Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle Mudanya Lozan Mübadilleri Derneği tarafından düzenlenen ve 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus değişimini konu edinen ‘Dedelerimizin Toprakları-Ben Bir Mübadil Torunuyum’ isimli fotoğraf sergisi, Bursa Göç Tarihi Müzesi’nde izlenime sunuldu.
Merinos Atatürk Kongre Kültür Merkezi'ndeki Göç Tarihi Müzesi'ni gezerken tek tek baktım her belgeye. Okudum tüm yazılanları.
Uludağ Üniversitesi Tarih Bölümü eski Başkanı Prof.Dr. Yusuf Oğuzoğlu Hoca'yı dinledim, anlattı göçler tarihini kısa da olsa...
Nasıl geldi onca insan Anadolu'ya.
Girit'ten, Rumeli'den, Kırım'dan, Kafkasya'dan, Balkanlar'dan...
Nasıl bir kopuş ve sonrasında nasıl bir bütünleşmeydi...
Bir yerlerde Selanik'te sahil boyu yayılmış gemi bekleyen binlerce insanın olduğu bir fotoğraf görmüştüm...
Uzun uzun bakmıştım fotoğrafa kerelerce...
Belki içlerindeki bir genç kız benim neslimin devamı için orada... Afife...
Ki göçüp gelecek, yine bir göçen ile evlenecek, kök salıp meyve verecek, neslini bu topraklarda sürdürecek...
Gün gelecek süren nesli köklerinin topraklarını merak edecek.
Hüsrev Hatemi'nin Rumeli Rüzgarı şiirindeki gibi GEL emri olacak hep bir yerlerde.
Bu emre uymak için can atacak.
Ataları nerelerde yaşadılar, kimlerle komşuydular, kimlerle arkadaştılar, sokakta mı oynadılar, çeşme başlarında sevdalılarıyla mı bakıştılar?
Sonra nasıl dediler onlara bir gecede; GİDİYORSUNUZ!
Nereye, nasıl demeye bile fırsat bulamadan...
Nasıl göçtüler...
Şimdi bana deseler ki;
"Haydi, gidiyorsun"...
"Al yanına bir kaç parça eşya ve düş yollara"...
Ne alırım? Hangisini, neyi?
Evim, eşyalarım, çiçeklerim, fotoğraflarım, tişörtlerim, ayakkabılarım, pantolonlarım, başucumda duran kitaplarım, tabaklarım, bardaklarım...
Hiçbirisini alamam ki.
Sadece elzem olanlar?
Ne ama ne? Elzem olan ne?
Birkaç parça çamaşır ve yükte hafif pahada ağır değerli eşya mı? Para mı? Ne?
Canını seven kaçsın derken canımdan başka neyimi götürebilirim? Yanımda taşıdığım canım dahi bana düşman iken daha değerli ne götürebilirim?
Can sağ olunca da ihtiyaçlar bitmiyor ne yazık. Yeme içme, barınma, yıkanıp paklanma, en çok da def-i hacet...
Evden birkaç gün ayrılınca bile evinin kokusunu özler insan hani. Halceğzini bilen evceğzine adım attığı gibi kapısını bacasına sarılıp öpesi gelir. Kendi kokusu, kendi temizliği, kendi pisliği, kendi gibi, kendisinin hepsi...
Ya artık hiç dönemeyeceğini bile bile gitmek?
Ve gidip de hiç dönememek?
Arkasına bile bakmadan kaçarken ev mi düşünür insan?
Aslolan hayatta kalmaksa ötesi teferruat değil midir?
Öyledir de; içi yanar insanın. Ait olduğu topraklardan atıldığında, bir bilinmeze doğru yol aldığında... Çocuklarını o yangın yerinden kurtarıp onları medeniyete taşıdığında.
Bir daha kim bilir ne zaman dönülür eve. Ya da dönülür mü?
Birkaç nesil sonra belki ancak...
Harabeler arasında aranır anılar.
Belki bir iz, belki bir ses...
Geri çağırıp tüm yaşananları, görülür mü hepsi, duyulur mı, o günler sahne sahne tekrarlanır mı?
****
Hiç bitmeyen bir hikâye GÖÇ...
Göçlerin hızlandırılmış bir çekimi olsa nehir gibi akan insan selleri görürdük doğudan batıya, kuzeyden güneye...
Kan ve gözyaşıyla, yüreklere çöreklenmiş acıyla...
Yolda yitip giden analar babalar evlatlar...
Genç analarının kucağında daha fazla taşıyamadığı için bir ağaç dibine bırakılıveren kundaklar...
Canının parçasını bırakır mı insan? Bırakıyormuş demek...
Gençsem ve göçeceksem eğer direnirdim onca acıya. Göçerdim ordan oraya. Yeni hayatlar kurardım, çocuklar doğurur hayatı onlara taşırdım.
Yaşlıysam, istemezdim o kadar acıyla yol almak. İsterdim ki vatan bildiğim ellerde ölüp sonsuza dek orada kalayım. Yerimden yurdumdan hiç kıpırdamayayım.
Çoluk çocuk gitsin yeter...
Bir de beni düşünmesinler o kaçışta. Ayaklarına bağ olmayayım...
Hayat ileri doğru yaşanır, geriye bakmak sadece saygıdandır...
****
Göç demek..
Sökülmek demek,
Atılmak demek onursuzca ve acımasızca...
Savrulmak demek ordan oraya...
Yokluk demek, ne orada ne burada istenmemek demek...
Bursa göçmen şehri. Ta o günlerden, hâttâ bilmediğimiz zamanların bilmediğimiz günlerinden bugünlere göçenlere açmış kapısını hep.
Gelenlere aş olmuş, iş olmuş, çare olmuş.
Çalışkan çıkmış göçmenler.
Varlıktan yokluğa düşüşü, yokluktan varlığa yükselişe dönüştürmüşler.
Yalın ayak geldikleri memlekette tutunup yerlisi olmuşlar. Yeni topraklarına sahip çıkmışlar.
Kolay olmamış elbet, yitip gidenler olmuş süreç boyunca.
Elene elene dirençliler kalmış hayatta.
****
Birinci Dünya Savaşı'nda gelenlerin üçüncü nesilleriyiz biz.
Savaş görmesek de anılarıyla büyümüş, yapılan zulümleri masal niyetine dinlemiş, geride kalan anıları merak etmiş, bazen hayallerde, bazen de gerçekte o topraklara gitmiş.
Çoğu da hiçbir iz bulamadan geri gelmiş.
Şimdi, suyun iki yakasının aynı adetleri, aynı yemekleri, farklı kelimelerle de olsa aynı dilleri...
O su ki ne senin ne benim,
O topraklar ki ne senin ne benim.
O gökyüzü ki ne senin ne benim...
Hayatın kendisi bir göç iken belki, gelip geçenlerdeniz işte biz de.
Hiçbir şeyin sahibi değil, emanetçisiyiz...
Dünya malı dünyaya demiş tecrübe.
İlk sahibine bak demiş bir diğeri.
Bakan bakmış, anlayan anlamış.
Anlamayanın halini anlatmayayım, hâlâ efendisi olan hırsının ve kibrinin köleliğini yapmaya devam etmekte...
Ben de bir Rumeli göçmeni ailenin üçüncü kuşak torunuyum. Göç boyu yaşadıkları öyküleri büyüklerimden dinlediğimde geceleri yorganımın altında ağlardım. Bu insanları anlayabilmek için göçmen bir aileden gelmiş olmak gerekmez. O insanlarla empati kuralım, kendimizi onların yerine koyalım, insan olalım, insanlaşalım.
YanıtlaSilYorumların artması dileğiyle….