28 Mart 2014 Cuma

Nagehan buraya, yumruk havaya!

CNN Türk ekranlarında yayınlanan 'Dört Bir Taraf' programında Kadri Gürsel'in yayın yasağı getirilen ses kaydı hakkındaki açıklamalarına oldukça sinirlenen Nagehan Alçı, adeta çileden çıktı.
Günün nasıl başladığını ve devamını şöyle bir hayal edelim...
- Bugün yayında hangi kıyafetimi giysem acaba?
- Çorabım kaçmasın aman. Ben yedek alayım bir tane yanıma. Ne olur ne olmaz.
- Rujumu uyumlu sürsünler.
- Makyöze teslim edeyim kendimi. O biliyor nasılsa ne yapacağını.
- Rimeli bol sürün. Kirpiklerim ayrık ayrık olsun.
- Dudaklarım nasıl görünüyor. Bir dakika, parlatıcım nerede?
- Sallanan küpelerimi unutmayalım.
- Mikrofonlar yerleşsin evet.
- Oturalım yerimize.
- Nasıl görünüyorum Nazlı Hanım, Altan Abi, Kadri Bey?
- Nazlı Hanım sizin yüzünüzdeki şişlikler de indi artık. Maşallah gencecik görünüyorsunuz.
- Başbakan'ın sesi neydi öyle dün. Ay ilahi, çok güldüm...
- Neyse yayın başlıyor, arada devam ederiz yine....
 .... Ve yayın...
............
.............................
- Efendim, bu ortam dinlemesini yapanlar dünyanın her yerinde casustur!
- Siz bu kirli oyunları bu programa taşıyarak, hem millete hem kendinize ihanet ediyorsunuz!
(Ay ben sinirlenince daha mı güzel oluyorum ne? Herkes benden bahsedecek şimdi. Nazlı Hanım da karşımda alay eder gibi gülüyor. Bak bir de telefonuna el attı. Tweet mi atacak n'apacak? Demek ki DNS ayarlarıyla oynamış. Vay vay vay. Bak bir de alkışlıyor beni. Buna da mı sinirlensem ne yapsam? Bu programın en genci ve en güzeli benim. Ne yapsam yakışır bana. Bağırayım çağırayım, mangalda kül bırakmayayım. Oh canıma değsin!)
- Nazlı Hanım diyor ki bana, "Gergin gergin"
- Elbette gerginim. Yalanlarla siyaset yapılmaya çalışılıyo bu memlekette!

.....Veeee ara....

- Nazlı Hanımcım Youtube'a girebiliyor musunuz Youtube'a....
- Altan Abi, size bir şey demedim vallahi. Alınmayın lütfen...
Ya da;
- Nazlı Hanım alacağınız olsun. Siz kim, benimle alay etmek kim. Yayın çıkışında sormaz mıyım ben bunun hesabını!
****
İşte böyle arkadaşlar. Kameraların önünde ve arkasında neler oluyor hiç anlayamıyoruz. Daha düne kadar Alçı ile kanka muhabbeti yapılan Nazlı Ilıcak, Alçı tarafından bir anda agresif tavırlara maruz kalıyor.
Bu da ilk değil üstelik. Kaçıncı ah kaçıncı...
Ilıcak hiç bunları yer mi? Müstehzi bakışlarla ve gülüşlerle Alçı'yı daha da delirtiyor.
Alçı deliriyor da, sadece yüzü deliriyor.
Vücudunun diğer azaları gayet sakin. Bacaklar huzurla üstüste atılmış. En ufak bir tedirginlik yok.
Üst taraf ise almış başını gitmiş.
Küpeler sallanıyor, bol rimelli kirpikler açılıp kapanıyor, ruju bozulmamış dudaklar sinirle kasılıyor.
Saçların spreyi yerinde olmalı ki tek bir teli dahi oynamıyor...
Bu durum karşısında bize de tezahürat yapmak kalıyor.
"Nagehan buraya, yumruk havaya!"
"Oley, Oley, Oley..!"

23 Mart 2014 Pazar

Tilahi Tülahi

Tir tarmış tir tokmuş.
Tamanın tirinde twitland tiye tir temleket tarmış.
Tir te Twitland'ın takin tintanlarının talına talına tasan ve tiç takin tolmayan tir taştakan tarmış.
Taştakan taptıklarının tortaya tıkmamatı tiçin twitter tenen totyal tedya teytini tataklayıp tururmuş.
Twitter takinleri twitland'e tek tir tapıdan tirip tıtıyorlar tannedermiş.
Töteki tapıları tiç tilmezmiş.
Twittırıklarsa tünyanın tüm tapılarının tanahtarlarına tahipmiş.
Tu tapı tenin, tu tapı tenim teyip teyip twitland'ın taltını tüstüne tetirirlermiş.
Taştakan da Twitland'a tiriş-tıkışı tatakladım tannedip terim terim terinirmiş.
Tilahi Taştakan;
Ten tok taşa te mi... :)

22 Mart 2014 Cumartesi

Ölerek kazanıldı bu zafer!

Şimdiki gibi postal dahi bağlamadan biten değil, yıllar ve yıllar süren bir askerlik düşünün. Savaş üzerine savaş, cephe üzerine cephe. Koskoca imparatorluğun uçsuz bucaksız ellerinde oradan oraya savrulan sayısız asker.
Kimi döndü evine yıllar sonra, kimi kayıplara karıştı.
Nice türküler söylendi gelişlerine. Nice ağıtlar yakıldı gelmeyişlerine. Dönemeyenlerin soyları kurudu, kökleri kalmadı.
Savaşın zaferi kaç kişi öldürdüğün ile ölçülür ya hani, bir yandan da ölerek kazanılır zafer.
Destan yazılan dağlarda üst üste yığılmış paramparça bedenlerle. Ölmeden toprağa girenlerle. Ölüm emrine kayıtsız şartsız boyun eğenlerle. Savaşmaya ara verdiğinde düşmanınla sohbet edenlerle.
Üstelik aç, üstelik susuz, sabunsuz, çarıksız, potinsiz, yalın ayak.
Açılan top ateşine kolunu bacağını siper ederek.
Mermisi bittiğinde süngü takarak, göğüs göğüse çarpışarak.
Yanında çarpışan arkadaşının ölümünü yaşayarak, bir lâhza sonra da kendi ölümünü diğerlerine yaşatarak.
Kanıksanmış bir ölüm. Kanıksanmış bir savaş.
Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen. Dünyadaki insanlar tarafından belki de hiç bilinmeyen.
Lâkin bizim için;
Vazgeçilmeyen, geçilemeyen, geçirtilmeyen.
Dağlara taşlara "Çanakkale Geçilmez" yazılıp yedi cihana belletilen.
Geldikleri gibi giderler deyip, geldiklerine bin pişman geri gönderilen.
Sonra ise,
Masalarda teslim edilen... 
****
Bugün yine aynı günler.
Vatan bölünmüş mezhebe, ırka, dile, dine.
Kurtuluş ölmekte ise ölüyoruz işte yine onar, yüzer.
Vatan'da birleşme zamanı şimdi yine, lakin birleşecek kim kaldı geriye?
Bir birleşebilsek...
O yüzdendir ki bölüyorlar bizi lime lime.
O yüzdendir ki çıkamıyorlar karşımıza mertçe.
O yüzdendir ki dolanıyorlar arkadan arkadan.
O yüzdendir ki içimize sızıp kırdırıyorlar bizi birbirimize.
Tam yüz yıl geçti üzerinden.
Bak gör,
Uyumadı düşman.
Kahpece ve sinsice bekliyor yine aç bir kurt misali etrafımızda...

Çanakkale Zaferi üzerine:
Ölerek Kazanıldı Bu Zafer!
/ 22 Mart 2014
Savaşın öteki yüzü...
/ 11 Mart 2015
Ben ikna olmadım! / 26 Nisan 2016
Anlat Atam, Sen Anlat!
/ 18 Mart 2022

21 Mart 2014 Cuma

Sıramı vermek istemiyorum!

Ölümün anlamını bilmediğim günlerden beri duyardım. “Allah sıralı ölüm versin” denirdi hep.
Yaşadıkça anladım ki ölüm gençlere yakışmıyor, çocuklara ise hiç kondurulmuyor.
Gençliğini yaşayıp, yaşını başını alanlar sıraya kendilerini koyup taze fidanları arkalarına saklıyor.
Ölüm sıra dinlese iyi de, dinlemiyor işte.
Hiç beklenmedik bir anda çalıveriyor kapıyı.
Açmasan olmaz, yokum desen inanmaz. Ne gençlik dinliyor, ne de bir bahaneye inanıyor. Her şey bitiyor o anda. Emanet teslim alınıyor, dosya kapanıyor.
Her ölüm zamansızdır da, genç ölmek daha bir zamansızdır.
Daha yaşanacak onca şey varken olmayacak bir yerde kopar film. Hayaller, ümitler hep yarıda kalır. Giden için sona eren film, kalan için bambaşka senaryolarla kaldığı yerden sürer gider.
Acılı, özlemli, kederli günler tamamlanmaya çalışılır birer birer. Hızla akan ömür bir anda yavaşlar, günler ağır aksak ilerler. Gidene bir an önce kavuşmak için ölüm özlenir. Giden ölümdedir ve ölüm kavuşmanın tek çaresidir.
Zamanı gelince o da olacaktır. O zamana kadar, kalan günler düşe kalka yaşanır.
Evladına doyamamışlar bilir bunu. Kardeşini zamansız toprağa verenler bilir. Etinden et koparılmış gibi içine çökmüş tarifsiz ve tesellisiz bir acı yaşanır. Ateş düştüğü yeri yakar derler ya hani, bir annenin, bir babanın ateşi yanar da yanar, hiç küllenmez.
Evladı daha büyüyecektir, okuyacaktır, evlenecektir, çoluk çocuğa karışacaktır.
O; kendisi yaşlandığında elini uzatacağı tek insandır.
Bir insan yetiştirmenin bütün fedakârlıklarına seve seve katlandıktan sonra bomboş kalan elleriyle çaresiz ve şaşkın bakakalır. Çocuklarıyla akran her kim varsa onlar onun zamansız giden evlatlarıdır. Büyüyebilen çocuklara gıptayla bakar.Bazen kaderine isyan ederek, bazen de tevekkülle sabrederek, çokça da derin derin ah çekerek....
Bebek mezarları olur kabristanlarda. Bazen de gençliğine doyamadığını dillendiren mezar taşı yazıları. Onları okurken hayat arsızlığından utanır insan.
Bazıları büyüyemez. Bazıları yaşlanamaz.
Gitmek mi daha zordur, kalmak mı diye sorarsanız;
Yaşarken gitmek zor gelir insana.
Canından can gittikten sonra da kalmak…
****
Gezi olaylarından önce Güneydoğu'da, sonrasında da burnumuzun dibinde ölen ve yaralanan onca insan.
Ve dahi onların anaları, babaları, hısım akrabaları.
Kurşuna kafasını uzatan, tekmelenmek için kendini yerlere atan, gözünü gaz bombasına hedefleyen, ellerindeki sapanla azılı ve yok edilmesi gereken bir canavar olan 'terörist' gençlerimiz.
Yay gibi gerilmiş bir teşkilat gözünü sokaklardaki vatandaşlara dikmiş. Bir insanın en temel hakkı olan protesto hakkını kullanmaması için elindeki tüm alet edavatı alıp var gücüyle vatandaşın karşısına dikilmiş.
TOMA'ysa TOMA, GAZ'sa GAZ, KURŞUN'sa KURŞUN!
Peki...
Ama unutma, doğrulttuğun silahı senin eline veren yine o millet...
Öte taraftaysa on binlerin canını almış ve parmağımızı dahi süremediğimiz bir İmralı sakini(!).
****
Ve siz;
Ölümden nemalananlar, ölüme bahane bularak kendilerini aklamaya çalışanlar, ölümün ardına saklanarak vatana hainlik yapanlar. Farkında mısınız ki, an be an insanlıktan uzaklaşıp garip yaratıklara dönüşüyorsunuz.
Hiçbir kavram giden bir canın üzerinde değildir.
Hiçbir söylem giden bir cana teselli değildir.
Hiçbir miktar giden bir cana bedel değildir.
Bırakın kendinizi vicdanınızın kollarına.
Bırakın ve üzülün.
Kendi evladınızmış gibi üzülün...

8 Mart 2014 Cumartesi

Bu kez neyi kutluyoruz?


Geçtiğimiz senelerde yaptığımız gibi bu yıl da ‘Bir yılda kaç kadın öldürülebilir?’ gününü mü kutluyoruz yoksa?
Mesela 2012’de 165 kadını, 2013’de 237 kadını, 2014'de 294 kadını, 2015'de 144 kadını cinayete kurban vermişiz...

Denilen o ki; “2002-2015 döneminde öldürülen kadın sayısı, 5 bin 406.”
Kayıtlara intihar olarak geçenleri ve kayıtlanmayan bir dolu ölüm olduğunu da unutmayalım.
Sonra da "kadınlar çiçektir böcektir, bastıkları yer cennettir, başımızın tacıdır, anamızdır, bacımızdır, avradımızdır, falanımız filanımızdır"...
İşte rakamlar ortada.
Demek ki o sözler 
hep fasa fiso.
Geçiniz...
Amerika'nın New York kentinde, 8 Mart 1857 tarihinde başlayan bir grevde yanarak ölen ve Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nün doğmasına vesile olan 129 kadın işçinin ölümünün bizim ülkemizde pek kıymeti harbiyesi yok açıkçası.
İstanbul'da Eylül 2009 tarihinde kapalı kasa servis minübüsünde yakalandıkları selde boğulan 7 kadın işçinin olmadığı gibi... 
Günde en az 5, (yazıyla, BEŞ), kadının yaşama, çalışma, evlenme, boşanma, giyinme ve benzeri hakları için öldürüldüğü dünyanın tek medenî ülkesi olarak ne kadar gururluyuzdur acaba?
Ya da kadını şiddetten koruyan yasa tasarısının ordan oraya sürüklenirken şekilden şekile girmesini çekirdek çitleyerek izleyen, kadının özlük haklarının korunmasını değil de, ailenin korunmasının ön plana çıkartılmasını, ailenin korunabilmesi adına da her türlü ceremenin yine kadının sırtına yüklenmesini sağlamaya çalışan ve gittikçe daha MASKÜLENLEŞEN bir ülke miyizdir?

Çoğu eğitimsiz, işsiz, güvencesiz, gidecek bir baba evi ya da barınabilecek bir koca evi olmayan, hayatta kalabilmek için hep bir erkeğin gölgesine ya da güdümüne muhtaç bırakılan, sıkışmış, nefes almak istediği anda da boğulan kadınlarla mı doludur ülkemiz?
Ya da 'özgür kadın' dediklerimiz ne kadar özgürdür?
İstediğini yapabilmesi midir özgürlüğü, yoksa istemediğini yapmaması mıdır?
Üstelik bir de erkeği evlendirince, ailesinde büyüyememiş o 'oğlanın' sorumluluğunu da kadına yüklüyor ve "Hem çocuklarını, hem de kocanı yetiştir" diyorlar.
Kadın da en az o erkek kadar genç ve deneyimsizken üstelik...
Ama olmaz,
"Dişi Kuşsun" ya!…
Yap Yuvayı!
Yemeği de yap!
Çocuğu da yap!
Her şeyi sen yap!
Çünkü sen bu dünyaya birkaç kez gidip geldin. Ya da her şeyi ananın karnında öğrendin.
"Her şeyi ben yapacaksam sen ne iş?" diye soracak olursan yanındaki adama,
Hadi bakalım, SOR SIKIYSA!
Çocukların anne-baba el birliğiyle yetişmesi değildir sanki esas olan.
Hani eskilerin 'dört göz arasında' dediği.
Yoksa zor değil bankadan sperm alıp içimizdeki yumurta ile evermek.
"Oğlan bizim, kız bizim"...
****
Kadının her hakkını gasp etmeyi marifet sayan erkekleri ıslah etmediğiniz sürece, gittikçe artan bu şiddetin önüne geçebilmek çok zor.
Hadi şiddeti bir kenara bırakalım ve biraz da erkeklerin niçin kendilerini “Bulunmaz Hint Kumaşı” olarak gördüklerini sorgulayalım.
Onlar da oğlan doğurdum diye gerim gerim gerinen, kasım kasım kasılan, adeta oğlan çocuğunu tepesinde taşıyan annelerin yüzünden hep!
Ona bu ayrıcalığı veren ise yine erkek.
Bir kadın kız doğurdu diye aşağılanırsa erkek doğurunca de böyle ayarsız 'öter' elbet.
Kadın olmanın tek göstergesi "doğurmak" mıdır?
Doğurmayanlar ya da doğuramayanlar kadından sayılmaz mıdır?
Ey erkekliğiyle övünüp de kadın cinsini aşağılayan insancıklar, düşünün bir;
Anne karnına düştüğümüz anda kime soruldu hangi cinsiyette olmak istediğimiz? Sorulduysa da kimler erkek olmak istedi, kimler dişi?
Elimizde olmayan bir şekilde Kadınlar ve Erkekler olarak yaşıyoruz işte.
Lakin, yaradılışta farklılıklarımız olsa da haklarda eşit olmamız gerekliliğini hep savsaklıyoruz.

Sözün özü;
Biz kadınlar diyoruz ki, sadece dişi doğduğumuz için ayaklar altında ezmeyin bizi.
Ya da siz erkekler sadece erkek doğduğunuz için üstün olduğunuzu düşünmeyin.
Farklılıklarımızla savaşmak yerine, bu farklılıklarla bütünleşmeyi deneyin.
Hakları gasp edilmemiş, sevilmiş ve ötekileştirilmemiş bir kadının herhangi bir erkekten aşağı kalmadığını fark edin. Onunla yanyana yürümeyi öğrenin.
Kadın olsun, erkek olsun sadece cinsiyetiyle var olmaya çalışanların cinsiyetlerinden başka ortaya sürecek kartları olmadığını çok iyi bilin.
En önemlisi de;
Sizin gözünüzde saygın bir biçimde var olabilmemiz için bizden 'erkek gibi' olmamızı beklemeyin.
Bırakın da “Erkek gibi kadın” olmayalım, “Kadın gibi kadın” olalım.
Ve;
Senede 1 günü değil, hayattaki 'her günü' birlikte paylaşalım…


Fotoğraflar: Teberik KÖLGELİ

Nilüfer Kadın Korosu'ndan Çılgın Kına Gecesi

Bu korodan korkulur a dostlar...
Her konserde kendilerini bir adım daha aşıyorlar. Bizleri de peşlerine takarak, başka alemlere sürüklüyorlar.
7 Mart Cumartesi gecesi Saniye Rıza Kız Çocuklarını Koruma Derneği yararına düzenlenen "Dünya Kadınlar Günü Konseri"nin ilk bölümü sevilen şarkılardan oluştu. Uğur Mumcu'daki gecede her zamanki gibi yine iki koro vardı. Birisi sahnede, diğeri de oturduğu yerde.
Konserin açılışı Dr. Aysel Gürel bestesi "Kadın Marşı" ile başladı. Muhayyerkurdi ve Acemkurdi makamındaki şarkılarla devam etti.
Şarkıların içinde birisi vardı ki, ilk kez bu gece söyleniyordu.
Geçtiğimiz günlerde rahmetli Hakim Bey anısına düzenlenen konserin ardından kulise geçtiğimde Aytaç Toker tarafından Koro Şefi Dr.Aysel Gürel'e bir şiir okunuyordu. İşte o şiir bugün Aysel Gürel tarafından bestelenmiş bir halde karşımızdaydı.
Uzun araştırmalar sonucunda sözlerinin Rıza Polat Akkoyunu'ya ait olduğu belirlenen "Bursalım" şiiri, kürdi makamında güzel ve Bursa'ya özel bir şarkısı olmuştu.

Sunuculuğunu Aynur Özpazarcıbaşı'nın yaptığı gecenin ilk bölümünün solistleri Neriman Oskay, Vildan Nasır ve Nesrin Çavuşoğlu oldu.

İkinci bölümde bir ilk yaşanacağını ve koronun bize bir Kına Gecesi yaşatacağını biliyordum.
Lakin bu kadarını da beklemiyordum.
Kaftanlar içindeki koristlerin sahneye çıkışları bile oynaya oynaya oldu. Ardından kınaya dikilen mumlar eşliğinde tam bir kına alayı geldi sahneye. Sandalyeye oturtulan gelin kızımız, yüzüne örtülen kırmızı örtüsünün altında ağlıyor muydu bilmem.

Kınanın ardından Kars yöresinden Şeyh Şamil oyunu için üç dansçı çıktı sahneye. Dansçıların üçü de koro üyesiydi ve dansçılardan erkek(!) olan galiba Şeyh Şamildi.

Dans aralarında Aysel Gürel konuklarla her zamanki sıcak sohbetini ediyordu. Bu kez sohbetlerin konusu kına gecesine uygun olarak Gelin-Kaynana fıkraları idi. Gelinlerden oluyordu kaynanalar ve biz hem geçmiş gelin günlerimize, hem de şimdiki ya da gelecekteki kaynana günlerimize gülüyorduk...

Kadınlar bu konserde şarkı söylemenin yanısıra danslarıyla da izleyicileri kendilerine hayran bıraktılar.
Bursa'nın Ufak Tefek Taşları'nda farklı bir grup kadın danslarıyla eşlik etti koroya, Harmandalı'nda başka bir grup kadın. Misket oynayanlar gitti, Ramo oynayanlar geldi, Damat Havası, Roman Havası, Lorke derken koristlerin pek çoğu dansların içinde yer aldı.

Zaman zaman birbirlerinin adımlarına uyamadılarsa, zaman zaman tempoyu kaçırdılarsa da hiçbirisi eğlenceye engel değildi.
Roman Havası'ndan önce sahneye gelen Roman Kadın canlandırmasının sahibi Hülya Veziroğlu değme tiyatroculara taş çıkarttı doğrusu. Aysel Hoca'nın dediği gibi, zamanında şartlar daha farklı olmuş olsaydı oradaki kadınların pek çoğu çok daha başka başka yerlerde olurdu.

Herzamankinden daha çılgın geçen bu konserin sonunda Saniye Rıza Kız Çocuklarını Koruma Derneği Başkanı Habibe Çıngıloğlu teşekkürlerini dile getirmek için geldi sahneye. Aysel Hoca'ya çiçek takdiminden sonra kız yurdunda kalan öğrencilerin kendi elleri ile yaptığı çalışmaları armağan etti. Nilüfer Kadın Korosu ile yedinci buluşmaları olduğunu söylerken, daha önceleri kendi halinde şarkılar söyleyen koronun, bağış anlamında ilk konseri Saniye Rıza Kız Çocuklarını Koruma Derneği adına yaptığını anlattı.
2013 yılında dernekler yararına toplam 50 bin lira gelir sağlayan koro, son konserlerini Gemlik'te ANAÇEV yararına vermiş ve 5 bin lira gelir elde ederek 50 çocuğa burs imkanı sağlamıştı.
Aysel Gürel bunları anlatırken, 
Habibe Çıngıllıoğlu da Nilüfer Kadın Korosu'nun Nilüfer'in gözbebeği olduğunu söylemeden geçmedi.

Bizlerin de aynı fikirde olduğu alkışlarla teyit edildi.
Gecenin sonunda söyleyiciler ve izleyiciler, karşılıklı olarak keyifli dakikalar geçirmenin ve bunu sosyal sorumluluk projesine dönüştürmenin hazzıyla mest olmuş bir şekilde döndük evlerimize...

7 Mart 2014 Cuma

Bu kadar günahın vebali öte tarafta mı ödenecek?

Ne anlamı vardı ki artık günün-gecenin.
O gün bu gün ne güneş doğdu sana ne de ay…
Canından kopan can acımasızca, onursuzca, alçakça bir işkenceye bir daha, bir daha uğramamak için bırakmıştı kendini boşluğa.
İşkencecilerin kendisine yaptığı gibi, çırılçıplak üstelik…
Senin doğurduğun, senin dokuduğun can’a daha fazla eziyet etmesinler, onun acısıyla daha fazla eğlenmesinler diye…
Ona bunu yapanlar zevkten çıldırıyorlardı ihtimal. Onlara bu hazzı yaşatmak istemedi o da.
Bütün özlük haklarına tecavüz edilmiş halde yaşamaktansa, kendi arzusunca ölmeyi seçti.
Ardında hesabı sorulacak onca soru, cezası kesilecek onca suç bıraktı.
Lakin ne sorular soruldu, ne de suçlular cezasını buldu…
Ölmesi değildi seni esas kahreden. Doğurduğun anda biliyordun her fani gibi öleceğini. Sıralısı olsun yeterdi…
Allah insana evlat acısı göstermesindi.
Ölümün rızalısı olmazdı ama yine de kaderine razı gelirdin. Allah'tan gelen bir yazgıya isyan etmezdin.
Heyhat, dayanılmazdı bu adaletsizlik…
Kaç yıl geçmişti ve hak yerini bulmamıştı. Anlamıştın ki, bulmayacaktı…
Acıyla geçen günler, geceler son bulsun istedin.
Mutlak kavuşacağın günü beklemek istemedin.
Sen de onun gibi aldın başını gittin…
Oğlunun suçu, üzerinde çıkan uyuşturucuydu.
Polisin yapması gereken, kişiyi suçtan uzaklaştırıp sağlığına kavuşmasını sağlamak değil miydi?
Toplumu sağlıklılaştırmak değil miydi?
Ya yaptığı neydi? Suçu dahi ispat edilmemiş kişileri hem ruhen hem de bedenen sağlıksızlaştırmak…
Bir çeşit, ölüme giden yolu açmak…
Her suçlu o yolu seçmese de, nefes aldığı her anı bin kere ölürcesine yaşatmak…
2010 yılında üzerinde çıkan uyuşturucu sebebiyle gözaltındayken maruz kaldığı hakaretler ODTÜ Mimarlık Fakültesi mezunu Onur Yaser Can’ın intiharına sebep olmuştu.
Üzerinden geçen üç yılda ne ızdıraplar yaşadığını hayal bile edemediğimiz annesi Hatice Can, bu acıya ve bu adaletsizliğe daha fazla dayanamayarak intihar etti.
Ardında kalan yürekleri “Bir gün de benim evladımın başına gelir mi?” endişeleriyle sarstı, titretti.
Gezi olayları sırasında nahak yere canından olan evlatlarına yanan anneler gibiydi o da.
Oğlu Mehmet’in ölümüne daha fazla dayanamayarak hayatını kaybeden annesi Fadime Ayvalıtaş gibiydi…
Herkes gibiydi.
Ne dağda, ne tenhada, öyle sakince evinde, barkında…
Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan, komiser Mustafa Sarı ve o olaylarda kötü derecede yaralanan yüzlerce genç insan.
Şehitlik mertebesine ulaşmanın kutsallığı ile Güneydoğu’da yitip giden binlerce can…
Anaları, babaları, teyzeleri, amcaları...
Hepsi bu memleketin evlatları.
Ve siz;
Onlara bu muameleyi reva görenler;
Önce onlara, sonra ailelerine, sonra da bu vatana büyük bir ÖZÜR borçlusunuz….
Biliyorsunuz değil mi?

6 Mart 2014 Perşembe

Kadın gözüyle Orhaneli

Bu kadar yakın mesafede olmasına karşın şimdiye dek Orhaneli'ye hiç gitmemiştim doğrusu. Denize inmekten dağa çıkmaya fırsat kalmamış demek ki.
Dolana dolana çıktığımız yolun sonunda Orhaneli'ye ulaşıp da Belediye binasına girdiğimizde, Başkan İrfan Tatlıoğlu'nun ve ekibinin sıcak ‘hoş geldiniz'iyle karşılaştık. Başkanlık ofisinde edilen sohbette olsun, Beyce Pazarı'ndaki gezintide olsun pek çok şey konuştuk. Bu konuşmalarda Orhaneli'nin ve Başkan'ın kadına olan bakışını öğrenmek de bana düştü.
Tatlıoğlu'nu tanıdıktan sonra anladım ki, Belediye Başkanı olmak sokaklarda selamlaştığın kişilerin çoğalması demek. Derdine derman arayan herkesin kapına koşması demek. Hele de sen kapını açık tutup, sıfatlarını da bir kenara atıp, geleni can kulağıyla dinliyorsan, onunla kendi dilinde konuşuyorsan, hele bir de derdini hallediveriyorsan ve sana duyduğu güveni boşa çıkartmıyorsan, işte o zaman oluyorsun gönüllerin başkanı.
İrfan Başkan kadının itici gücünü keşfetmiş bir başkan. Dağ yöresinde yaşayan, Orhaneli'de doğup Orhaneli'de doyan her kadını anne bellemiş, kardeş bellemiş. Yıllar içinde Orhaneliliğini hiç kaybetmemiş.
Kadınlara verdiği değeri Meclisteki 10 üyeden 3'ünün kadın olmasıyla perçinlemiş.
Yaklaşık 8 binlik Orhaneli nüfusuyla oranlayacak olursak 3 kadın küçümsenmeyecek bir sayı.

Orhaneli'de çalışmayan kadın olmak
Çalışmayan kadın Orhaneli'de ne yapar, nerelere gider, nasıl vakit geçirir diyorum.
Kendi aralarında komşuluk ilişkileri olduğunu, çarşamba günleri de belediye binasının alt katında kadınlar için düzenlenen mekanda her çarşamba ‘gün' yaptıklarını anlatıyor. Gençler dışarıdaki mekanlara takılsalar da orta yaş ve üzeri ev ortamını tercih ediyor. Burası da onlar için bulunmaz nimet olmuş.
Evinden çıkıp da bir yerde soluklanmak isteyen yaşlılar için düşünülen bu mekanda mutfak, salon, banyo, tuvalet, yatak, tekerlekli sandalye, her şey mevcut. Yaşlı kadın ya da kalma ihtiyacı doğan herkes isterse burada yatılı olarak da kalabiliyor.
Kendileriyle konuştuğumuz kadın görevliler burada bulunmaktan ziyadesiyle memnunlar. Panoda asılı fotoğrafları gösteriyorlar neşe içinde. Bize has misafirperverlikle, "Bir çarşamba da sizi bekleriz" diyorlar. Neden olmasın...
Davet sizden, icabet bizden.

Orhaneli'de kadın ne iş yapar?
İlçede yaşayan kadınların ellerinden gelen becerileri ile para kazanmalarına örnekler veriyor Başkan.
"Ben ne iş yapayım?" diye soran bir kadına, "En iyi ne yaparsın?" sorusuyla yanıt verdiğini, kadının da "Ekmek yaparım" dediğini anlatıyor. "O zaman sen de ekmek yap" diyor Başkan ve sermaye olarak 3 çuval un veriyor. Sonrası kendiliğinden geliyor...
Pazarda karşılaştığımız kadınlar da öyle seslendiler başkanlarına. "İş isteriz, çalışmak isteriz!"

Bazı kadınlar topladıkları otları pazarda satıp ellerine geçen parayı torunlarına harçlık ediyorlar. Salçaları, reçelleri, erişteleri pazardan eksik etmiyorlar. İçlerindeki cevherin kıymetini bilip onu değerlendiriyorlar.

Ayrıca kurulan tekstil atölyesinde 80 kadın sigortalı olarak çalışıyor. Ürettikleri ürünler yurt dışına bile ihraç ediliyor.

Bu sayede çalışan kadın eşinin gözünde de farkındalık yaratıyor. Somut olarak iş yapıp para kazanmanın, sigortalı olmanın keyfini ve gücünü yaşıyor.
Ev kadınlığı işten sayılamadığı için maalesef ki saygınlık yaratmıyor. Esas olanı; kadın sevilmek kadar sayılmak istiyor...

"En büyük zenginliğim karım"
Orhaneli'de kadınlar bu haldeydi de, peki yoğun tempo içerisinde koşturup duran Başkan'ın eşi ne haldeydi?
Bu soruya derin bir iç çekişle yanıt veriyor Başkan. "En büyük zenginliğim karım" diyor. "Evin ve çocukların tüm sorumluluğu onda. Eve yeterli zaman ayıramıyorum haliyle. Oradaki açığı da hanım kapatıyor" diyor.
Kolay değil, sonuncusu tekne kazıntısı 4 çocuk. Evlisi bekârı, torunu torbası, hepsi kadının elinden geçiyor. Dışarıda çalışmasa da erkeğin evdeki yükünü azaltan kadın, erkeğin işindeki başarısına katkı sağlıyor. Erkek de kadının değerini bilerek aile idaresinde kadının elini rahatlatıyor.

"Bizim gençlerimiz de değerli"
İlçeye konuk olduğumuz Salı günü kurulan Beyce Pazarı'nı dolaşıp da Belediye binasına geri döndüğümüzde, binanın altındaki internet merkezine dikkat çekiyor Başkan. "Filtreli bilgisayarlar ile gençlerin zararlı sitelere ulaşmadan; ders olsun, eğlence olsun, ne gerekiyorsa ihtiyaçlarını gidermelerini sağlıyoruz" diyor.
Dolaşırken gençler için birkaç 'cafe' çarpmıştı gözüme. İlçede 2 yıllık eğitim veren Uludağ Üniversitesi Meslek Yükseokulu var. Üniversite öğrencileri nerede kalıyorlar diye soruyorum. Öğrencilerin barınmaları için yurt mevcutmuş. Birkaç kişi birleşip evlerde de kalabiliyorlarmış. Sosyal hayat beklentileri yüksek olmayan bu öğrenciler Orhaneli'deki eğitim yıllarının ardından ilçeden ayrılıyorlarmış.

Bu arada 2 bin metrekarelik üç katlı otoparkın inşaatı da devam ediyor.

Orhaneli Aşkı'nın öyküsü Ağlama Taşı'nda
İrfan Başkan Orhaneli'yle ilgili hoş öyküler anlatıyor sohbet aralarında. Bunlardan birisi de Ağlama Taşı.
1950'li yıllarda Orhaneli'ye atanan bir Tapu memuru, ilçeye ilk geldiğinde Orhaneli'yi beğenmeyip gitmek istiyor. Bu kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başına geldiği için çok ağlıyor. Tayini gerçekleşmeyince el mahkum uzun süre Orhaneli'de yaşıyor. Gün geçtikçe ilçeye alışan tapu memuru ilçede sıkı dostluklar kuruyor.
Gel zaman git zaman tapu memurunun tayini çıkıyor. Memur bu kez de Orhaneli'den gitmemek için kıvranıyor. Fevzipaşa Mahallesi'nde bulunan Kapanca Tepesi'nde bulunan büyük bir kayanın üstüne oturuyor ve başlıyor ağlamaya… İlçeden gideceği güne kadar bir ay boyunca her gün aynı tepeye gidiyor ve ağlıyor. Ağlayarak geldiği ilçeden yine ağlayarak ayrılan Tapu Memurunun her gün gidip ağladığı tepeye halk arasında Ağlama Taşı adı veriliyor. Memurun hali şiirlere konu oluyor.
Engin tarihiyle Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden birisi olan Orhaneli'ye veda ederken, Belediye binasının bahçesindeki taşlara çarpıyor gözümüz. Tarih her yerden fışkırıyordu. Bu tarihi zenginliği de değerlendirmek gerekiyordu.

Keyifli geçen bir ziyaretin ardından Orhaneli'de edindiğimiz izlenimler ve bilgiler belleğimizde, dolana dolana Bursamıza geri dönüyoruz.
Hava kararmış, şehir bütün ışıklarını yakmış, kollarını açmış, bizi bekliyor. Kavuşuyoruz özlemle.
Evli evine, köylü köyüne...