Ölümün de hayırlısı ve güzeli vardır ya hani; hani kendi evinde, hani kendi yatağında, hani hiç hissetmeden, hani uyur gibi bir anda, hani bir nefeste...
Can çekişmeden, acı çekmeden, ölebilmek için dua etmeden, Azrail'in yolunu gözlemeden.
Keşke her ölüm böyle olsa. Keşke her insan ebediyete böyle intikal edebilse.
Ne yazık ki "ölümlerden ölüm beğen" seçenekleriyle dopdolu bir dünyada yaşıyoruz.
Ne sıra biliyor ölüm, ne sıfat.
Trafik kazalarından terör olaylarına, basit ev kazalarından planlı cinayetlere kadar pek çok şekilde çıkıyor karşımıza.
İnsanoğlu ölümün kendisinden değil de, nereden ve nasıl geleceğinden korkuyor aslında. En korktuğu da yanarak ölmek.
Yanarak ölürken neler hisseder insan diye sordum Google'a.
Yanarken öncelikle saçlar ve kaşlar, yani deri üzerindeki kıllar yanıyormuş. Sonra da deri üzerindeki sinir hücreleri. İnsan en çok acıyı işte o anda duyuyormuş. Daha sonra sinirler yandığı için acı hissi gidiyormuş. Yanarak ölmelerde genellikle yanmalardan değil de, zehirli duman ve gazlardan dolayı ölüm oluyormuş.
Yanmanın nasıl bir şey olduğunu okurken, Hiroşima'ya atılan atom bombasının yarattığı yangını küçük bir kızın ağzından dillendiren Nazım Hikmet'in satırları geldi bir anda dilime.
"Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu."
****
Bir kaza sonucu yanarak ölmek ne kadar acıysa, galeyana gelmiş bir topluluk ya da hırsına yenilmiş bir insan tarafından yakılarak öldürülmek bir o kadar yürek dağlayıcı.
Ve yakarak yok etmek insanoğlu var olalı beri en vazgeçilmeyen öldürme yollarından birisi.
Hindistan'daki Sati geleneğinde kocası ölen kadın kocasının naaşıyla birlikte diri diri yanmak zorunda.
Ya da drahoması yetersiz bulunan Hintli bir kadın, evde üzerine gaz yağı ya da kaynar su dökülerek yakılıp, mutfakta kaza sonucu yandı bahanesinin ardına saklanılıyor.
Engizisyon Mahkemeleri'nin cadılık ve büyücülük yaptığını iddia ettiği kadınlara uyguladığı yöntem de onları diri diri yakmak.
Amerikan İç Savaşı sonrasında zencilerin kazanmaya başladığı haklara, özgürlüklere ve zenci-beyaz eşitliğine karşı çıkan Ku Klux Klan örgütü üyeleri yüzlerini örten kukuletaları ve ellerinde taşıdıkları meşaleleriyle "yakma" eylemine hazır bir haldeler.
Naziler'in krematoryumlarda yaktıkları Yahudiler çok uzak bir tarih değil.
Ve tabii ki 2 Temmuz 1993'de 35 kişiyi alevler içinde bırakan ve onların yanlışlarını büyük bir coşku ile izleyen insan topluluğu.
İşte bugün o günün, zaman aşımından dolayı suçlusunun dahi olmadığı Madımak Katliamı'nın 19. yıl dönümü...
****
Öldükten sonra toprağa gömülmek yerine yakılarak küle dönmek isteyenlerin arzusunu dinsizlik olarak görenlerin, henüz hayatta olan insanları diri diri yakabilmesi hangi dinin emridir bilen var mı?
Kullara cenneti de cehennemi de sunacak olan diğer kullar mıdır? Onlara bu yetkiyi kim vermiştir? Yoksa kendilerini yaradanla bir mi tutmuşlardır?
Hiç akıl etmezler mi ki, cehennem ateşine gark ettiklerini sandıkları o kişilerin bedenleri belki de sadece o an yandı.
Hiç düşünmezler mi ki, kendilerini cehennem yaratma gücünde görenler olarak neyle ödüllendirilip, neyle cezalandırılacaklar.
Mahkemenin o davada kimseyi suçlu bulmuş olmaması vicdanları için yeterli midir yoksa?
Ben'ce; din adına bu cinayeti işleyenler, dinden imandan ve öteki dünyadan ne kadar habersiz olduklarını bir kez daha göstermişlerdir.
Siz kime inanırsınız bilmem.
Ölenlere mi?
Öldürenlere mi?
Bu dünyada takdir sizin.
Lâkin öteki dünyada,
Takdir-i İlahi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder