23 Şubat 2020 Pazar

İyi İnsanlar Geliyor, Çekilin

Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği'nin etkinliklerinde olmayı ve yaptıkları çalışmalar ile T.C. tarihindeki bir dönemi daha iyi anlamama vesile olmalarını seviyorum.
Köy Enstitülerinde eğitim görmüş öğretmenler o günleri anlatırken, adeta aynı günleri tekrar yaşıyormuşcasına heyecana ve coşkuya kapılıyorlar ya, ben de onlarla o günleri yaşıyorum.
Köy Enstitüleri'nin ülkenin gelişimine katkısını, sonrasında bu enstitülerin bir çabuk kapatılarak tüm sistemin nasıl dağıtıldığını, ülkenin gidişatının nasıl farklı bir rotaya oturtulmaya çalışıldığını ve başarıldığını dinliyorum. O günleri dinledikçe bugünleri çok daha iyi anlıyorum.

YKKD Bursa Şubesi'nin 19 Şubat tarihinde, Bursa Uludağ Üniversitesi Müzik Eğitimi Ana Bilim Dalı ile birlikte düzenledikleri etkinliğin konu başlığı "Köy Enstitülerinde Sanat Eğitimi" idi. Etkinlik tam da sanatın merkezinde, Müzik Eğitimi Ana Bilim Dalı Konferans Salonu'nda gerçekleşti.
YKKED Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Jülide Akköprü ve BUÜ Müzik Eğitimi Ana Bilim Dalı Başkanı Hatice Onuray Eğilmez'in hoşgeldiniz konuşmalarının ardından, "Köy Enstitülerinde Sanat" konulu söyleşinin bitiminde mini bir konser verecek olan YKKED Bursa Şubesi Mandolin Topluluğu, söyleşiyi sahneden dinleyeceklerini söyleyerek sahnedeki yerlerini aldılar.
"Köy Enstitülerinde Sanat Eğitimi" konulu söyleşinin konukları YKKED Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Mustafa Yıldırım ve Arifiye Köy Enstitüsü çıkışlı Zeki Çubuk idi. YKKED Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Jülide Akköprü'nün Köy Enstitüleri tarihi ve YKKED'in kuruluş amacını anlattığı konuşması salonda bulunan genç öğrenciler tarafından ilgiyle dinlendi.
Mustafa Yıldırım ve Zeki Çubuk kendi anılarını ve o zamanların anlayışını anlattılar. Anadolu'nun ücra bir köyünden çıkışlarını, hayata hazırlanışlarını, sanatla, mandolin ve kemanla tanışmalarını, bu tanışıklığın üzerinden yıllar geçmesine rağmen enstrümanlarına aynı duygularla sarılışlarını dinledik kısaca.
Söyleşinin ardından Mustafa Yıldırım ve Zeki Çubuk, YKKED Mandolin Topluluğu'ndaki yerlerine döndüler ve Dilek Sevütekin Görgülü şefliğinde keyifli mi keyifli bir dinleti sergilediler. Müzik Eğitim Fakültesi'nde olduklarından olsa gerek çok heyecanlı, çok dikkatli ve çok özenliydiler. 
Pek çoğunun mandolini en az 40 yıllıktı.
Öğretmen Marşı, Ziraat Marşı, İzmir Marşı, Orda Bir Köy Var Uzakta derken tam 10 eser seslendirdiler.
Dinletide Serpil Ilgaz Uğur Çanakkale Türküsü ile, Sezan Özek Kaya da Santa Lucia ile birer solo yaptılar. Mandolin grubundan bir çift, çaldıkları bir parça esnasında gruptan ayrılarak vals yapmaya başladılar.
Müzik Eğitimi Ana Bilim Dalı Konferans Salonu ilk kez böylesi bir etkinliğe ev sahipliği yapıyor olmalıydı. Salon, Köy Enstitülüler ile üniversite öğretmenleri ve birkaç yıl içinde öğretmen olacak öğrencilerle doluydu. İhtimal ki bugün bu salonda bulunan öğrenciler 'Köy Enstitüleri'ne aşinaydı ve daha çok öğrenmek, daha iyi anlamak için katılmışlardı bu etkinliğe.
Bugün, bu salonda nesillerarası iletişim sanatla ve sohbetle kuruluyordu.

Jülide Akköprü de amaçlarının geçmişi masalsı dizgilerle anlatarak, yüzlerde tebessüm yaratmak değil, her yıl düzenledikleri çalıştaylarla sürekli gelişen dünyayı anlamak ve uyum sağlamak olduğunu söylüyordu. Çalıştayı yapmakla bırakmıyor, çalıştaydan çıkan sonuçları kitaplaştırıyor ve paylaşıyorlardı.
O kitapları okumak, anlamak ve bugün ile uyumlandırmak lâzımdı.
****
Buraya kadar iki gözüm ile gördüklerimi anlattım.
Bir de üçüncü gözüm ile gördüklerim var.

MUTLUYDULAR, ÇÜNKÜ
Yolu köy enstitülerinden geçen, ülkenin aydınlanma sürecine dahil ve şahit olan, kadın erkek el ele bir yenilenmeyi yaşayan, köy enstitüleri sayesinde ırgatlığı bilim ile birleştirerek daha ileriye taşıyan, kendi yolunu, okulunu, çeşmesini yapabilen, kendi yiyeceği ürünü yetiştirebilen, öğrendiklerini çevrelerindekilere öğretip onları da bilinçlendiren, köylerinde kalsalar körleme bir ırgatlıktan öteye gidemeyeceklerinin bilincinde olan mutlu insanlardı hepsi. 
Eskiyi özlüyorlardı.
Eski günlerle birlikte gençliklerini özlüyorlardı.
İzleyiciler arasında Köy Enstitüsü mezunları vardı ve onlar da aynı heyecanı yaşıyorlardı.
Onların heyecanını izleyen öğrenciler bambaşka bir dünyayı canlı canlı keşfediyorlardı.
Medenî, hevesli, idealleri olan, yüzünü Batı'ya dönmüş bir Türkiye'nin "insan gibi insan" olmayı ve "insanca" yaşamayı öğrenmiş insanlarıydı onlar.
Mandolin çalarken de, mandolin eşliğinde vals yaparken de mutlu ve onurluydular.
Gözlerinde o günler canlanmış, geri gelmiş, sanki tekrar yaşanıyordu.
Kızlı erkekli yaşamaya, hayatı birlikte sırtlanmaya, üzüntüde de sevinçte de birbirlerine yaslanmaya, birbirlerinden güç almaya alışıktılar.
Hayatlarını öyle kurmuş, öyle yaşamışlardı.

MUTSUZLAR, ÇÜNKÜ
Bugün artık memlekette ne köy ne de köy enstitüsü kalmışken bir avuç insan aynı heyecan ile o günleri anmaya ve yaşatmaya gayret ediyor.
Yüzlerinin bir yarısı geçmiş günlerin aydınlığı ile ışıldarken, bir diğer yarısı bugünlerin karanlığı ile gölgelenmiş.
Analarının babalarının kadın-erkek demeden çıktıkları yol, "kızlı-erkekli" yaşamanın büyük ahlâksızlık sayıldığı bir uçuruma varmış.
Köylerinde kalsalar okuma yazma dahi öğrenemeyecek o çocuklar, İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel sayesinde birer kandil olmuş, önce kendilerini aydınlatmış, sonra da çevrelerine ışık saçmaya başlamış. 
Lakin lambanın düğmesi bir anda ÇIT diye kapatılıp da tüm lambalar söndürülünce ve bu gelişimin önü kesilince, ülke gün be gün karanlığa yuvarlanmış.
Karanlığın içine doğanlar karanlığa doğuştan alışıktırlar, ancak güneşin ışığı ile aydınlanmış nesiller bu karanlığın ziyadesiyle farkındalar.

EĞİTİM EĞİTİM EĞİTİM
İkinci Dünya Savaşı esnasında Avrupa'dan kaçan Yahudi asıllı bilim insanlarını Türkiye'de yaşama imkânı sağlayıp, üniversitelerde öğretmenlik yapmalarını isteyen Mustafa Kemâl Atatürk, böylece eğitim sistemini de güncellemişti.
Ülke, ihtiyacı olan yetişmiş insanı yine kendi içinde çıkartmaya çalışıyordu.
Devlet, yurt dışına öğrenci gönderip eğitim aldırıyor, eğitim gören kişi yurduna dönüp memleketine hizmet ediyordu.
Bugünkü gibi beyin göçü yaşanmıyordu kısacası.
Kimse ülkesinden kaçmak istemiyordu.
Yetişen her birey onlarca, yüzlerce, binlerce insan yetiştiriyordu.
Lakin herkes üniversite eğitimi alamazdı. Kırsal kesimde yaşayan yoksul ve cahil halkın kalkındırılması ve bilinçlendirilmesi gerekiyordu.
Hem okulda öğrencilerine öğretmenlik yaptılar, hem de öğrencilerin ailelerine, yani topluma.

KÖY ENSTİTÜLERİ
1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15.000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirildi ve üretim yapıldı. Aynı dönemde 750.000 yeni fidan dikildi. Oluşturulan bağların miktarı ise 1.200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapıldı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirildi.
Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Ali Yücel'in 1946'da Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasına değin devam etti. Hasan Ali Yücel'den sonra Milli Eğitim Bakanı Olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında Köy Öğretmen Okullarına dönüştürüldü. Bu okullar da Demokrat Parti döneminde 27 Ocak 1954'te kapatıldı. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy Enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek, toplam 17.251 köy öğretmeni yetişti. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdi. (Wikipedia)

NEDEN KAPATILDILAR?
Madem bu kadar yarayışlıydı bu köy enstitüleri de neden kapatıldı derseniz, onun cevabı da sorunun içinde. Daha detaylı anlatım isterseniz, o da "Umudun Senfonisi Hiç Bitmez" başlıklı yazımın içinde.
Pınar Ayhan, müzikal belgesel Orada Duruverseydi Zaman'da anlatır Köy Enstitülerinin kısa ama bugünlere uzanan uzun öyküsünü.
Yücel'in Çiçekleri belgesel filminde de anlatılır tüm o zamanlar.
Üretim ve Entelektüel Yeti
Bugünkü sohbeti dinleyen gençler, Köy Enstitülülerin kendi okullarını inşa ettiklerini, kendi sebzelerini yetiştirdiklerini, kendi hayvanlarını beslediklerini, kendi sütlerini sağdıklarını; bir yandan da keman, mandolin, bağlama ve akordeon eğitimi aldıklarını, okuma saatlerini, halk oyunları ve tiyatro çalışmalarını duyduklarında, enstitülerde üretim ile entelektüel yetileri geliştirmenin hedeflendiğini anlamışlardır elbette.

Ensen neden kalın?
Karamsar bir tablo çizeceğim şimdi biraz. Üretim durduğu anda açlık, sonrasında yağma ve sonrasındaysa vahşet kaçınılmaz olacak. O yüzden, kendi başına yetebilmeyi öğrenmek ve öğretmek lazım.
Dünya boşuna tahıl ambarı kurmuyor, çocuklarını bir yandan bilim, teknoloji ve sanat ile donatırken, bir yandan da doğada hayatta kalma becerilerini geliştirecek şekilde boşuna yetiştirmiyor. 
Bir bildikleri var elbet.
İnsanları Hayatta Kalma Enstitüleri'nde bilimi kullanarak doğayı anlamaya, sanatı ve felsefeyi kullanarak duyarlı ve iyi insan olmaya, beceriler geliştirerek doğada hayatta kalmaya ve topluluk halinde paylaşımcı yaşamaya hazırlamak lazım demek ki.
****
Söz buraya gelince, hayatta kalma ile ilgili bir okul var mı acaba diye araştırdım ve karşıma 2003 yılında kurulmuş olan Türkiye'nin ilk sivil Hayatta Kalma Okulu çıktı.
Lakin bu okul bir çeşit "Survivor" çıktı...

24 Şubat 2020 / C.E.Y.

14 Şubat 2020 Cuma

Mutsuzum

Biliyorum, siz de mutsuzsunuz.
Mutluyuz numarası yapmayın hiç.
Mutsuzsunuz.

Kameralara bakarken verdiğiniz pozlarda gülen gözlerinizin ardından yansıyor mutsuzluğunuz.
Eski günleri yaşatmak, kuyruğu dik tutmak, postu kaptırmamak derdindesiniz.
Yoksa siz de farkındasınız neyin içinde olduğunuzun.

Ben kendi mutsuzluklarımı yazayım önce, sonra siz de kendi mutsuzluklarınızı sıralayın altına.

Mutsuzum çünkü:
2019 yılında erkekler tarafından 474 kadın öldürüldü. 2020'nin ocak ayında 27 kadın cinayeti işlendi, 7 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulundu. Bu durumda, her ay ortalama 30 kadın öldürülüyor hesabından hareketle, bu yılı 360 cinayet ile kapatırsak ne alâ! 2020'nin sonunda, "2020'de kadın cinayetlerinde azalma oldu." diye "sevinçli" haberler okuyabilirsiniz.

Mutsuzum çünkü:
Corona virüsü nedeniyle ölenlerin sayısı bin beşyüz'e yaklaştı. Corona virüsü görünmezlik pelerini ile etrafta rahat rahat dolaşıyor, her yere girip çıkıyor,  seyahat ediyor, ülkeler aşıyor, kılık değiştiriyor, yayıldıkça yayılıyor. Dışarı çıkmaya, toplu alanlarda bulunmaya, oraya buraya dokunmaya, hattâ nefes almaya korkar oldum.

Mutsuzum çünkü:
Ciddi anlamda fakirleştik, alım gücümüz iyiden iyiye düştü, kırılan kırıldığı yerde, dökülen döküldüğü yerde kalır oldu. Yollarda tamirciye uğrayamayan hasarlı araçlar, caddelerde boyası yenilenememiş binalar, her yerde insanlarda her an birbirini boğazlayacak bir ruh hâli mevcut. 

Mutsuzum çünkü:
Aydınlık ve güler yüzlü insanların yerini karanlık ve gülmeyi bilmeyen insanlar aldı. Rengarenk ülkem siyahlarla grilere boyandı. O karanlık grupların içinde daha az ve daha renksiz kadınlar var. Silinmekten ve görünmez olmaktan memnun, "daha fazla kapatılmak için özgürlük isteyen" ve bunun mücadelesini veren kadınlar.

Mutsuzum çünkü:
Her köşe başında el açan çocuklara üzülmekle, o çocukların büyüdüğü günlerden korkmak arasında gidip geliyorum. İçimizde yaşayan mültecilerle, sınırda bekleşen mülteciler ciğerimi söküyor. Mağdur olmuş o insanlara üzülürken, o insanların dağdan gelip bağdakini kovmasını, benim insanımın canını yakmasını kabul edemiyorum. Irkçı mı oldum, ayrımcı mı oldum, ne oldum diye sorgular oldum kendimi.

Mutsuzum çünkü:
Arap Baharı Arap Kışına döndü. Askerlerimiz İdlib'de toprağa üçer beşer düşer ve gelen her şehit haberi içimi dağlarken, şehit haberlerinin "Ama biz de 3 katını öldürdük!" sözleri ile verilmesi yaraya tuz bastı. Mesele daha çok öldürmek değil de, daha çok yaşatmak değil miydi? 

Mutsuzum çünkü:
Bir felaket anında kimse ne yapacağını bilmiyor. Daha geçtiğimiz günlerde yaşadığımız "deprem, çığ felaketi ve düşen uçak" vak'alarında gördüğümüz gibi önce felaketi önleme konusunda yetersiziz, sonra da felakete yardım etme konusunda. Yardım toplama konusunda süperiz ama maşallah! Bir çırpıda birlik olup yardım yağdırıyoruz. (Van depremi afetzedelerine bikini göndermişliğimiz bile var.) Lakin yardımları bile adaletli dağıtamıyor, gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştıramıyoruz.

Mutsuzum çünkü:
İş yerleri takır takır kapanıyor, kapanmamak için direnenler çok zor günler geçiriyor. İşçiler ayrı zorda, patron ayrı. Bazen maaşlar verilmiyor, verilse de yetmiyor. Hiç yoktan iyidir deyip boyun bükülüyor. Yara büyüyor, delik büyüyor, evde çoluk çocuk aç bekleşiyor. Çoluğunu çocuğunu doyuramayan kendini ya bir yerden atıyor, ya da herkesin gözü önünde yakıyor. 

Mutsuzum çünkü:
Eğitimde gerinin de gerisinde kaldık. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) üç yılda bir yayımladığı Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) 2019 sonuçlarına göre, Türkiye, üç yıl önceki son PISA sonuçlarında en çok düşüşü okuma ve fen bilimlerinde yaşamıştı. 11 sıra birden gerileyerek, 72 ülke arasında fen bilimlerinde 52, matematikte 49, okumada ise 50'inci sırada yer alabilmişti. Yani okumayan, okusa da okuduğunu anlamayan bir kitle ile karşı karşıyayız. 

Mutsuzum çünkü:
Dini değerler yükseltilirken ahlâk ve vicdan yerin dibine gömüldü. Çocuğa, kadına ve hayvana, yani kendinden güçsüz bulduğu her canlıya her istediği eziyeti yapabilmeyi hak gören erkek anlayışı, rezilliklerini ve sapkınlıklarını din kisvesi altında en rezilinden uygular oldu. 

Mutsuzum çünkü:
Yapılan her iş yarım yamalak. Yepyeni yollar paramparça, yepyeni binalar dökülüyor, her işte bir hile, her işte bir sahtekârlık, her işte bir kurnazlık. Ve sonuç, söküp atılan cânım yapıların üzerine dikilmiş pespayelikte sınır tanımayan, avam detaylarla bezeli, malzemeden çalınmış ama üzeri cilalanmış bir dolu beton. Ki o janjanlı yapılar en ufak bir sallantıda içindekilere mezar olacak.

Mutsuzum çünkü:
"Yol yapdık, köprü yapdık!" diye diye gözümüze sokulan köprülerle yollar toptan satılıyor. Yeni sloganımız "Sattık!". "Hem de her şeyi sattık!" Vergilerle soyup soğana çevrilen halk, verdiği vergilerle yapılan yollardan, köprülerden yine üzerine para vererek, hem de öyle böyle para değil, epey iyi para vererek, geçmeye çalışırken bir kez daha soyuluyor. Sonra bir bakıyorsunuz, onlar da satılmış.

Mutsuzum çünkü:
Pek çok kurum devletin bünyesine geçirilip üzerine çökülüyor ve içi boşaltılıyor. Medya deseniz tek elden yönetiliyor. İzlediğiniz her yayın belli bir politika ile üretiliyor. Hele de tartışma programları diye ortaya sunulanlar hep aynı kişilerin tekelinde. Kaldır kondur aynı konuklar, kaldır kondur aynı konular. 
Sonuç; "Bazıları konuşur, Ak Parti yapar!"

Mutsuzum çünkü:
Zamanında işe girerken geçerli olan kanunlar üzerinden emekli olması gereken kişiler, emeklilikte yaş sınırının ötelenmesi sebebiyle emekli olamıyorlar. Emeklilere maaş vermekten imtina ediliyor. Emekliye ne zaman zam yapılsa, çalışanların primlerine de aynı oranda zam yapıyor. Yani çalışandan alınıp emekliye veriliyor. Buna rağmen çalışandan alınmaya devam edilirken, daha fazla emekliye maaş verilmek istenmiyor.

Mutsuzum çünkü:
Şehirlerde yeşil alan bulmak imkânsıza ulaştı. Varsa da bizden önce birisi o yeşil alanı keşfedip hemen griye boyuyor. Şehirlerimiz taşlı tarla misali görünüyor uzaktan. Yakından ise trafik ve her şekilde izansızlık ile mücadele ediyor. Toplanma alanı diye bırakılan avuç içi kadar yerlerde nasıl toplanılacak, küçük de olsa var olan o alanın etrafındaki dev gibi binalar yıkılırken orada toplanmış insanlar yıkıntı yağmurundan nasıl korunacak, sağ kalanlar insani ihtiyaçlarını nasıl karşılayacak? 

Mutsuzum çünkü:
İstanbul Boğazı'ndan nasiplenemeyen zevat için Kanal İstanbul yapılarak yeni bir boğaz kültürü oluşturulmaya çalışılıyor. Yapılacak yapay boğazın kenarında oturmaya kimlerin meraklı olduğunu siz de biliyorsunuz? Memleketin dokusunu parçalamayı başardılar, şimdi de coğrafyasını parçalayacaklar. Bir makas Karadeniz'den Marmara'ya, bir makasa Marmara'dan Ege'ye derken, üç tarafı denizlerle çevrili yarımada ülkemiz, dört tarafı hainlikle çevrili adacıklara dönecek.

Mutsuzum çünkü:
Ülkede artık üniversite mezunu olmak hiçbir şey ifade etmiyor. Profesör olmak da hiçbir şey ifade emiyor. Liyakatsızlarla doldurulmuş kurumların yaptığı işler hiçbir şey ifade etmiyor. Bilim öğrenmek için üniversiteye girmiş öğrencilere, depremin küçük kızlarla evlenmenin önünün tıkandığı için olduğunu söyleyebilen öğretmenler ders veriyor. Öğrenciler de öğretmeni protesto edip sınıflarını terk ederek öğretmene iyi bir ders veriyor! Verilen bu 'ders'in öğrenciye nasıl döneceğini tahmin edebiliyoruz ama olsun. Dünyayla iç içe geçmiş bir gençliğe bu yapılmaz!

Mutsuzum çünkü:
Bir kısım kesim çok mutlu. Neden bu kadar mutlu olduklarına şaşırdığım, "ya körler ya sağırlar ya da akıldan yana kıtlar" dediğim mutlular onlar.
İhanetin dibini yaşayan ama ne yaşadığının farkında olmayan, olsa bile üç maymunu oynayan, eline verilen oyuncaklarla avunan mutlular.
Nedir ki size vadedilen? Üç beş katlı bir ev, dört çekerinden bir araç, en pahalısından bir çanta mı?
Öte tarafta vadedilenleri saymıyorum. 
Eğer ki siz öte dünyaya, yani cennet ve cehenneme inanıyor olsanız zaten bunları yapmazsınız.

Mutsuzum çünkü:
Mutsuzluk öyle bir gün kendimi kötü hissettim, bir gün iyi hissettim gibi bir şey değil. 
Mutsuzluk BÜTÜN bir şey.
İşte ben o bütünden dolayı MUTSUZUM!

İçinizi kararttım değil mi?
O zaman biraz sevgi konuşalım.
14 Şubat Sevgililer Günü'ne binaen, 
Bu ahval ve şerait içinde,
Yapabildiğinizden daha fazlasını yapın.
Sevdiğiniz sarılın, birbirinize güç katın ve bu sevgililer gününü sevgi dolu kutlayın. 
Kısacası, bulduğunuz her fırsattan mutluluk çıkartın.
Lakin derin mutsuzluğumuzun sebeplerini de unutmayın.

14 Şubat 2020 / C.E.Y.

7 Şubat 2020 Cuma

Kasap Et Derdinde

"İşte modern Türkiye bu. Biz bunu yaptık. Malatya'da bunu yaptık, Elazığ'da bunu yaptık. Her yerde yaptık. Tabi bu arada yeni bir haber daha geldi. Çığ altında kalanların sayısı 33 oldu. Allah rahmet eylesin. Maalesef çığ, heyelan, bütün bunlar hep tehditler. Ve TOKİ vasıtasıyla bugüne kadar 4794 konut inşa ettik. 927 konutun yapımı ise sürüyor. Kentsel dönüşüm çalışmalarımız kapsamında il genelinde toplam 2123 bağımsız riskli birimin yıkımını gerçekleştirdik."

"İşte modern Türkiye bu. Biz bunu yaptık. Malatya'da bunu yaptık, Elazığ'da bunu yaptık. Her yerde yaptık. Tabi bu arada yeni bir haber daha geldi. Çığ altında kalanların sayısı 33 oldu. Allah rahmet eylesin. Maalesef çığ, heyelan, bütün bunlar hep tehditler. Ve TOKİ vasıtasıyla bugüne kadar 4794 konut inşa ettik. 927 konutun yapımı ise sürüyor. Kentsel dönüşüm çalışmalarımız kapsamında il genelinde toplam 2123 bağımsız riskli birimin yıkımını gerçekleştirdik."

"İşte modern Türkiye bu. Biz bunu yaptık. Malatya'da bunu yaptık, Elazığ'da bunu yaptık. Her yerde yaptık. Tabi bu arada yeni bir haber daha geldi. Çığ altında kalanların sayısı 33 oldu. Allah rahmet eylesin. Maalesef çığ, heyelan, bütün bunlar hep tehditler. Ve TOKİ vasıtasıyla bugüne kadar 4794 konut inşa ettik. 927 konutun yapımı ise sürüyor. Kentsel dönüşüm çalışmalarımız kapsamında il genelinde toplam 2123 bağımsız riskli birimin yıkımını gerçekleştirdik."

Acaba aynı paragrafı neden üç kez yazdı, yoksa yanlışlık mı yaptı diye düşünmeyin. Yapmadım. Bile isteye 3 kez tekrarladım.

"Yeni bir haber daha geldi. Çığ altında kalanların sayısı 33 oldu. Allah rahmet eylesin. Maalesef çığ, heyelan, bütün bunlar hep tehditler." ile "Ve TOKİ vasıtasıyla bugüne kadar 4794 konut inşa ettik. 927 konutun yapımı ise sürüyor." arasında bir bağ yakalayabilmek için harcadığım çabayı siz de harcayın istedim.
Mevzuyu, "TOKİ evlerini o kadar sağlam yapıyoruz ki zinhar yıkılmıyorlar, ne depremde yıkılıyorlar ne de çığ altında kalıyorlar!" diyerek bağlasaydı bari. 
Gerçi, 'prompter'da yazmayınca bağlamak da zor tabi.

Benim gibi siz de bu bağlantısızlığa şaşırıp kalmışsınızdır.
Bir de sesli dinleyin o zaman. Cumhurbaşkanının 16:44'üncü saniyede başlayıp 17:05'inci saniyeye kadar süren 21 saniyelik "çığ" muhabbetindeki beden diline, ses tonuna, umursamazlığına ve 21 saniyenin ardından "Nerde kalmıştık!" havasında sanki hiçbir şey olmamış gibi 'prompter'daki okumasına kaldığı yerden, TOKİ ile devam etmesine siz de şaşıracaksınız.
Hani bankalardan ordan burdan telefonla arayarak size bilgi aktarmak isteyen, neredeyse yapay zekâ olduğunu düşündüğünüz kişilere arada bir siz soru sorarsınız da bir sessizlik olur, cevap vermez, bekler ve sonrasında kaldığı yerden bir robotmuş gibi aynı ses tonuyla devam eder ya, aynı öyle hissettim ben 21 saniyelik bu bölümü izlediğimde.
Zamanında "Ya Tutarsa!" diyerek savurduğum varsayımlar tutmuş muydu yoksa?

T.C. Cumhurbaşkanı'nın, yani Ak Parti Genel Başkanı'nın konuşması esnasında yanındakilerin, özellikle de cumhurbaşkanının konuşmasının sonunda milletin üzerine çay paketlerini attığı sıralardaki hallerine ve 1 paket çayı havada kapmak için birbiriyle yarışan milletin hallerine bakınca bir kez daha şaşıracaksınız.

İçiniz cız etti değil mi?
Nerde Atamın "Türk milleti zek'idir, Türk milleti çalışkandır!" sözleriyle onurlandırdığı millet, nerde tavuklara yem atar gibi üzerlerine çay atılan, atılan çayları "simide pike yapan martı" misali havada kapmak için birbiri ile yarışan millet...

İnsanların 1 paket çaya muhtaç hale geldiklerine mi üzülürsünüz, o insanların 'çoğunu anlamadıkları konuşmaları' dinlemek için buz gibi havada bekleştiklerine mi üzülürsünüz, konuşan şahsın paltolu, yanındakilerin incecik takım elbiseler içinde olduklarına mı üzülürsünüz, baĞzı haber kanallarının ekranlarını ikiye bölerek hem çığ felaketini hem de cumhurbaşkanının mitingini aynı anda vermesine mi üzülürsünüz, çığın altında kalanları kurtarmaya gidenlerin de çığ altında kalışlarına mı üzülürsünüz, öte yandan Ulaştırma Bakanı Mehmet Cahit Turhan'ın İstanbul Havaalanı açıldıktan sonra daha da yoğunlaşan Sabiha Gökçen Havaalanı'ndaki pistin yorgun olduğunu açıklamasından 24 saat sonra piste iniş yapan uçağın duramayarak sürüklenmesine, pistin sonundaki hendeğe düşmesine, üç parçaya ayrılmasına ve üç canın ölümü ile 180 kişinin yaralanmasına yol açmasına mı üzülürsünüz bilemem.
Açıkçası artık neye üzüleceğimize şaşırdık.

"Allah bunu unutturacak acı vermesin!"
24 Ocak'ta Elazığ depremi olmuştu hatırlayın, henüz 15 gün bile geçmedi üzerinden ama onu bir çabuk unuttuk değil mi?
Allah bunu unutturacak acı vermesin der büyükler hep, videoda izlediğiniz üzere, koyunun canını düşünmeyen kasap, daha çok, daha çok, et derdinde olunca biz daha çoook acıyı unuturuz çok...

Bir soru ile yazıyı kapatalım:
Akılsız başın cezasını onu kendine baş seçenler çeker derler.
Peki ya seçmeyenler neyin ceremesini çekerler?

3 Şubat 2020 Pazartesi

Kökünden Sökülmüş Ağaçlar

Bir kayıp kuşak hikâyesidir mübadele.
Öyle bir hikâye ki, nesilden nesle, coğrafyadan coğrafyaya anlatılır durur.
Mübadil olan birinci nesil göçer, ikinci nesil anar, üçüncü nesil ise köklerini arar.
Tıpkı bizim bugün yaptığımız gibi...

Lozan’da imzalanan Zorunlu Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi'nin 97. yılında Nilüfer'de düzenlenen Mübadele Söyleşileri'nde, "Türkiye ve Yunanistan'dan Yaklaşımlar" konusu masaya yatırıldı ve Türkiye'ye gelenler ile Türkiye'den gidenlerin, hasretin, acının, gözyaşının öyküleri konuşuldu.
Etnomüzikoloji Derneği'nden Özlem Doğuş Varlı ve Ersen Varlı'nın seslendirdikleri Mübadele Müzikleri ile başlayan ve iki oturum halinde devam eden programın açılış konuşmasını Rotary 2440. Bölge Federasyonu Mübadiller Komite Başkanı Serdar Durusüt yaptı. Mübadelenin tek taraflı değil, her iki tarafın da isteğiyle olduğunu; mübadelede Yunanistan'a gidenlerin de, Türkiye'ye gelenlerin de büyük zorluklar yaşadığını söyledi.
Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem de yaptığı konuşmada kendisinin de mübadil torunu olduğunu, mübadele ile Anadolu'da yaşayan bir milyondan fazla Rum-Ortodoks ile Yunanistan'da yaşayan 500 bin civarındaki Türk-Müslümanın doğdukları toprakları terk etmek zorunda kaldıklarını söyledi. "Bugün Rumeli'den göç etmiş Türkler için Rumeli'deki şehirler ne anlam ifade ediyorsa, 'Küçük Asya' göçmeni bir Rum için Anadolu'daki şehirler aynı hisleri uyandırıyor." dedi.

Programın ilk oturumunda, İstanbul Üniversitesi'nden Prof.Dr. Damla Demirözü, Bilgi Üniversitesi'nden Prof.Dr. Ayhan Aktar ve Mersin Üniversitesi'nde Fahriye Emgili sunumlarını "Türkiye ve Yunanistan'da Mübadele Tecrübesi ve Tarihi" üzerine yaptılar.
İkinci oturumun konuşmacıları Bursa Lozan Mübadilleri Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Ali Korkut, Nilüfer Belediyesi'nden tarihçi Eirini Kalogeropoulou Yalçın, Lozan Mübadilleri Vakfı Mudanya Temsilciliği'nden Cumhur Aksan, Koleksiyoner Cüneyt Pekman ve Etnomüzikoloji Derneği'nden Mehmet Söylemez idi.
Nilüfer Belediyesi’nden tarihçi Eirini Kalogeropoulou Yalçın, Bursa'da Mübadele Tarihi Üzerine Sivil Toplum ve Yerel Yönetim Çalışmaları'nı, özellikle de Görükle Mübadele Evi'ni, Etnomüzikoloji Derneği'nden Mehmet Söylemez Yunanistan ve mübadiller üzerine yaptığı araştırmaları ve izlenimlerini, Cüneyt Pekman anılarını, Ali Korkut ve Cumhur Aksan dernek ve vakıflarının kuruluş amaçlarını ve çalışmalarını anlattı.
Söyleşiye Gaziantep’ten katılan Mehmet Söylemez, "Kayıp Vatan Türküleri: Nea Kesaria'da Anadolu Belleği" isimli çalışması hakkında sunum yaptı. Yunanistan'da yaptığı çalışma sonucunda 86 eser toparlayıp kaydettiğini belirten Söylemez, "Bu anlamda Yunanistan'da çok ciddi bellek var." dedi. 
Yunanistan'a göçenlerin kendisini nasıl kucakladığını, anılarını ve kayıtlarını nasıl paylaştıklarını anlatırken bir yandan da video görüntüler izletti. 
O kadar aynıydık ki, görmeniz lazımdı...

Zorunlu Göç: Mübadele
Tüm konuşmalardan anladığımız şuydu ki;
Dünyanın en pahalı işi savaştı. Öyle pahalıydı ki hem de, bedeller ödemekle bitmiyordu.
Mübadele ise yüzlerce yıllık ağaçları kökünden söküp bir bilinmeze atmaktı.
Mübadele gönüllü değil, zorunlu göç idi.
Mübadele, evini barkını, tarlanı tapanı, ölmüş atalarını bırakıp bilmediğin topraklara savrulmaktı.
Gitmeyi hiç düşünmezken, hiç hazır olmadığın bir anda, kendi rızan ile değil mecburen, gözün gönlün arkada kalarak, bedenini yollara vurmaktı.
Her iki taraf da ötekileştirilerek vatan bildiği topraklardan kovuluyor, vatan diye gösterilen yeni topraklara yeniden nasıl kök salacaklarının hesabını yapıyordu.
Bazıları yeni topraklarına ulaşamadılar. Yolculuğa dayanamayarak yollarda öldüler, denize gömüldüler. Yeni ülkesine varabilenler de ha deyince kendilerine barınacak yer bulamadılar. 
Anası babası ölmüş yemek bekleşen kimsesiz çocuklar, asılan listelerde kaybettiği yakınının adını arayanlar, tepeleme insan dolu vapurlar, karantina, açlık ve sefalet görüntüleri, iskan, imar, geçim mücadelesi insanların mübadelede ne kadar büyük zorluklarla baş etmeye çalıştığının delilidir.
Sadece Türkiye'de verilmedi tabi bu mücadele. Türkiye'den gidenler yersizlikten dolayı bir dönem Atina Operası'ndaki localara yerleştirilirler mesela. Onlara Türkosporos, yani Türk dölü denir. Anadolu'da sosyalizm gibi bir derdi olmayan bu insanlar Yunanistan'a gidince sosyalizme meylederler. 

İstanbul Bilgi Üniversitesi'nden Prof.Dr. Ayhan Aktar "Yunan Nüfus Mübadelesi ve Diplomasi" başlıklı sunumunu Kayserili Ortodoks Papa Neofitos'un destanından şu dizeler ile bitirmişti. 
"İsmet Paşa Venizelos geldiler,
Trampa yapmaya karar verdiler,
Acap bunu bi ferde mi sordular
Dünya kurulalı görülmemiştir.
Türkiyadan kaldırdılar bizleri
Kan ağlayor hepimizin gözleri"
Görüldüğü üzere köklerinden sökülmek 600 yıllık ulu ağacın tüm dallarına, tüm köklerine çok ağır gelmişti.
Sonrasında ise halk, gelenlerin gidenlerden ne farkı var diye sormuştu...

Neden?
1922'de Yunan Ordusu'nun Anadolu'dan mağlup ayrılmasının ardından artık Anadolu'da can ve mal güvenliğini kaybettiğini düşünen 1 milyon 69 bin 957 Anadolulu Rumun Yunanistan'a göç etmesiyle, göçmenleri boş arazi ve evlere yerleştirme sorununun baş gösterdiği Yunanistan'da, Anadolu'dan gelen göçmenler Müslümanları evlerinden çıkarmaya ve onların evlerine yerleşmeye başlamıştı. Rum göçmenlerin barınması için gerekli arazi ve evlerin bir kısmı Müslümanların Türkiye'ye gitmesiyle sağlanacaktı. Hem Yunanistan'daki hem de Türkiye'deki azınlıkların sorunlarının daha da artması üzerine Lozan şehrinde barış anlaşmasının hazırlığı için görüşmelerin başladığı dönemde, 30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye ile Yunanistan arasında mübadeleyi öngören sözleşme imzalandı. (Wikipedia)

1923 Mübadele Anlaşması
30 Ocak 1923'de Lozan'da imzalanan ve "Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının" zorunlu mübadelesini öngören antlaşma, Yunan ve Türk toplumlarını sosyal, iktisadi, siyasi, kültürel, demografik; hemen hemen her açıdan etkiledi. (Lisan olarak Türkçe konuşanlar dahil bütün Ortodokslar Türkiye'den Yunanistan'a; buna karşılık yine lisanına bakılmaksızın Müslüman olan bütün halklar Yunanistan'dan Türkiye'ye gönderilir. Hal böyle iken Katolik ve Protestan Rumlar yerlerinde kalır.)

Sözleşmede Neler Var?
Sözleşme 19 maddeden oluşuyordu. Sözleşme gereği 1 Mayıs 1923 tarihi itibarıyla Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/Müslüman nüfus arasında zorunlu göç uygulaması şarta bağlanmış oluyordu.
Mübadeleye tabi tutulmayacak olanlar sözleşmenin 2. maddesinde belirtildiği üzere Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları idi.
3. madde ile 18 Ekim 1912 tarihinden itibaren yerlerinden göç etmiş olanlar da mübadele kapsamına alınıyordu.
6. ve 7. maddelere göre göçe tabi tutulanlara her iki hükümet de gereken kolaylığı gösterecek, mübadil kişi terk ettiği ülkenin vatandaşlığından çıkacak, yeni geldiği ülkenin vatandaşlığını alacaktı.
5. maddeye göre mübadillerin mülkiyet haklarına hiçbir zarar verilmeyecekti. 
8. maddeye göre ise mübadiller her çeşit taşınır mallarını hiçbir vergiye tabi olmadan yanlarında getirebileceklerdi.
9. maddeye göre mübadillerin geldikleri yerde bırakmış oldukları mallar Karma Komisyon tarafından tasfiye edilecekti. Bu madde 18 Ekim 1912'den sonra yerlerinden ayrılanları da kapsayacaktı.
11, 12 ve 13. maddeler sözleşmenin uygulamasını üstlenecek karma komisyonun kurulması ile ilgiliydi. Karma Komisyonun sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihi izleyen bir ay içinde kurulması öngörülüyordu.
14. maddede göçmenlere yeni geldikleri ülkede geride bıraktıkları mallara eş değer nitelikte ve değerde mal verileceği belirtilmişti.

15.-18. maddeler ise tarafların Karma Komisyona karşı yükümlülükleri, mübadelenin gerçekleşmesi sırasında sağlanacak kolaylıklar, mübadeleye tabi olacak kişilere duyuru yapılması, sözleşmenin yürürlüğünün emniyete alınması için her iki hükümetin yapacağı yasal değişiklikler yer almıştır. (Wikipedia)

Bursa'da Göç
1927 tarihli Salnâme’ye göre Bursa Vilayeti’ne yerleştirilen mübadil göçmenlerin sayısı 33.215’ti. 7.082 aileden oluşan bu göçmenlere 5.315 ev, 719 dükkân, 15.221 dönüm toprak, 4.445 dönüm bağ, 33.885 dönüm zeytinlik dağıtıldı. Bu kapsamda, 14.117 kişi Bursa merkezi ve köylerine, geri kalan 19.098 kişi ise Orhangazi, Mustafakemalpaşa, Mudanya, Karacabey, Gemlik ve bunlara bağlı köylere iskân edildi. Bu dönemde Bursa’daki toplam göçmen sayısı mülteciler, yangınzedeler ve kırsal kesimden gelenlerle birlikte 40.708’i buldu. (http://bursagocmuzesi.com/mubadele-gocmenleri/)

Kâr - Zarar Hesabı
Devlet İstatistik Enstitüsü'nün verilerine göre, mübadele kararının sonucu olarak 1923 ile 1927 yılları arasında Yunanistan'dan Türkiye'ye yaklaşık 500 bin (463.549) Müslüman gelmiş ve çoğunluğu Ekim 1923’te kurulan Mübadele İskan ve İmar Vekaleti tarafından önceden belirlenmiş olan köy ve şehirlere yerleştirilmişti.
Mübadele sonucunda Türkiye'den Yunanistan'a 1 milyon 200 bin Rum Ortodoks gitti.
Mübadele Türkiye için ekonomik açıdan zarar, siyasi açıdan kâr; Yunanistan için ise ekonomik açıdan kâr, siyasi açıdan zarar oldu. Türkiye'den Yunanistan'a gidenler meslek sahibiydiler ve orada bunu sürdürdüler. Ancak Türkiye'ye gelenler mesleklerine göre doğru şekilde yerleştirilmedikleri için uzun süre sıkıntı yaşadılar ve uyum zorlukları çektiler.
Hatta, Yunanistan'da yaşayan Müslüman cemaatin temsilcileri mübadele öncesi İstanbul'a, Pera Palas'a gelerek mübadele işinin başında olan Dr. Nansen'den "Bizi yerimizden yurdumuzdan etmeyin." talebinde bulunurlar.

Dr. Nansen kimdir?
Türk ordusunun İzmir'e doğru ilerlemesi sonrası Türkiye'den göç eden Rumların durumunu incelemek için Birleşmiş Milletler tarafından Norveçli Kâşif Dr. Nansen görevlendirilir. Kutup Kâşifi olarak tanınan Dr. Nansen'ın, Lozan görüşmeleri sürecinde "siyasi niteliği olmayan, yatıştırıcı olan ve büyük katkı sunabilecek" bir kişi olarak nitelendirilir. İki taraf arasında mübadele fikrini öne süren Dr. Nansen, mübadelenin iki ülke insanına da, bölge barışına da önemli katkısı olacağını savunur. 

Tarihte Mübadele
Tarihte Mübadele göçlerine örnek olarak Romanya ile Bulgaristan ve Hindistan ile Pakistan arasındaki göçler verilebilir.
Cemal Tunçdemir "Hindistan ve Pakistan'ın ibretlik yolculuğu" başlıklı yazısında der ki: "Pakistan ve Hindistan'ın bağımsızlıklarını ilan etmelerinden hemen sonra her iki ülkede Müslümanlar, Hindular ve Sihler arasında çıkan isyan ve çatışmalarda yüz binlerce kişi öldürüldü. Çok kısa bir sürede 12 milyondan fazla kişi karşılıklı göç etti, ki bu göç insanlık tarihinin en kitlesel göçü olarak kayıtlara geçti."

Vatana İade Değil, Sürgüne Gönderme
Türkiye - Yunanistan nüfus mübadelesi hakkındaki eleştiriler genel olarak iki husus üzerinde toplanır. Birincisi, mübadelenin mecburi olmasıdır. Onca savaş ve kötü muamelelere rağmen doğup büyüdükleri, resmi vatandaşı oldukları ülkenin topraklarda kalan insanların, temel bir insan hakkı olan "yerleşme ve seyahat hürriyeti" aksine devletler arası bir anlaşma üzerine zorla yerlerinden edilerek dilleri ve kültürleri yabancı topraklara gönderilmesinin bir "vatana iade" değil, "iki sürgüne gönderme" olduğu iddia edilir. İkinci eleştiri hususu "milliyet" kıstasının "dini aidiyet" üzerinden anlaşılmasıdır. 

Tez Zamanda "Tez" Lâzım
Lozan Mübadilleri Vakfı Mudanya Temsilcisi Cumhur Aksan, Uludağ Üniversitesi'nde mübadele üzerine bir tez çalışması olmadığını söyledi. Böyle bir çalışma yoksa eğer, bu da Bursa Uludağ Üniversitesi'ne buradan açık bir mesaj olsun.

Mübadele Olmasaydı
Mübadele olmasaydı ve herkes yerli yerinde kalsaydı her şey nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyor insan. Mübadeleyi konu alan İki Yaka Büyük Aşk filminin gala gecesinde Büyükçekmece Belediye Başkanı Dr. Hasan Akgün o günkü şartların mübadeleyi gerektirdiğini belirterek, "Eğer mübadele olmasaydı hem Türkiye hem de Yunanistan şu anda olduğundan çok daha güçlü bir ülke olacaktı. İkisi de hata yapmıştır." der. 
Yaşamadan bilinmiyor işte.
Sadece yaşanınca biliniyor...
Ve artık biliniyor ki;
İnsanlar sığır gibi satın alınamaz, mübadele edilemez.
Doğduğu yerde ölmek isteyen insanların kökleri yerinden sökülemez. 

Hepimiz, kökünden sökülmüş ağaçların yeni dikildiği yerde yeniden kök salmış ve yeniden yeşermiş dallarıyız.
Köklerimiz ve dallarımız burada olsa dahi, aklımızın bir yanı, ruhumuz, kalbimiz orada.
Git deseler gitmeyiz.
Çağırsalar gelmeyiz.
Mübadiller mübadele henüz tazeyken bile dön deseler geri dönmezlerdi.
Çünkü artık onların hepsi buraya gelmişti.

Okumakla Bitmez, Yazmakla Bitmez, Anlatmakla Bitmez
Bitmez ama uzun da olsa, kısa da olsa yaşananları okumak, yazmak ve anlatmak lâzım. Lâzım ki "Küçük Asya felaketi" ve bu felakette yaşanan "insan ziyanlığı" unutulmasın.
Ben de daha o kadar çok şey yazabilirim ve o kadar çok şey anlatabilirim ki mübadele hakkında ama yazının da bir yerde nihayetlenmesi lazım. 
Bu yazıyı yazarken hem konferanstaki sunumlardan hem de internet üzerinde okuduğum pek çok yazıdan faydalandım. 
Son söz: Tıklanabilir olan renklendirilmiş sözcüklerin içinde o anda hangi bağlantıdan faydalandıysam o bağlantı mevcut. Daha derin bir okuma yapmak isterseniz renkli sözcüğe tıklayarak açılan bağlantıya gidebilirsiniz.

3 Şubat 2020 / C.E.Y.

Kapak fotoğrafı hakkında:
Yazım için kapak fotoğrafı ararken Dilşad Atasoy'un “KÖKLER” resim sergisinden bir çalışmasına rastladım ve kendisinden izin alarak yazıma kapak fotoğrafı yaptım.


Göç ve mübadele ile ilgili yazılarım:
İşte benim köklerim
Göçün izleri geçmişte mi kalır, geleceğe mi uzanır?
Görükle Mübadele Evi'nde birkaç saat
Her mübadele bir yaradır, izi kalır - İlber Ortaylı