öncesinden başladılar. Yani el altından bu projeyi öğrendikleri zamanlardan. Bu proje gerçekleşmezse (kanımca) epey üzülecekler.

Her yeni proje, her yeni buluş önceleri tepkiyle karşılanmaya mahkûmdur. Doğruluğu ya da yanlışlığı zaman içinde ortaya çıkar.
Çıkar da; yanlış yapma lüksümüz var mı bir de bunu sorgulamak lâzım...
Daha çok geminin geçmesiyle daha çok kirlenecek olan Marmara'yı temizlemek için makûl bir proje gündeme gelse keşke. Denizimizi kirleten her ne varsa hepsi engellense. Fabrikalardan denize gürül gürül akıtılan o atık sular arıtılarak salınıverilse. Nehirlere, derelere atılan molozlar, çöpler başka mecralarda imha edilse. Tertemiz bir denizde yüzebilsek.
Sahillerine çöp artıklarının vurmadığı, denizin yüzeyinde yağlı katranların yüzmediği, içinde çeşit çeşit balığın yüzdüğü, kurşun oranı düşük, koli basili olmayan bir denizimiz olsa.
Ya da Boğaz'ın her iki yakasından içeriye bir miktar girilse. Şöyle bir 250'şer metre mesela. Koylar, burunlar dümdüz edilse. Deniz doldurmaca yerine bu sefer sahil boşaltmaca yapılsa. Daha geniş bir boğazımız olsa. Gemiler daha rahat geçişler yapsa.
Hâttâ bence en iyisi Boğazlar gemi trafiğine kapatılsa.
Uluslararası taşımacılık Karadeniz'i, Ege'ye, Marmara'ya ve Akdeniz'e bağlayacak demiryolları vasıtasıyla yapılsa.
Ya da; iki gözüm, gelin şunu Karadeniz'den Antalya'ya direk çıkartalım ve boğazlar sorununu tümden aşalım. Olmaz mı?
Nasıl; bu proje çok daha ÇILGIN değil mi?