29 Kasım 2015 Pazar

Doğu Yakası Hikâyesi

Bizim yaşlarımızda olup da Batı Yakası Hikâyesi (West Side Story) filmini izlememiş olan var mıdır bilmem.
Hani şu Manhattan'da iki farklı sokak çetesinin etnik ayrılıklar nedeniyle çekişmelerini anlatan, Shakespeare'in ölümsüz "Romeo ve Juliet" eserinin güncel bir uyarlaması olan ve 1961'deki tüm Oscar'ları toplamış olan film... 
Başrollerde Natalie Wood, Richard Beymer, Russ Tamblyn...
Girişten anladınız değil mi ne diyeceğimi?
İçinde olduğumuz durum sokak çetelerinin kavgasından başka bir şeye benzemiyor malum.
'Eski dostlar' 'yeni düşmanlara' dönüşünce böylesi bir savaş da kaçınılmaz son.
Neyi paylaşamıyorlarsa artık?!

Twitter'ın Fuat Avni kuşu dememiş miydi zaten, seçim bitsin önce cemaat medyasına, ardından da tüm muhalif medyaya dalınacak diye...
Ah Avni Ah, bak dediklerim bir bir çıkıyor diye ne seviniyorsun kim bilir.
Falcı mısın, medyum musun sen nesin anlamadık ya neyse.
Bu arada; Twitterland ahalisi seni bir yerde kıstırırsa fena olacak, demedi deme...

Biz konumuza dönelim;
Cumhuriyet'ten Can Dündar ve Erdem Gül ile hesap görülüyor şimdi.
Böylelikle kimin kim olduğu da ortaya dökülüyor bir bir.
Bizim de hayallerimizle umutlarımız yerle yeksan oluyor...
Cemaat medyası sırayla tasfiye edilip sesleri bir bir kesilirken kara kaplıda ismim ne zaman okunacak diye bekliyor diğerleri. 
Ufak ufak haberler uçuruluyor piyasaya. Ahmet Hakan, Nazlı Ilıcak ve benzerleri sırada deniliyor....
'Tarafsızlık ve basına özgürlük' diye haykırıyor insanlar.
Herkes en azından kendi tarafındayken ve herkes kendi izin verdiğince özgürken 'tarafsızlık ve özgürlük' konuşmak bence biraz havada kalıyor.
Tarafsızlık ve özgürlükten anladığımız kendi tarafımızdan istediğimiz gibi konuşmaksa eğer, yandaş dediklerimiz de aynısını yapıyor ve biz de onları yandaşlıkla ve tarafsızlıkla suçluyoruz.
Kim kime yandaş karışıyor...

Aslında biliyoruz ki birileri onura, vatana, ilkelere ve Atatürk'e yandaşken; birileri de paraya, güce ve sultana yandaş...

Bu tam bir sokak savaşına döndü artık...
Üstelik sokak savaşları mahalleyi rahatsız etmekten çıkıp şehri de tehdit etmeye başladı. 
Çete başı  mahallede önüne çıkanı cebir ve şiddet kullanarak sindirdiğini gördükçe şehri de ele geçirmeye niyetlendi. Mahallede benden habersiz kuş uçmaz dedi... 
Hele de uçak! Ne haddine!
Haklı da; şehir dediğin koskoca bir dünya.
Lakin içinde beterin beteri bin bir çete var. 
Esas savaş ayılarla kartallar arasında geçiyorken yedirirler mi şehri hiç sana..!
Bak Tahran bile Rusya'ya koltuk çıkıyor.
Din kardeşliğiydi, komşuluktu, menfaatler karşısında hepsi anlamsız kalıyor. 
Malum, suyun başını tutanlar insanı işlerine geldiği kadar kullanır, kullanabildiği kadar ganimetten ufak bir parça paylaşır, bitin kanlanıp da haddini aştığında ise sana kim olduğunu hatırlatır...
Demiştim ya, tam bir sokak çetesi düzeni...

Kısacası;
İleride bu dönemin bir filmi çevrilse isim hazır:
"Doğu Yakası Hikâyesi"
Hem de en 'Orta'sından...
****
Keşke gücünü halkından, yani kendi içinden alsa devlet.
Özgürlüğünü ve gücünü bir doğalgaz vanasına bağlamasa.
Herkesin birbirine ticarî ilişkilerle bu derece bağlı olduğu dünyada özgürlük kelimesi de kifayetsiz kaldı malum.
O zaman tek yapılacak şey, oyunu doğru oynamak.
Bir hamle yaparken bunun sonucunda gelişecek hamleleri görerek ilk taşı ona göre yerinden oynatmak...

Yoksa;
Tarih tekerrürden ibaret...

23 Kasım 2015 Pazartesi

Geleceğe nasıl bir imza attınız?

Her öğretmenler gününde üç aşağı beş yukarı aynı şeyler yazarak çocukluğumuza öykünür dururuz.
Özlediğimiz öğretmenimiz midir, öğretmenli geçen çocukluk günlerimiz midir hiç bilemeyiz.
O günlerde canımızı sıkıp bizi bunalıma sokan her şeyi gülümseyerek anarken, bir yandan da bugünlerin sıkıntılarıyla mukayese ederiz.
Oysa ki o yaşta nasıl da zor günlerdi o günler...
Hatırlayın bir:
İstemeye istemeye ders çalışmak, parmağın kopana kadar yazmak, kafan patlayana kadar okumak, uzun uzun ödevler hazırlamak, küme çalışmaları yapmak, sınıftaki arkadaşlarınla kıyaslanmak, en çok da sınavları kırık not almadan atlatmak.
Ve her geçilen sınıfta, daha zor olan bir üst sınıfa atlamak.
Hele de o sabah namazını müteakip sürünerek  yataktan çıkmalar, gözlerini ovuştura ovuştura okula koşturmalar, o telâşe arasında evde unutulan defterler-kitaplar.
Bitmek bilmez ders saatleri, rüzgâr gibi geçen teneffüsler, kara kaplı ve sözlüye kalkma korkuları, ezberlenemeyen çarpım tablosu, unutulan formüller, bir türlü öğrenilemeyen tarihler.
Hatırladınız hepsini değil mi?
'Nasıl oluyor da şimdi hepsi bu kadar güzel geliyor bana?' dediniz mi hiç kendinize?
"Yel eser tozu kalır, su gider kumu kalır" diye belki...
Belki de okulunuzu, arkadaşlarınızı ve en çok da kendi küçüklük halinizi çok sevdiğinizden.
Ya da ziyadesiyle 'örnek' öğrenciliğinizden...
****
Okulun öğrenci nüfusunu oluşturan bizler bu haldeyken, eline verilen ve her kalıba girmeye müsait bu yumuşacık hamurları yoğura yoğura şekillendirecek olan öğretmenlerimizin duyguları neydi acaba? Karşısına gelen çocuklar onlar için ne anlam ifade ediyordu?
Her çocuk başka bir dünyaydı nihayetinde.
O güne kadar geçirdiği günlerle, üzerine titreyen ya da kendisini hiç önemsemeyen ailesiyle hepsinin ayrı ayrı bir öyküsü vardı.
Onlar ki okula başlamakla; annesinden başka bir kadını anne, babasından başka bir adamı baba, sınıftaki diğer çocukları kardeş belleyecek, günlerinin büyük bölümünü bu yeni ailesiyle geçirecekti.
Okulda ona hem bilgi zerk edilecek, hem de davranış eğitimi verilecekti. Böylece okulda geçirdiği her an ile minik ruhu şekillenecekti.
Öğrenciyi böyle dokuyan öğretmen bir yandan da kendi evini, kendi ailesini, kendi çocuklarını düşünecekti.
Bize göre 'yaşını başını almış', çok zaman 'çoluğa çocuğa karışmış', kısacası 'hayatın gaileleriyle tanışmış' kocaman bir insandı öğretmen.
İşte şimdi o, içlerinde kimin yaşadığını bilmediği minik bedenlerle tanışıyordu.
Kim bilir kaçıncı tanışmasıydı bu, kim bilir büyütüp adam ettiği bu kaçıncı sınıftı.
Tüm dertlerini kapıda bırakıp girmeliydi derse.
Sonra da harman olmalıydı öğrencileriyle...
****
Van, Erciş'te görev yapan Öğretmen Gökhan Bulut'un sosyal medyada paylaştığı, okula ağlayarak gelen ama giderken gülerek poz veren bir öğrencisiyle çektiği fotoğrafı ve altına yazdığı yorumu görmüşsünüzdür.
"Okula ağlayarak gelebilirsin çocuk. Ama ben seni ağlayarak göndermem çocuk bunu iyi bil e mi? Öğretmen ismini almak kolaydır ama öğretmen olmak çok zordur"
İşte bu yüzden çocuğu sevgiyle sarıp sarmalayan öğretmenler her zaman sevgi, saygı ve özlemle anılır.
Bazılarıysa kendilerine teslim edilen küçük insanlarda yanlış izler bırakıp, hatalar silsilesine sebep olduklarından olsa gerek, özellikle unutularak tarihin derinliklerinde kazılan çukurlarda karanlıklara bırakılır...

Eğitim-öğretimde her yönden olumsuzluklar çok, biliyorum.
Siz yine de geleceğin sizin ellerinizde şekillendiğini bilerek dokunun çocuklarımıza.
Hepsinin bu vatanın evladı olduğu bilinciyle, kendi çocuklarınız gibi dokunun.
Atamızın izinde, bayrağımızın gölgesinde, marşımızın özünde büyüsün hepsi...
****
Son söz;
Siz nasıl bir öğrenciydiniz, bunu en iyi öğretmenleriniz bilir.
Siz nasıl bir öğretmendiniz, bunu da en iyi öğrencileriniz bilir.

O günlerden geleceğe nasıl bir imza attınız, işte onu da ancak 'gelmiş günleri' görenler bilir...

23 Kasım 2015 C.E.Y.

Kapak fotoğrafı: 1. Eba Kadraj Fotoğraf Yarışması Öğretmen Kategorisi
Fotoğrafın linki için tıklayınız

18 Kasım 2015 Çarşamba

Islıklar kimin için çalıyor?

Fransa’daki katliama tepki verip de dünyanın geri kalan tarafındaki katliamlara kayıtsız kalanlar için bir döküm yapmış haber sitesinin biri. 
2015 yılında yaşanan katliamları listelemiş ardı ardına.
“Toplamda 67 saldırı, en az 5215 ölü, en az 5136 yaralı” demiş bilanço için de.
Saldırıların yaşandığı ülkelere göz atınca Nijerya 17 saldırı ile açık ara önde gidiyor.
Yemen, Suriye, Pakistan, Afganistan, Irak, Tunus, Mısır, Çad, Filipinler, Ukrayna, Kamerun, Somali, Kenya, Makedon Cumhuriyeti, Bangok-Taylan, Suudi Arabistan, Lübnan, Suruç ve Ankara saldırıları ile Türkiye ve en son da Fransa... 
Yani döktüğü bu liste ile diyor ki; “Bakın ne kadar çok müslüman ölüyor dünyada. Ve siz iblisler elin gavuruna yandığınız kadar yanmıyorsunuz kendi din kardeşlerinize.”
Haksız da değil. Çoğundan haberimiz bile olmuyor...
Din kardeşlerimizin zulüm gördüğü müslüman ülkelere bakıyorum da,
Hepsi birbirinin boğazına çökmüş, kafa kol kesip kendi din kardeşlerine dünyada cehennemi yaşatıyorlar.
Önce kendi içlerinde insanca yaşama hakları yok. 
Önce kendileri kendi insanlarını insandan saymıyorlar.
Önce kendileri dinin emirlerine uymuyorlar.
Önce kendileri halklarını inim inim inletiyorlar.
Sonra da: 
“Dünya  müslümanları eziyor”...
Eziyorsa da ezmek için yine müslümanların elini kullanıyor.
Kâh din ile uyuşturuyor insanları, kâh para pul ile. 
Cehalet desen en güzel silah.
Sen de kanıyorsun ya o gavurlara, kanma!
Akıllı ol kendini kullandırtma!
Beline bombaları bağlayıp da ortalara atlama!
Bak, Fransa Milli Takımı'nın Londra'daki Wembley Stadyumu’nda İngiltere'yle karşılaşmasından önce Fransa Milli Marşı “La Marseillaise” hem Fransız, hem de İngiliz taraftarlarca hep bir ağızdan söylenmiş. Paris saldırılarının ardından ilk kez sahaya çıkan Fransa Milli Takımına İngiliz taraftarlar da destek vermiş. Fransız Milli Marşı'nın sözleri dev ekranlara yansıtılmış. Tüm taraftarların Fransa bayrakları açtığı milli marş sırasında, stadyumun ışıkları da Fransız bayrağının mavi, kırmızı, beyaz renklerine bürünmüş. 
Kimse kimseyi ıslıklamamış...
Ben bir tane müslüman ülke görmedim ki bir diğer müslüman ülkede yaşanan katliamlara bu anlamda bir ses çıkarsın.
Biz Türkler çıkartıyoruz lakin bu arada yaptığımız işin de gözünü çıkartıyoruz.
Türkiye - Yunanistan özel maçı öncesinde Yunanistan Milli Marşı'nı ıslıklıyoruz mesela.
Fransa'da yaşanan terör saldırılarında hayatını kaybedenler için maç öncesinde yapılan saygı duruşunu ıslıklıyoruz. 
İnsanî boyutta verilen bir tepkiye, hangi boyutta olduğunu anlayamadığımız bir boyutta tepki veriyoruz.
Bırakın Fransa için yapılan saygı duruşunu ıslıklamayı, Türkiye-İzlanda maçında Ankara katliamının müslüman kurbanları için yapılan saygı duruşunu da ıslıklıyoruz.
Diğer ülkelerdeki din kardeşlerimizin kendi din kardeşlerine yaptığının aynısını yapıyoruz kısacası.
Düşmanı dışarıda aramak yerine kendi insanımızdan kendimize düşman yaratıyoruz.
Ve ne yazık ki biz de hızla onlara benziyoruz.
İçinde bombalar patlayan, demokrasinin D’sinden uzak, ‘faşizm’in F’sinden M’sine kadar tüm harflerinden nasibini almış, aydınlık yüzü gittikçe kararan, hem ‘kara’ hem de ‘kan kırmızı’ bir ülke oluyoruz.
Diğer müslüman ülkelerde olduğu gibi ölümün artık kanıksandığı ve ölümlerin kimse tarafından kayda değer bulunmadığı bir ülke...
****
Demem o ki;
“Sen seni bil sen seni, bilmez isen sen seni, patlatırlar enseni..."

18 Kasım 2015 C.E.Y.

17 Kasım 2015 Salı

Kadın Korosu'ndan 'on numara' bir konser


Atıl geçen yaz aylarının ardından Bursa'da ve dahi Nilüfer'de etkinlik sezonu açılınca konserler de ardı ardına verilmeye başlandı. Bursa salonlarında senfoniden müzik korolarına, tiyatrolardan sempozyumlara kadar adeta her köşe başında bir program var. 
Şikâyetçi miyiz, elbette ki değiliz. 
Tek düşündüğümüz, 'Hepsine nasıl yetişeceğiz?'... 
Nilüfer Kadın Korosu da 15 Kasım'da verdiği konserle açtı 2015-2016 sezonunu. 
Üstelik bu yıl onların kuruluşlarının 10. senesiydi ve o yüzden bu konser bir çeşit 10. yıl kutlaması niteliğindeydi. 
Koronun tarihçesine kısaca bir göz atarsak; 
Nilüfer Belediyesi Kadın Korosu, 2005 yılının Mart ayında Nilüfer Yerel Gündem21 bünyesinde "İkinci Bahar Kadın Korosu" adı altında kurulmuş ve Şef Dr. Aysel Gürel'in gönüllü yönetiminde çalışmalarına başlamış. 
Koro ilk konserini, Zonguldak’ta 7-11 Eylül 2005 tarihinde düzenlenen "Yerel Gündem 21 Kentleri 4. Ulusal Kadın Etkinlikleri Festivali"nde Bursa-Nilüfer’i temsilen ve 20 kişiden oluşan koro üyeleriyle 9 Eylül 2005’te vermiş. Koro henüz ilk konserinde festival komitesince başarılı bulunarak teşekkür belgesiyle onurlandırılmış. 
1 Ocak 2010 tarihinden itibaren de Nilüfer Belediyesi bünyesinde "Nilüfer Belediyesi Kadın Korosu" adı altında Şef Dr. Aysel Gürel yönetiminde, sayısı 100’ü geçen üyeleriyle çalışmalarına ve konserlerine devam ediyor. 
Verdikleri konserlerin gelirlerini (yıllık 50-60 bin TL civarında) yardım kuruluşlarına bağışlayarak sosyal sorumluluk projelerinde yer alan koro. 
Bir yazımda da dediğim gibi; "Her derde deva bir koro" 
Anlatmakla olmaz, yaşanması gereken bir koro. 
İmkânı olmayıp yaşayamayanlar için ise zaman zaman yazılarımla kendilerini köşemde misafir ettiğim bir koro. 
Daha önceleri Fethiye Kültür Merkezi, Uğur Mumcu Kültür Merkezi ya da Nâzım Hikmet Kültür Merkezi salonlarında izlemeye alışık olduğumuz koro bu kez Bursa Akademik Odalar Birliği-BAOB Oditoryum salonunda veriyordu açılış konserini. 
Yılların alışkanlığından olsa gerek yadırgadım bu salonu ve bu sahneyi. Bir türlü içine giremedim şarkıların. Koro da yabancılık çekiyordu kanımca. Birkaç şarkı bocaladıktan sonra ancak geldik kendimize...
Konser büyük bir sürprizle başladı. 
On yıldır koroda gece gündüz demeden yer alan eşlerini destekleyen beyler de vardı bu kez sahnede.
Bu kez de farklı bir biçimde eşlerinin yanında yer almışlar, şarkılara onlarla birlikte can katıyorlardı.
Erkekleri temsilen Tayfun Çavuşoğlu solo bir şarkı söyledi. 
"Benzemez Kimse Sana"

Tayfun Çavuşoğlu mikrofon başındayken benim gözüm eşi Nesrin Çavuşoğlu'na gitti bir an, hissettiğim kadarıyla o Tayfun Bey'den daha fazla heyecanlıydı. 
Tayfun Bey solosunu bitirince korist erkekler sahneyi kadınlara bıraktılar ve bizim hanımlar sazı ele aldılar. 
Her konseptten iki-üç parça hazırlayarak kolaj bir repertuvar oluşturmuştu Koro Şefi Dr. Aysel Gürel. 
İlk bölümde Halk Müziği'nden türküler, Sanat Müziği eserleri, Roman Havaları, Balkan Türküleri ve Selami Şahin parçaları söylendi. 
Koristlerden oluşan dans grubu Roman Havalarına danslarıyla eşlik etti. 
İkinci bölüm adeta bir efsane olan Sıra Gecesi ile başladı. 
Bir yandan çiğ köfte yoğrulurken öte yandan zılgıtlar çekiliyordu. 
Gülsenem Yılmaz ve Yasemin Demirci sololarıyla, koronun halk oyunu ekibi de danslarıyla katılıyordu bu coşkuya. 
Daha önce izleyenler için aşina, ilk kez izleyenler içinse şaşkınlıkla karışık hayranlık yaratan bir görüntü vardı sahnede. 

Bu gecenin önemli bir özelliği ise yine bir ilki gerçekleştirmesiydi. 
Konser Facebook sayfasından, internette YouTube üzerinden canlı olarak yayınlandı. 
İnternet üzerinden olması dolayısıyla sıkıntılar yaşansa da koroyu duyup da izleyemeyenler açısından güzel bir düşünceydi. 
Gecenin sonunda, konsere Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey'i temsilen katılan Nilüfer Belediye Meclisi Üyesi Kemal İvgen, 20 kişiyle yola çıkıp bugün 105 kişiye ulaşan Nilüfer Kadın Korosu'nda kuruluşundan bu yana görev yapan Şef. Dr. Aysel Gürel ve sekiz koriste anı plaketi ve çiçek takdim etti. 
Koro Şefi Aysel Gürel bu on yılda kendisine yoldaşlık eden, aynı zamanda ud çalarak da saz heyetinde yer alan, aynı zamanda meslekdaşı olan eşi Kenan Gürel'i de unutmadı ve teşekkürleriyle yanına davet etti. 
Daha sonra da 10. yıl pastası kesildi. 
Aysel Hoca on yıldır kendisiyle yol alan arkadaşlarına elleriyle tek tek pasta yedirdi.
Seramonilerin bitiminin ardından fuaye alanında konuklara hem pasta, hem de Harran Kebap sponsorluğunda çiğ köfte ikram edildi. 
**** 
Yardım amaçlı konserlerine şehir içinde, şehir dışında ve hatta ülke dışında devam edecek olan koro teklifleri şimdiden değerlendirmeye başlamış bile. 
Nilüfer'in ve dolayısıyla Bursa'nın tanıtımına da büyük katkıları olan koronun, başta şefleri Dr. Aysel Gürel olmak üzere tüm koristlerini kutluyoruz. 
Haydi hanımlar, söylemek sizden, anlatmak bizden...

Son söz:
Aysel Hocam; konserler yine Uğur Mumcu'da devam etsin, olmaz mı?
Puanlar size 9 buçuktan değil, 10 üzerinden 10 gelsin...

2013'ten 2022'ye Bursa Nilüfer Kadın Korosu yazılarım
Var mı böyle bir koro? / 31 Ocak 2017
Su Gibi Aziz Olun... / 17 Mart 2017

16 Kasım 2015 Pazartesi

Edebî Kazılar’da bir Livaneli

Romanları otuz dilde yayımlanan, besteleri ve kitaplarıyla ulusal ve uluslararası alanda birçok ödül alan, bir dönem politik çalışmaları olsa da politik kimliğinden ziyade müzisyen ve edebiyatçı kimliği ile anılmak isteyen Zülfü Livaneli ile tanışmak büyük onurdu benim için.
Salona geçip söyleşi başlamadan önce kısa da olsa sohbet edebilmiş olmak hele, tarifsiz.
Yıllarca hangi gazetede yazıyorsa o gazeteyi almışım, nerede bir şarkısını duysam müziğin sesini biraz daha açmışım, neredeyse tüm kitaplarını okumuşum, kâh müzikleriyle, kâh kendi öyküleriyle yer aldığı filmlerini izlemişim, fırsat bulduğum her seferinde konserine gitmişim…
Kısacası hayranlığım had safhada…
****

Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü tarafından Nazım Hikmet Kültürevi’nde düzenlenen Edebî Kazılar söyleşisinin bu ayki konuğu Zülfü Livaneli oldu. Basınla buluşmasının hemen ardından salona geçtik ve Feridun Andaç’ın soruları eşliğinde doyumsuz bir sohbet izledik.
Salon hınca hınç dolu olduğu gibi, salona giremeyip dışarıda kalanlar da oldu.
Livaneli’yi görmek ve onun sohbetine şahitlik etmek insanın her zaman karşısına çıkacak bir fırsat değildi elbet.
Sohbet boyu yazan insanın yazdıklarını anlatırken aldığı hazda buldum kendimi. Bir karıncadan dünyaya uzanıp, sonra tekrar o karıncaya dönebilmenin aşinalığı içinde gülümsedim. Neler konuşulmadı ki bir saat içinde.
Bazen satırbaşları olarak anlatacağım size bu sohbeti, bazen de kelimesi kelimesine nakledeceğim…
Sohbetin başında Feridun Andaç, Zülfü Livaneli’yi anlatmanın kendi gözünde çok uzun bir hikaye olduğunu belirtti önce. Sonra da kişisel izlenimlere dönük olmayan, daha çok edebiyatına bakarak konuştu:
“Livaneli, romanlarında bir zaman akışında gezinen, düşünen, gezen, soran, sorgulayan, anlatıcıdır. Bize tuttuğu aynada toplum, insan gerçekliği vardır. Orada hatırlattığı, gösterdiği her şey belleğimizin derin kuyularına dönmenizi sağlar”
Bu konuşmanın ardından sözü Zülfü Livaneli’ye bıraktı Andaç ve Livaneli, ‘Edebî Kazı’ olarak kendisinin seçilmesinden duyduğu memnuniyeti tatlı tatlı mecaz yaparak, edebiyat-yazı ilişkisini kendi dilinden anlatmaya başladı.
Kendisini görmeye gelenlere teşekkür ederken, “Bursa’ya gelirken böyle güzel bir toplulukla karşılaşacağımı biliyordum” dedi öncelikle. Daha evvelki konser, okuma ve kitap buluşmalarından biliyordu izleyici profilini.
“Müzisyen, yazar ve politikacı deniyor, aslında benim iki mesleğim var. Birisi yazarlık, birisi müzisyenlik. Onun dışında yaptığım işler mecbur kaldığım için yaptığım işler” dedi. Bir dönem milletvekilliği yapmış olmasının kendisini politikacı yapmayacağını, hiçbir zaman da olamadığını söyledi. “Ben gazeteci de olmadım. Ben fikirlerimi yazdım gazetelerde.” dedi gazeteciliği hakkında. Müzisyenliğinin doğuşunu, “Aslında müzisyenlik hiç ortaya çıkmayacaktı. Ülkenin koşulları beni müzisyen yaptı. Yoksa sürekli okuyordum. Küçüklükten beri sürekli yazı denemeleri yapıyordum. 12 Mart dönemi gelince ben de o cunta dönemini eleştiren türküler yaptım hapiste. Yurtdışında kaydettim ama sonra unuttum. Kitaplarımı yazmaya döndüm. Sonra o kayıtlar benden habersiz yurda girmiş ve meşhur olmuş. Yani müzik böyle toplumsal bir baskıyla çıktı.” diyerek açıkladı.
“İçimdeki şarkıyı paylaştığımı hissediyorum. Bu kadar çok ürettiğime bakınca; içimdeki ezgileri paylaştım ama henüz daha kafamdaki hikayeleri bitiremedim.” derken yazacak daha çok romanı, anlatacak daha çok öyküsü olduğunu gördük ve çok sevindik…
“Yaşar Kemal Livaneli’nin daha çok müziklerini etkilemiştir”
Livaneli, Feridun Andaç’ın: “Yaşar Kemal’in, Livaneli’nin daha çok müziklerini etkilediğini düşünürüm. Kemal’in Livaneli’yi oğlu gibi sevdiğini biliyorum.” sözlerine, “Yaşar Kemal benim edebiyatımı değil müziğimi daha çok etkiledi sözünü ilk kez duyuyorum ve bu yoruma katılıyorum.” diyerek cevap verdi ve devam etti;
“Yaşar Kemal’den öğrendiğim esas bir-iki şey varsa onlardan en önemlisi de ‘kök’e dayanmaktır. Oyun oynamamaktır. İnsan soyunun büyük çizgisine, ulu ırmağa sadık kalmayı öğretti o bana. Dünden bugüne Homeros’tan Mevlana’ya tüm yazılanları okuyup onları bugüne getirebilmeyi öğrendim. Bu ‘kök’e sadık kalarak bugün ne yapabileceğini düşüneceksin. Müzikte de bu toprağın ses sistemine sadık kalarak müzik yapacaksın.”
* Yazan-çizen-söyleyen her insan için ışık olmalı dedim işte bu sözler. Aslını unutmadan, aslını inkâr etmeden, onunla yoğrulup, onunla beslenip onunla zenginleşerek üretmeli…
“Bir romancı için sınır yoktur” dermiş Yaşar Kemal Livaneli’ye.
Bir karıncadan yola çıkıp tüm evreni anlatabilmeyi tarif ediverdi bu sözün üzerine Livaneli. Yabancı gelmedi söyledikleri.
“Romancı için ‘tarih’ bir fondur. Her şey bir fondur, her şey insanı anlatır.” dedi romanlarında tarihi nasıl kullandığı üzerine.
Milletlerin tarihe bakışını anlatırken tarihe egzotik bakmak kadar yanlış bir şey olmadığını söyledi ve ekledi; “Dünyada da bize böyle bir bakış var. Özellikle de ABD’den”…
“Onlar da bizi belli bir formda görmek istiyorlar. Başka türlüsünü kabul etmiyorlar.Böyle bir edebiyat toplantısı dahi görmek istemiyor. Onların kafasında belli bir İslam ülkesi kalıbı var. Onun dışına çıkmıyorlar. Hindistan denince Yoga ve Hint Fakiri, Afrika denince açlık ve eğitimsizliğin akla gelmesi gibi…”
Tarih ve roman üzerine devam etti sonra;
“Roman yazarken tarihten yararlanıyoruz ve tarihin sürekli tekerrür ettiğini görüyoruz. Sadece dekor değişiyor. Duygular değişmiyor. İnsanların iktidarın çevresinde dönmek için ateşe yaklaşan pervaneler gibi dönmeleri, üç kuruş için ruhlarını satmaları, iktidara yakın olmak için delirmeleri, eğilmeleri, bükülmeleri, kemiksizleşmeleri…”
* Ah bu sözler niçin hiç yabancı değil bizlere…
“İçimde halk şiirinin ritmi var”
Yazmaya başlama öyküsü, yazarken kimlerden etkilendiği, hangi romancıları beğendiği konuları üzerine;
“Çok etkilendiğim romanlar oldu. Binbir Gece Romanları mesela. 20. Yüzyıl Amerikan edebiyatı çok etkiledi beni. Büyük Türk yazarlarının dışında Refik Halid’in dil kullanımı çok etkilemiştir. Rus edebiyatı hepimizi çok etkilemiştir. 20. Yüzyıl’ın en çok hayran olduğum romancısı ise Gabriel Garcia Marquez’dir. O kadar ki; roman yazmaya başlamadan önce uzun süre Marquez okumam.” diyor.
* Lafı gelmişken Marquez, Hamingway ve kendisi ile ilgili minik bir anektod paylaştı hemen. Bu küçük anısı ile içindeki çocuğu gördük biz. O orada hep canlıydı, hep 19 yaşındaydı…
Kitaplarının içeride-dışarıda nasıl algılandığı ve nasıl karşılandığı üzerine, yazılan romanların her ülkede farklı etki yarattığını söylüyor. Mutluluk romanının Amerika’dan algılanması ile Çin’de algılanmasının farklılığına değiniyor. Birbirimize benzerliğimize dikkat çeken Çinliler’in, Türkiye’yi de modernite ile gelenek arasında bocalayan ülkelerden biri saydığını, o yüzden benzeştiğimizi söylüyor.
“Sürgün, ağır ve uzun bir hastalık gibidir”
Sürgün günlerine getiriyor sözü Andaç. Livaneli’nin “Bir Kedi Bir Adam Bir Ölü” romanının kendisi için en iyi romanı olduğunu, hatta edebiyat tarihimizde sürgün üzerine yazılmış en iyi roman olduğunu söylüyor.
Livaneli romanın yazılış öyküsünü anlatıyor kısaca.
İsveç günleri ve anılar…
“Sürgün, ağır ve uzun bir hastalık gibidir” diye tarif ediyor o günleri. O kitapta yazdığı “Yakında bu eşitsizlik ve bu dengesizlik böyle giderse, Afrika’dan, Asya’dan, Ortadoğudan, insanlar botlara, sandallara, hatta sallara binecekler ve Avrupa kıyılarına yüz binlerce insan hücum edecek. Avrupa’nın bu akınla baş edecek gücü kalmayacak.” sözlerini okuyarak, o günlerde yaptığı kehanete ve bugünkü “mülteci” durumuna dikkat çekiyor.
Araya yine anılar karışıyor…
Dünyada darbe yapılan ülkelerin devrimcilerinin İsveç’e gelişlerini ve buluştuklarında ettikleri sohbetlerde, devrimcilerin sağlık sorunları yaşadıklarında İsveçli doktorların kendilerini önce mide bölümüne yönlendirdiğini, çünkü ülserin bir sürgün hastalığı olduğunu söylüyor.
Türkiye’ye döndüğünde kendisini karşılayan Yaşar Kemal’in hastalığına nasıl aldırmadığını, cin tonik ve patates kızartması ile hastalığın nasıl yok olduğunu mizahî bir dille anlatıyor.
“Derdi olan yazar”
Andaç’ın dediği gibi Zülfü Livaneli “Dünya ile meselesi olan, daha doğrusu ‘derdi’ olan bir yazar”.
Andaç’ın bu yorumunun üzerine, “Yazı sadece mesaj için ya da zevk için yazılmaz” diyor Livaneli.
“Müzikle insanları duygulandırabiliyorsunuz. Müzik bu konuda yazıdan daha bile başarılı. Fakat müzikle bir dönem anlatamıyorsunuz, bir analiz yapamıyor, insanın derinliklerine inemiyorsunuz. Aşkın değişik boyutlarını ele alamıyorsunuz. O yüzden yazıya ihtiyaç var. Bu duygudan daha farklı bir şey. Beş yıl düşünülmüş, yazılması üç yıl sürmüş bir romanın müzikten apayrı bir yeri vardır.” diyerek yazının kıymetini önümüze seriyor.
“Okumak kadar önemli bir şey yok”
Eğer olsaydı tek tanrılı dinlerin tanrıları kitap yazdırmazdı değil mi? Kendilerini şarkıyla ya da başka bir şeyle anlatırlardı. Ki ilk emir ‘OKU’dur…
Tanrı bile kitap yazmaya ve kendini kitapla anlatmaya ihtiyaç duyuyorsa….
****
“Yaşar Kemal’le dolaştığınız zaman onun romanlarındaki gibi yaşarsınız” diyor ve ‘balıklı’ bir anısını anlatıyor. Biz de adeta o sandalda o anları yaşıyoruz.
“Konstantiniyye Oteli en zorlandığım romanım”
Son romanı olan Konstantiniyye Oteli için, yazarken en zorlandığı roman olduğunu söylüyor Livaneli. Çok çalıştığını, çok yazdığını ve çok kısalttığını belirtiyor. 700 küsur sayfadan 480 sayfaya indirmiş.
Kitap için kısa kısa şunları söylüyor:
“Şehirlerin bir ruhu var ve ideolojilerle değişmiyor. Yönetim ne olursa olsun Paris Paris olarak kaldı. İstanbul da böyle bir şehir. Hangi rejimde yaşarsak yaşayalım İstanbul Ankara olamıyor, Ankara da İstanbul. O yüzden şehri insanlarıyla anlatıyoruz. Bu romanı yazarken aynı şeylerin İstanbul’da sürekli tekrarlandığını görünce hayrete düştüm. Nika İsyanı mesela. Yıllar sonra Osmanlı’da aynı yerde aynı olaylar oluyor. Tarih yolculuğunda 1 Mayıs, Kanlı Pazar ya da Gezi’ye kadar geliyorsunuz. Dinamikleri Bizans’tan beri hiçbir şekilde değişmemiş bu şehrin. Büyük servetler, büyük güç mücadeleleri, rekabet, ihtişam, erotizm ve şiddet. İstanbul’un dinamikleri bunlar. Hem zorlanarak hem de isteyerek yazdım bu romanı. Bir başka aşamaya getirmek istedim edebiyatı.”
Andaç’ın romanların doğuş gerekliliği üzerine sorduğu soru üzerine; “O sırada insanı ne ilgilendirirse, kafasından neler geçiyorsa onu anlatıyor insan.” diyor Zülfü Livaneli.
Bir romancının dünyayı okuma biçimi ve edebî birikimini görüyor insan kitapta deyince Andaç, “Cinnet geçiren bir toplumu anlatıyorum, çünkü olan o.” diyor.
“Kusursuz roman sıkıcı olur” diyor Andaç. “Eleştirilecek yanları olsa da, Livaneli büyük bir ayna tutuyor topluma” diye ekliyor ve soruyor:
“Bir romancı bir önceki yazdığı kusurlu romanındaki kusurları giderebilmek için bir diğer romanını yazar. Doğru mudur?”
“Ben daha kusurlu yazdım” diye espriyle yanıtlıyor bu soruyu Livaneli.
“Edebiyatla ve şiirle değişen bir ülkedir Türkiye”
Ülkemiz tarihine girdi ve ülkemizde edebiyatın, özellikle de şiirin gücünü ve etkisini anlattı bize birkaç cümleyle:
“Dünyada bilimsel kitaplarla değişir ülkeler, bizde şiirle. Padişaha kaside yazılırken önce, sonra vatan şiirleri yazılır. Mustafa Kemal gibi gençler vatan şiirlerinden etkilenirler, Cumhuriyet’i kurarlar, Cumhuriyet şiirleri yazarlar. Daha sonra Nâzımlar çıkar sol şiirler yazılır. Türkiye’de herkes şiirle solcu olmuştur. Türkiye’de rejimler ve sistemler şiirle değişir. Şu anda Necip Fazıl’la değiştirmeye çalıştıkları gibi…”
* O yüzden ilk kellesi alınanlar hep şairler olmuş demek…
“Beni kim itti?”
Politikaya nasıl girdiğinin sorulması üzerine, “Beni kim itti diyerek” diye cevaplıyor. Gülüşüyoruz.
Anlıyoruz bugün algılanan anlamdaki politikanın kendi üzerinde ne kadar eğreti durduğunu.
“Ne zaman iyi niyetle bir işe girdiysem, iyi niyet bu ülkede hiçbir zaman anlaşılmadı, çünkü kimse iyi niyetli değil” diyor.
Politikacının halkla bütünleşememesinin sebebinin, arada akan kirli nehir olduğunu söylüyor.
Politikayı tarif ederken; “Politika eğriyi doğru, doğruyu eğri yapar” diyor.
Son sözü ise epey vurucu:
“Ankara’da TBMM’de de yattım, hapishanede de yattım. Şimdi sorsalar hapishaneyi tercih ederim”…
****
Zülfü Livaneli söyleşide okurların sorularını da yanıtladı.
Söyleşinin sonunda Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, kendisine özel tasarım portresini armağan etti.
Edebî Kazılar’da bir Livaneli izlemiştik canlı canlı.
Edebiyatseverler için hayallerin ötesinden gelmiş gibiydi.
Ardında bir hoş sada bırakarak geldiği gibi gitti…

15 Kasım 2015 Pazar

Terörde eşitlik ilkesi kaçınılmazdır!

Akçeli işlere aklı erenlerle ermeyenler bir olur mu?
Ermeyenler cıvıl cıvıl cıvıldıyorlar her yerde "Özgürlük-Barış-Kardeşlik" vs vs vs...
Erenlerse malı götürüyorlar.
Götürüyorlar da nereye götürüyorlar?
Hani eskiden koskoca dünya derdik de, biz büyüdükçe o bile küçüldü.
El kadar dünya işte.
Gitsen gitsen, gidebileceğin en uzak mesafe "bir adım" gerin.
İnanmazsan dön bak arkana...

Akçeli oyunlar pis oyunlar haliyle.
Bak Ali Koç bile demiş "Gerçek sorun kapitalizmdir" diye.
Duy da inanma...
Asgari ücret yükseltilecek deniyor ya, herkes burnundan soluyor malum.
Hem akıllar, hem de çarşı karıştı kısacası...

Pis işlerin geldiği son noktadan Paris gibi gözbebeği bir şehir aldı bu kez nasibini.
Üzüldük elbette ölenlere.
Bu üzüntüyle pek çok kişi profil fotoğraflarını anında Fransa bayrağının renkleriyle kapladı. Ölenler için 'RIP'ler, 'Pray for Paris'ler yazıyor her tarafta. Laf aramızda; "Oh olsun!" diyen de az değil.
Analizcisi, bilirkişisi, siyasi bilimcisi, kim ne derse desin dış dünyaya göre biz hepimiz,
"Ortadoğu'da yaşayan pis müslümanlarız"


Gün gelip de bombalar tepemize yağarken 'Bilmemkim Bey ile Bilmemkim Hanım bizim için çok üzülmüştü, siz çekilin bakalım kenara' denmeyecek. Saldırılar öncesi o insanlara uyarı mesajları gelmeyecek. Yapılacak her saldırı şu anda 'üzülen-sevinen' herkese eşit derecede değecek. 
Nasıl ki bu saldırılarda ölenlerin pek çoğu barışı destekleyip dünyada savaşları hiç istemezken, hatta pek çoğunun yakınında 'müslüman' arkadaşları varken...
Terörde eşitlik ilkesi birincidir. 
Kıblesi bellidir, hocası bellidir.
Hedefe giden yolda geri kalan hiçbir şey mevzubahis değildir.
Kişilerin kişiliklerinin önemini kaybettiği, kutsal kavramlar ardına gizlenen, arkasında ise büyük ganimetlerle beslenen kötü hareketlerdir...

Düşünüyorum da;
İnsanı ve insanlığı yok ettikten sonra bilmem ki geriye ne kalacak?
Muktedir güçler nasıl bir dünyada yaşayacak?
Sessiz, sakin ve bir başına mı?
Yani 'Özgürlük, Barış, Kardeşlik' içinde mi? 


Buyrun işte;
Döndük mü sonunda yazının başına?

15 Kasım 2015 C.E.Y.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Sizin olsun bu dünya

"Polis, Beyazıt'taki YÖK protestosunu takip eden Bianet muhabiri Beyza Kural'ı da ters kelepçe takarak gözaltına aldı. Polis aracına bindirilen Kural'ın fotoğraf makinesinin kartına da el koymaya çalışan polisler 'Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi değil artık, bunu öğreteceğiz size!' diye bağırdı. Polis, Kural'ın elinde olan gazeteci kimliğini de çekip kopardı."

Bu görüntülerin olduğu videoyu defalarca izledim ibretle ve hayretle.
O sözleri sarf eden polisin, içindeki nefreti cümleler halinde insanların üzerine nasıl kustuğuna şahit oldum.
Nasıl bir iç sıkışmasıydı, nasıl bir birikimdi, nasıl bir kindi ki bu, "Bunu öğreteceğiz size!" derken dilinden irin akıyordu.

Neyi öğretecekti?
Susmayı mı?
İtaatkâr olmayı mı?
Sessiz kalmayı mı?
Her yapılanı alkışlamayı mı?
Neydi öğretilecek olan?

İsyan bir çeşit ağrıdır aslında bedendeki sıkıntının sinyalini veren.
Ağrı kesicilerle üzerini örtmek değildir çözüm.
Ağrının kaynağını bulup tedavi etmektedir iş.
Hiç ağrınız olmadığını hayal ediverin bir...
Sizin yerinize ben edeyim isterseniz.
****
Siz bilmez misiniz ki;
Muhalefetsiz iktidar olmaz.
Rakipsiz maç olmaz.
Eleştirisiz yönetim olmaz.

Diyelim ki oldu,
Kendin çal kendin oyna mı olacak o zaman?
Herkes alkışçı, herkes sessiz, herkes korkak, herkes köle, hatta herkes robot mu olacak?
Hayal ettiğiniz böyle bir ülkenin başkanı olmak mı?
Yoksa, düşünen, sorgulayan, okuyan, araştıran, anlayan, dinleyen, eleştiren, ilgili ve bilgili bir ülkenin başkanı olmak mı?
Kendini yüceltmek için çevresindekileri aşağıya çekmek mi evla, yoksa yüksek değerler arasından yükselerek bir mertebeye erişmek mi?

Söyleyin bakalım;
Hangisi daha muteber?
Ha; itibarla işimiz yok diyorsanız,
Buyrun o zaman.
Dünya sizin...