28 Ağustos 2021 Cumartesi

Ha Babam De Babam Müzesi

Efsane olmuş, Türk sinema tarihine imzasını atmış, klasikler arasında yer almış, gönüllere taht kurmuş Hababam Sınıfı filmlerinin çekiminin yapıldığını bildiğim Hababam Sınıfı Müzesi'ni ziyaret etmek için Üsküdar-Altunizade'ye, Validebağ Korusu içindeki Adile Sultan Kasrı'na gittim dün. Adile Sultan Kasrı Öğretmenevi ve Akşam Sanat Okulu'nun da içinde bulunduğu epey büyük bu koruluk, İstanbul'da hasret kalınan yeşili gördüğüm ender yerlerden biri oldu. 
Google Earth'ten gördüğüm kadarıyla, Üsküdar Göğüs Hastanesi Köşkü'nün bahçesi ve tabii ki Karacaahmet Mezarlığı yakın çevredeki yeşil alanlardan ikisi. Görünen diğer yeşil alanların ise neredeyse hepsi mezarlık. Sonrası çakıl taşı misali hep beton, hep gri...
Kasrın önüne gelince beni önce Atamın büstü karşıladı. "Toplumların uygarlık düzeyi öğretmene verdikleri değer ile ölçülür." diyordu Atam.
Acaba müze ne tarafta diye etrafıma bakındım şöyle bir. Üzerinde "müze" yazan bir yer göremeyince, kasrın içine girip sordum. Bilet kesen görevli, müzenin, kasrın içinde sadece bir odadan ibaret olduğunu söyledi. Kasrın üst katlarına çıkan merdivene yönelince, üst kata çıkmaya (gelin-damat fotoğraf çekimleri hariç) iznimiz olmadığını, sadece müze olarak düzenlenmiş olan odayı ziyaret edebileceğimizi söyledi. 
Bilet alırken, iki yandan üst katın sahanlığına çıkan merdivenlerin altındaki boşluğa yerleştirilmiş oymalı koltuklara ve ortadaki sehpaya gitti gözüm. 
Bu manzara 80'lerin evlerinden bir sahne gibi göründü gözüme. Hele bir de iki merdiven arasındaki boşluğa atılıveren makine işi daire (paspas misali) halıyı  görünce, düğün dernek vesilesi ile epey iyi para kazanan kasrın neden bu kadar özensiz bir girişi olduğunu düşünmeden edemedim.

Ah o merdivenler
Ders saati bitip de teneffüs vakti geldiğinde elindeki zili sallaya sallaya merdivenlerden inen Hafize Ana'nın koşturduğu, zil sesini duyan sınıf ahalisinin sınıflardan padoktan çıkan yarış atları gibi fırladığı, açılan baraj kapaklarından boşalan bir sel gibi merdivenlerden bahçeye gümbürtü içinde aktığı merdivenler bunlar mıydı?
Çıkamadığım ikinci katta neler olduğunu Dış Çekim Şeysi yapan düğüncülere sormak lazım.

Hababam Sınıfı Müzesi
5 TL vererek merdivenin sağ yanında bulunan 6 Edebiyat A sınıfına girdim. Bu odada (sınıfta) 1975 yılında Hababam Sınıfı, 1976 yılında Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı, 1977 yılında Hababam Sınıfı Uyanıyor ve 1978 yılında Hababam Sınıfı Tatilde filmleri çekilmişti.
Sınıf canlandırmasındaki sıralar pırıl pırıl yeni, sıralar üzerinde film esnasında oturduğu yere göre oturan kişinin fotoğrafı ve filmdeki adı vardı. Fonda Melih Kibar'ın bestesi olan Hababam Sınıfı müziği ve Hababam Sınıfı filmlerinde yer almış şarkılar çalıyordu. Duvarlarda Hababam Sınıfı çekimlerinden kareler ve film hakkında bilgiler içeren metinler vardı. 
Ha bir de, "olmamış kere olmamış" dört balmumu heykel vardı ki, olmasaydı iyiydi.
Hafize Ana'yı canlandıran Adile Naşit, Kel Mahmut'u canlandıran Münir Özkul, Güdük Necmi-Halit Akçatepe (sadece başı) ve İnek Şaban-Kemal Sunal'ın balmumu heykelleri, ebediyete intikal etmiş sanatçıları mezarında ters döndürecek bir görüntüdeydi. 
Soba ve iskelet dışında filmden bir esinti gelmedi bana. Ne bir obje, ne bir kıyafet, ne bir fular, ne bir defter, ne Hafize Ana'nın zil niyetine çaldığı çan. 
Pardon, İnek Şaban'ın boynuna davar çanını asmışlar. Gelen geçen dokundukça çalıyordu çın çın.
Adile Naşit maketinin bir eli felçli insan eli gibi, bir garip duruyordu. Karnı da sanki siroz hastası gibi şişti. Münir Özkul deseniz kelinden başka maketin kendisiyle hiçbir şekilde alakası yoktu. Halit Akçatepe'nin başı sobadan çıkmış olmasa onu da tanıyamayacaktım. Kemal Sunal'ın gülünce ortaya çıkan damakları ve dişleri onu aslına daha uygun kılmış. 
Eh, kötünün iyisi diyelim.

Yıkın Heykellerimi!
Keşke maket (bakın heykel diyemiyorum) işine hiç girilmeseymiş. Vitrin mankeninden bozma heykeller yapılacağına hiç yapılmasa, anılarımız yerle yeksan olmasaymış.
Son dönemde heykel diye birbirinden kötü maketler yapıp duruyorlar hep böyle. Hiç uğraşmasalar da üç boyutlu yazıcı ile yapıverseler daha iyi olacak aslında. 
Sosyal medyadaki Hababam Sınıfı Müzesi albümümdeki "heykel" fotoğraflarının altına böyle bir yorum yazınca, arkadaşım Gülcan dedi ki; "Ben de son dönemde yapılan ucube heykelleri görünce bir araştırma yaptım. Birçok makale ve yazı okuduktan sonra kısaca şunu buldum. 'İslamiyet'te heykel yapılmaz, yapılsa da aslına asla benzetilmez. Çünkü heykel yapmak Allah’ın yaratıcılık vasfını taklit etmek manasına gelir ki, bu da inanca terstir.'"
"Aslına benzetilmez'i anlarım da, bir şeye benzetilmez'i anlamam." sözleriyle cevapladım bu yorumu. Karikatür için iyi resim yapabiliyor olman lazımdır mesela. Bozmanın bile bir yolu vardır. İyi bozman lazımdır.

Kısacası, ilk gençlik yıllarımın efsane filmine ayıp edilmiş. Kitabın yaratıcısına, senaristine, yönetmenine, oyuncusuna, arka planda emek veren emekçisine, en çok da izleyicisine ayıp edilmiş… 
Ben bu "müze"den büyülenmiş bir halde çıkmalıydım aslında.
Çıkamadım.
Çünkü Hababam'ın ruhuna giremedim.

"Ha babam de babam" 
TDK'ye göre, Türkçe'de "Ha babam de babam", zorlayarak ve ricayla iş yaptırmayı ifade eden bir deyim. Eş anlamlı olarak "İte kaka" da diyebiliriz yani. Müzeye bakınca, müzenin de ite kaka yapıldığını düşündüm. Hababam Sınıfı da ite kaka okuyanlar sınıfıydı. Bu sınıf, sinema tarihimize unutulmaz bir imza atmıştı. O yüzden müze olarak çok daha iyisini hak ediyordu. En azından Beyoğlu, İstiklâl Caddesi'ndeki İstanbul Sinema Müzesi'nden yardım istenebilirdi. Diğer müzelerden esinlenilebilinirdi. 
Biz de hazır hoş gelmişken, müzeyi daha hoş bulabilirdik.

BENİM "HABABAM SINIFI"M 
İlk gençliğe adım attığım 75 yılında, Hababam Sınıfı filmleri bizim nesle ilaç gibi gelmişti. Çocukluğum Fatma Girik'li, Hülya Koçyiğit'li, Türkan Şoray'lı, Ediz Hun'lu, Ayhan Işık'lı, Göksel Arsoy'lu, Sadri Alışık'lı, Selda Alkor'lu, Selma Güneri'li ve daha sayamayacağım kadar çok artistli, bol aşk, bol acı, bol ayrılık, bol hüzün kokan, duygu yoğunluğu yüksek tutulmuş filmlerle geçmişti. Sinema salonlarının karanlığında dünyayı yeni yeni tanırken gözyaşları içinde kalıyor, zengin oğlan ile fakir kızın bir türlü kavuşamamasına üzülüyor, hain ve zengin fabrikatör babaya kızıyor, evli erkekleri baştan çıkartan vamp kadınlara hırslanıyor, bir anda kör olup bir anda gözleri açılanlara hayret ediyor, kavuşanların yanak yanağa verdikleri pozun üzerinde yazan SON yazısı ile gerçek dünyaya dönüyordum. 
Komik filmler de yok değildi. Büyük köşklerde çevrilen aşçı uşak hizmetçili filmler, Küçük Hanım'lı filmler, Cilalı İbo gibi filmler, kaçmalar kovalamalar yakalamalar yakalanmamalar, şaşkınlıklar, yalanlar dolanlar ve bolca kahkaha... 
Filmlerde gerçek ile gerçek-miş gibi olan iç içe geçiyor, hangisi daha gerçek ayırt edemiyorum. 
Hayaller filmlerdeki gibiydi. Hayat ise yaşandığı gibiydi. Hayaller ile hayat bazen kesişiyor, çok zaman da birbiriyle hiç buluşamıyordu. 
Hababam Sınıfı filmi ise hayal değil çok gerçekti. Bu da onu daha izlenir ve daha cazip yapıyordu. 
Film henüz yeni çekildiği zamanlardı herhalde, Rıfat Ilgaz'ın Hababam Sınıfı kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Bölük pörçük satırlar var zihnimde. (Ki Hababam Sınıfı romanı, Rıfat Ilgaz'ın Dolmuş dergisinde yazmaya başladığı öykülerden bir bölümünü birleştirerek 1957 yılında kitaplaştırdığı eseridir.
Filmi izlediğimde, belki kendim de henüz yeni bir lise öğrencisi olduğum için, filmden ve oyunculardan çok etkilendim. Mahmut Hoca ile ağladım, İnek Şaban ile güldüm, Damat Ferit'e aşık oldum. 
Ertem Eğilmez'in Hababam Sınıfı serisindeki müsamere sahnelerini ise hiç unutmadım. Oyuncular o günlerin en ünlü şarkılarını kendi sesleriyle söylüyorlardı. Cici Kızlar'dan "Delisin", Seyyal Taner'den "Son Verdim Kalbimin İşine", Beyaz Kelebekler'den "Sen Gidince", Güzin ile Baha'dan "Gençlik Başımda Duman-Ateş Böceği" , Yeliz'den "Bu Ne Dünya", Erkin Koray'dan Esterabim", Erol Evgin'den "Sevdan Olmasa-Ah bu hayat çekilmez", Uğur Akdora'dan "Hayırdır İnşallah" şarkıları, Adile Naşit, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Tarık Akan ve diğer oyuncuların sesinden seslendirildi. O sahneler müzikleriyle birlikte hafızalara kazındı.
Adile Sultan
ADİLE SULTAN
Kasrın girişine asılmış tablosundan geleni geçeni izleyen Adile Sultan için, "Âdile Sultan (1826 -1899) Sultan II. Mahmut'un kızı, ve divan sahibi olan tek kadın şairdir. 13 yaşında babası II. Mahmut ölünce ağabeyi Sultan Abdülmecit tarafından yetiştirilmiş, 21 yaşında 19. asrın en görkemli saray düğünlerinden biriyle Tophane Müşiri Mehmet Ali Paşa ile evlendirilmiştir. Fındıklı'da Neşatabad sarayına yerleşmiş ve bir kızı olmuştur. Ölünce Eyüp'te kocasının kabri yanına gömülmüştür. II. Abdülhamit, halası Adile Sultan'a saygı duymuştur. Yazlık köşkü Adile Sultan Kasrı'dır." yazıyor. 
Adile Sultan hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz, Adile Sultan Kasrı Öğretmenevi ve Akşam Sanat Okulu'nun internet sayfasını ziyaret edebilirsiniz. 
****
Adile Sultan'ın hayatı ile Hababam'ın uzayda bir yerde kesiştiği yerdeydim dün. 
Lakin ne Adile Sultan'ı duyumsayabildim ne de Hababam'ı. 
Yine de gitmek isterseniz gidiniz. 
En azından "gitmedim-görmedim" demezsiniz.
Kasrın güzel bahçesinde oturup bir çay içersiniz…
28 Ağustos 2021 / C.E.Y.

Hababam Sınıfı Müzesi Fotoğraf Albümü için tıklayınız

13 Ağustos 2021 Cuma

Dip!

Dört Element

Ege Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi günlerdir süren yangınlar (ateş) ile boğuşurken, Karadeniz Bölgesi sel (su) ile boğuşuyor.
Canlılar ya dumandan ya da sudan dolayı nefes (hava) alamadıkları için ardı ardına boğuluyor.
Yer (toprak) isyan ediyor. İsyanını dile getirmek için kabarıyor, çöküyor, titriyor, sarsılıyor.

Yer gök alev olmuş, ateşten bir ejderha önüne çıkan ne varsa kızgın dilini uzatıp yakalayıp yutuyor.
Doğa kızgın.
Doğa hesap soruyor.
Doğa derdini insanlara böyle anlatıyor.
Ya alev alev yakıyor ya da sel olup boğuyor.
Yapma diyor yapma,
Benimle oynama.
Hubert Reeves’in “Doğayla savaş halindeyiz. Eğer kazanırsak, kaybedeceğiz.” sözü gerçek oluyor.

Kör  Sağır — Dilsiz
Biz ise bu seslenişe kulaklarımızı kapatıp, hep “kaybetmeye” oynuyoruz. Yanlış yanlış üzerine yaparken üç adım sonrasını gözetmiyoruz.
“Dere yatağına yerleşim kurma, suyun güzergâhı ile oynama, zemin etüdü ve kat hesabı yapılmadan konduruluvermiş binalarla para karşılığı barışMA, ağacın varsa yanabileceğini, suyun varsa taşabileceğini hesap et, tüm çalışmalarda bilimin sesine kulak ver, jeoloji, meteoroloji, deprem ve çevre mühendislerine danışmadan adım atma, önce, vaka olmaması için önlem al, sonra da önleme rağmen oluşabilecek olan felaketin büyümemesi için hazırlıklı ol.” diyenlere, “Aman bu çevreciler de durup durup ayaklanıyor!” diyorsun ya, deme.
Çevreciler ayaklanırken sen niye yerine oturuyorsun, sen bana onu söyle.
Sanki dünya sadece çevrecilerin, sanki bu felaketlerden sadece onlar etkileniyor, sanki zarar sadece çevrecilere yazıyor. Bu ağaç, bu çiçek, bu meyve, bu hava, bu toprak, bu su, bu gökyüzü sadece bizim mi?
Evin ateşe teslim olurken, sermayen olan hayvanların alevlerin arasında kalıp cayır cayır yanarken, üç para beş para üst üste koyarak edindiğin araban sel sularına kapılıp sürüklenirken, gözünün bebeği evladın selin çamurunda boğulurken, yerle gök birbirine geçerken bir kere de sen ayaklan. Bir kere de sen sor “Neden bunlar hep bizim başımıza geliyor?” diye.
Bir deprem esnasında üç ev yıkılıyor diğerleri ayakta kalıyorsa, bir sel esnasında diğer evler direnirken iki ev sele dayanamıyorsa ve üstüne üstlük birkaç yıl sonra yıkılanın yerine aynısı yapılıyorsa, yöneticiler de buna göz yumup “Aman bana ne!” (dördüncü maymun) diyorsa, kime ne diyeceğiz, kime üzüleceğiz?

Mülteci Cenneti/Cehennemi
Özellikle de Suriye savaşından bu yana ülkemiz mülteci kampına dönmüşken, üstüne bir de Afganlar eklenmişken ve gruplar arasında sonu ölümle biten çatışmalar çıkarken insanın aklına şu söz geliyor: “Misafir misafir istemez, ev sahibi hiçbirini istemez!”
Malum, “Kardeş de bir yere kadar”…
Hadi yanan ormanlar zaman içinde kendini yenileyecek diyorum.
Ya bizim içine düştüğümüz bu mülteci yangını ne zaman sönecek?
Işığa yüzebilmemiz için daha ne kadar dibe batmamız gerekecek?

Makam ne işe yarar?
Yöneticiler makamda keyif çatmak için geliyorlar makama. Halka hizmet için değil de kendine ve avanesine hizmet için oy istiyor vatandaştan.
Aslî görevlerini “En lüks arabalara binmek, açılışlarda kurdele kesmek, cenaze-nikâh-nişan etkinliklerinde görülmek, iş takip edip para talep etmek” olarak tanımlıyorlar.
Yaşadığımız felaketlerin sebepleri ve felaketlerin bir türlü kotarılamaması, liyakatsiz yöneticilerin mabatlarını yumuşak minderlerinden kaldıramamasının, ihtimalleri hesaplayamamasının sonucu.
İhmallerin bedeli yine vatandaşa yazıyor tabi.
Devletin işi, bir felaket anında keseyi halka uzatıp, içine para atılmasını istemek değil, kesenin ağzını açıp halkı sarıp sarmalamaktır.
Siyaset, kaynakları neye kullanacağınızı belirler.
Kaynakların neye kullanıldığı ve neye kullanılmadığı gün gibi ortada…

Liyakat’i Like edelim
Liyakatli yöneticilerin eserleri ile (Bknz: Tokyo Olimpiyat Oyunlarında büyük başarılara imza atan Türk sporcular), liyakatsiz yöneticilerin eserlerini (kaç gündür süren orman yangınlarını söndürememe) gördük değil mi?

Yaz tahtaya
Ne acı ki ülkemizde uzun yıllardır hesap verebilirlik sistemi işlemiyor. Hesap sorabilirlik deseniz, hesap sorabilecek akılda insanlar azaldı. Kalanlar da korkutularak susturulmaya çalışılıyor.
Bu felaketler de “hesabı soracak olanın halk, hesap verecek olanın yönetim” olduğunu anlatamadıysa ve Sarı Çizmeli Mehmet Ağa yine hesabı ödemeden kaçacaksa biz de bu ‘DİP’e müstahakız demek ki…
13 Ağustos 2021 / C.E.Y.

DAHA NE YAZAYIM?
Yok edilen çevre, her yıl yaşanan yangınlar, can veren, canı yanan onca can, yiten insanlık, çürümüşlük, kokuşmuşluk; bunları yaza yaza yaza, kendimden bıktım. O yüzden bu kadar sessiz kaldım. Yıllardır afetler ve liyakat üzerine o kadar çok yazmışım ki, daha ne yazacaktım…
İşte o yazılardan birisi de 2 Ağustos 2011 tarihli bu yazıdır. Ve diğer bazı yazılar da bu yazının devamındadır.


Yaz Yangınları / 2 Ağustos 2011

İlk ateşi kim buldu acaba? Büyük ihtimalle farklı farklı yerlerde, farklı farklı zamanlarda bulunmuştur. O dönemlerde iletişimin esamesi okunmadığından kimse kimseye neyi, ne zaman keşfettiğini haber edememiştir.
Böyle şeylerin ilki ne zamandır bilinmez ki zaten.
Önceleri “ateş”i yıldırım çarpması sebebiyle oluşan yanmalar olarak görmüşlerdir büyük ihtimâl. Sonra da bu durumu taşları ya da dalları birbirine sürterek kendileri oluşturmuş, zaman içinde de ateşin kullanılışını geliştirmiş, ısınma ve pişirme için kullanmışlardır. İlerleyen zamanlarda sanayide kullanmayı öğrenmiş ve bizi bugünlere kadar getirmişlerdir.
Artık ateş insan hayatının olmazsa olmazıdır.
Su da öyle.
Ve hava da…
Hangisi olmadan yaşayabiliriz?
Onlarsız yaşayamamamıza rağmen bize en yakın dost olan o ateş, o su, o hava öyle bir zaman geliyor ki bizim en acımasız düşmanımız haline dönüşebiliyor.
Ateş yangına, su taşkına, hava fırtınaya dönüşüp felaketimiz oluyor, bize kaçacak yer bırakmayabiliyor.
“Ateş”in adı dahi alev alev yakıcı bir his uyandırıyor insanda değil mi?
Kibrit çöpünü yakmak ne kadar ufak bir harekettir aslında
Kibrit çöpünü elimize alır, başını kutunun yanına sürteriz ve bir anda bir alev çıkar. O ufak hareketin devamında olabileceklerin hızını ve gücünü kestiremez insan. Sadece minik bir tutuşma ve ondan sonra ısınan ve kızışan her şeyin bir anda alev alması…
Ateş o kadar hızlı ilerler ve o kadar önü alınmazdır ki, yanabilecek her ne varsa yakar geçer. Yanına destek kuvvet olarak rüzgârı da aldığında iyice güçlenen bu alev ordusu tüm gücüyle bütün kalelerimize saldırıp hepsini alaşağı eder.
Sorumsuzca fırlatılıp atılan bir sigara izmaritinin dekarlarca ormanı küle dönüştürdüğüne defalarca şahit olmuşuzdur. Bir yangın başladığında önce yükselen kesif dumanı, gece olduğundaysa iyice hızlanmış yangının çılgına dönüşmüş alevlerini kaç kez üzüntüyle izlemişizdir. Haberlerde “ciğerlerimiz yanıyor” başlığı atılır ya; gerçekten de “ciğerlerimiz” yanıyordur.
Yaz sıcağıyla tutuşmaya yer arayan kuru dalların alev alması için küçücük hareketler yeterlidir zaten.
Piknikçilerin iyice söndürmeden bıraktıkları mangal ateşleri, çevreye saçılan cam kırıklarının mercek haline dönüşüp güneş ışığını odaklamaları da bu küçücük hareketlerdendir.
Bir de kasıtlı başlatılanları vardır. Hasadın ardından yakılan anızlar, ormanda tarla açmak için yakılıveren birkaç ağaç ve kontrolden çıkan alevler…
Başlama nedeni ne olursa olsun sonuç hep aynıdır.
Yanıp küle dönüşmüş binlerce ağaç. Kelleşmiş tepeler. O ormanda yaşayan yüz binlerce canlının telef oluşu. Dolayısıyla da ekolojik dengenin bozuluşu…
Doğanın kendi içinde bir güç dengesi, kendi arasında bir üstünlük ve bir boyun eğerlik uyumu var.
Ateş her şeyi yakarken rüzgâr ateşi daha uzaklara taşıyabiliyor. Taşkınlarıyla hayatımızı altüst eden suysa çığırından çıkmış ateşi dize getirebiliyor…
Hükmedebildiğimiz kadar yapıcı, hükmedemediğimiz kadar yıkıcı olan bu güçlerle zaman zaman yan yana, zaman zaman da karşı karşıya kalarak yaşamak bizim kaderimiz ise; bunu “kötü kader”e dönüştürmemek için, “takdir-i ilahi” deyip çaresizce kabullenmemek için, kendimizi ve nesillerimizi koruma altına alabilmek için plan ve program dahilinde hareket etmeliyiz.
Henüz küçük yaşlarda edindirilen ağaç sevgisi ve bilgisi ormanları korumanın ilk adımlardır. Bir yangının oluşumunu izletmek ve nelere mal olduğunu göstermek de ateşle oyun olmayacağının en etkili yoludur.
Her şeye rağmen oluşabilecek yangınlara müdahale edebilmek de devletin öncelikli vazifelerindendir.
Orman Bakanlığı hem ormanların çoğalmasından hem de korunmasından mesulse eğer, bütün bunları yapabilmek için gereken bütün donanımlara da sahip olmalı. Üç tarafı denizlerle çevrili bir memlekette öncelikle çok sayıda yangın uçağı ve yangın helikopteri olmalı. Yangına en kısa zamanda müdahale edebilecek ekipler olmalı.
Öncelikle de makamda ormanın ve yangının bilincine varmış yöneticiler olmalı…

2 Ağustos 2011 / C.E.Y.

VE DİĞER BAZI YAZILAR
Yaz Yangınları / 2 Ağustos 2011
Sizin yarattığınız cehennemde biz de yanıyoruz! / 2 Temmuz 2014
Her Bursalı’nın bir dikili ağacı olmalı / 8 Ekim 2015
Önce Tedbir, Sonra Emanet / 4 Ağustos 2019
Tavşan Kaç / 13 Ağustos 2019

Afet Değil Cinayet! / 3 Kasım 2020
Subasmanınızın kotu nedir? / 5 Temmuz 2012
Dünya itinayla cehenneme çevrilir! / 27 Ekim 2013
Dünyanın sahibi değil, emanetçisiyiz / 24 Aralık 2013
Zeytinin dalı budağı girsin gözünüze! / 8 Kasım 2014
“Japonlar yapmış ağbi!” / 17 Ağustos 2017
Artvin Cerattepe’ye bakar / 24 Şubat 2016
Servetin ne renk? / 2 Ağustos 2019
Süphaneke dinimiz amin! / 25 Ocak 2020
Aziz Türk Milleti’nden, Çaylar Şirketten’e / 2 Eylül 2020

Çok Bilmiş Beceriksizler / 10 Ağustos 2018
Tarih kitaplarında yer almayan bir tarih / 6 Eylül 2011
Ne zaman çıkacak bu karanlıklar aydınlığa? / 2 Temmuz 2012
Adam rolü yap, Ridley efendi! / 5 Kasım 2018