30 Eylül 2011 Cuma

Birisi de beni anlasın!

Ah ne anlaşılmaz yaratıklarız biz böyle...
Keşke içimizde yaşadığımız duyguları karşı tarafın da aynı şiddette anlayabileceği kestirme bir yol olsa değil mi?
Doktora gittiğimizde derdimizi uzun uzun anlatmak yerine, doktorun bizim yerimize geçip ne hissettiğimizi şıp diye anladığı bir teknoloji olsa mesela.
Beşeri ilişkilerde de herkes birbirinin bedenine 1 dakikalığına bürünüverse ve o insanın düşüncelerini kolayca kavrayabilse.
Sürekli kendini anlatmaya çalışmak ne büyük zulümdür öyle.
Ne kadar anlatırsan anlat karşındakinin anladığı kadarsındır zaten. Geri kalanlarsa sözcük israfı...
Hiçbir şey anlatmadan da anlaşılmayı beklemek olmaz.
Ne demişler; "İnsanlar konuşa konuşa"...
Birbirini anlayan insanlar konuştukları kadar dinlemeyi de bilen insanlar aslında.
Sürekli anlatmayı sevenlerin hayatıysa, sadece anlaşılmak üzerine kurulmuş.
Anla beni, dinle beni, ara beni, çöz beni, sev beni, sar beni, koru beni, kolla beni.... Bu taleplerin ardı arkası kesilmez.

Küçük olursun büyüklerden, büyük olursun küçüklerden anlayış beklersin.
Gelin olursun kayınvalidenden, kayınvalide olursun gelininden anlayış beklersin.
Öğrenci olursun öğretmenlerinden, öğretmen olursun öğrencilerinden anlayış beklersin.
Yaya olur sürücülerden, sürücü olur yayalardan anlayış beklersin.
Alıcı olur satıcıdan, satıcı olur alıcıdan anlayış beklersin.
Kadınsan erkekten, erkeksen de kadından anlayış beklersin.
Beklersin de beklersin...
Ama hep sen beklersin.
Kimse seni anlamaz, kimse seni dinlemez, kimse derdine derman olmaz...
Peki ya herkesin sadece anlaşılmak istediği bir dünyada o 'bir anlayan’ı nereden bulacağız?
Allah'tan anlayışlılar da çıkıyor arada sırada.
Anlaşılmak isteyenlerin kendilerine kurban seçtikleri “iyi”ler onlar.
O iyiler herkesi anlayan, dinleyen, şikayet etmeyen, kimseyi üzmeyen, kimseyi kırmayan androidlerdir sanki.
Onların derdi tasası yoktur. Her şeyi kendi içlerinde yaşar, kendi içlerinde hallederler.
Çözemeseler de çevrelerine yük olmamak adına yardım talep etmezler.
Onlar bir kere “verici” elbisesini giymişlerdir ya, “alıcı” olmayı ömürleri boyunca öğrenemezler.
Üstelik bir de alıcılar dünyasında o vericilerin adı “ezik” tir...
Bir bakıma doğrudur da bu tanım.
Bilmezler ki;
Kendi arzularını öteleyip irade kullanmamak iyilik değildir.
Kendini bir gün bile düşünmeyip sürekli başkalarını düşünmek iyilik değildir.
Kendisinden hazzetmeyen insanları sevmeye devam etmek iyilik değildir.
Kendisine saygısızlık yapılmasına izin vermek iyilik değildir.
İyi olmak adına kendimize ettiğimiz kötülüklerse, hiç değildir...
Her şeyde olduğu gibi bunda da bir denge olmalı.
Yoksa dünyada olan biten her ne varsa terazinin bir kefesine yığılırsa o kefenin dibe vurması kaçınılmaz olur.
Havuza dolan su, boşalan sudan az olursa havuzun kuruyup kalması kaçınılmaz olur.
Hayat havuzumuzun doluluğu için o havuza akacak kaynakları bulmak varken; anlaşılmayı beklemekle ya da herkesi anlamaya çalışmakla zaman kaybedip, bizi zenginleştirecek bütün kaynakları görmezden geliyoruz.
Oysa hayat "yaşamak" için değil midir?
Neşeyle, sevgiyle ve aşkla beslenen insanların sonsuz bir gençliği ve hâttâ ölümsüzlüğü yakalamalarındaki sır, içlerinde taşıdıkları işte bu hasletler değil midir?
O zaman biraz dolalım, biraz boşalalım ve bize verilen bu kısıtlı zamanı kendimize de, çevremize de zehir etmeden yaşayalım.
Olamaz mı?
Olabilir...

28 Eylül 2011 Çarşamba

Ah Bir Zengin Olsam!


“Sayısal Loto’nun 15 Ocak’taki çekilişinde 3 milyon 350 bin 415 lira tutarındaki büyük ikramiyenin tek başına sahibi olan 44 yaşındaki Mestan Kocatürk, oturduğu Manisa’nın Sarıgöl İlçesi’ne bağlı Çavuşlar Köyü’nü ihya etti.”
Bu haberi okuyunca aklınızdan ilk geçen neydi?
“Helâl olsun adama!” mı?
Yoksa:
“Ben olsaydım çoktan ortalardan toz olmuştum!” mu?
Ortalardan toz olmak işin kolayı belki.
Zor olansa kaçmamak, hayatını bozmamak, çıkan parayı doğru kullanmak.
****
Büyük ikramiyenin kendisine çıktığını hayal eder insan bazen. Para çıkınca şöyle yaparım böyle yaparım deyip planlar yapar.
Alınacak o kadar çok şey, görülecek o kadar çok yer vardır ki. Hâttâ an gelir çıkmamış parayı harcarken yorulur.
Hayat standardını birdenbire yükseltmek ister mesela. Özendiği ne varsa hepsine sahip olmak ister.
Ay sonunu nasıl getireceğini düşünmeden sorumsuzca yaşamak ister.
Yaşadığı hayatı biraz iyileştirmesi ve kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmesi için o para yeterdir ve artardır aslında.
Ama insanoğlu zorlanarak sahip olabileceği şeylere daha çok kıymet verdiğinden olsa gerek, cebinde parası bol olunca kolayca edinebileceği hiçbir şeyin yüzüne bakmaz.
Ve çok zaman aynı senaryo tekrar başa sarar.
Bu sefer de yükselttiği standartlarının yüksek giderlerini karşılamakta zorlanmaya başlar.
Hesap bir türlü tutmamakta, para suyunu çekmekte ve hazıra dağ dayanmamaktadır.
Genelde de bu hikâye başlangıç noktasından daha daha gerilere düşmekle sonlanır.
****
“Az verip aratmasın, çok verip azdırmasın” denir ya hani, o kadar büyük meblağın karşısında mutedil davranabilmek de bir meziyet olmalı.
Bir yandan da şans perisinin sihirli dokunuşluyla hesabına doluşan onca paranın keyfini de çıkartmak da lâzım.
Bu arada herkesin keyif anlayışı da farklı farklı tabii ki.
Kimisi dünya turuna çıkmak isterken, kimisi de ücretini ödediği kadınlarla nerde akşam orda sabah yaşanan bir hayata dalıyor.
Kimisi kendisini alışveriş merkezlerine atarken, kimisi araba galerilerinden çıkmak bilmiyor.
Estetik merkezlerinin kapısını aşındıranlar, mücevher mağazalarını ikinci adresleri edinenler...
Mestan Kocatürk ise şahsına çıkan parayı çevresiyle (tadında-dozunda) paylaşarak kalkındırdığı, geliştirdiği, iyileştirdiği her şeyden mutlu olanlardan.
Böyle insanlar da kalmış mı derseniz;
Evet işte gördüğünüz gibi kalmış...
****
Ben’ce; para fazlalılığının insanda yaratacağı en büyük olumsuzluk çevresindeki insanların dostluğunu, arkadaşlığını ve güvenilirliğini sorgular olması.
Sağlam karakterli ve kendilerine güvenli kişiler paranın kendi kişiliklerinin önüne geçmesine zaten izin vermezler.
Paranın arkasına saklananlarsa arkada gösterecekleri bir şey olmadığını bilenler ve o yüzden de perdenin önünde oynayanlardır.
Zengin de olsalar fakir de olsalar hepsi eninde sonunda kefenin cebine 1 kuruş dahi koyamadan göçüp giderler.
Geride kalansa hoş ya da nahoş, tek bir 'sadâ'dır...

26 Eylül 2011 Pazartesi

Bu ne biçim hikâye böyle...

Kimin kiminle savaştığının birbirine karıştığı, kimin kime düşman olduğunun artık bilinmediği bir savaşa dönüştü bu iş.
PKK geçenlerde -yanlışlıkla- büyük bir katliama imza attı.
Teröristler, içinde 6 genç kızın olduğu otomobili önce uzun namlulu silahlarla taradı, daha sonra da otomobilin yanına giderek içeride can çekişen kızların üzerine el bombası attı.
Kızların bulunduğu otomobile tam 82 merminin isabet etmiş.
İçinden tek bir canlı çıkmaması adına yapılmış bir saldırı.
Lâkin "yanlış" araca.
Pardon...
Ve en önemlisi de; teröristlerin öldürdüğü 4 genç kızdan hayatını kaybeden Nurcan Olgaç ve yaralanan Gülcan Olgaç BDP'li belediye Başkanı Selim Sadak'ın yeğeni olduğu ayrıca Kevser Çekin'in ise, BDP'li belediye başkan yardımcısı Abdullatif Çekin'in yeğeni olduğu öğrenildi.
****
İki gün önce Pervari'de yaşanan çatışmada şehit olan çocuklardan birinin babası köy korucusu, halası da yıllar önce dağa çıkarak PKK'ya katılmış ve üst düzey  sorumlusu olmuş kişilerden birisi çıktı.
Ve PKK tarafından şehit edilen Recep Gök'ün cenazesi Kürtçe ağıtlar arasında toprağa verildi.
Bu ne yaman çelişki diye sormaz mı insan şimdi?
Ölen kim, öldüren kim diye sormaz mı?
Yıllar önce Türküyle Kürdüyle düşmana karşı savaşan bu millet yıllar sonra birbirinin düşmanı olmuş.
O köprülerin altından çok sular akmış besbelli.
Ne birlik kalmış ne beraberlik.
Eskilerin birbiriyle kol kola perçinledikleri o dostluğun yerini, birbirlerine namluların doğrulduğu düşmanlık almış.
Ve işte en sonunda halanın tarafındaki namludan çıkan bir kurşun da gelmiş karşı taraftaki halanın öz ağabeyinin öz oğlunu bulmuş.
Gittikçe o kadar fazla şehit vermeye başladık ki ölenler ve öldürenler birbirlerinin kanı canı olmaya başladı.
****
Bir arada yaşayanların gün gelip düşman olmaları yeni bir şey değil aslında.
Osmanlı tebaası altında bir arada yaşayan ne kadar millet varsa gün gelip Osmanlı'ya düşman kesilmemiş miydi?
Dedelerimiz-ninelerimiz komşuluk ettikleri Rumların pek çoğunun Yunan desteğiyle nasıl da tavır değiştirdiklerini anlatmazlar mıydı?
Almanya'da Hitler'in soykırıma uğrattığı Yahudiler yıllarca Almanlarla bir arada yaşamamışlar mıydı?
Yugoslavya'daki Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar komşuluk etmemişler miydi?
Sonra ne olduysa olmuş, birileri birilerini istemez olmuştu.
Ben'ce; güvendiği ve sırtını dayadığı bir yer olmadan kimse gerçek kimliğini ortaya çıkartmaya cesaret edemiyor.
Bir yerlerden destek bulanlarsa yıllarca sakladıkları kimliklerine sarılıp, o kimlikleri için savaş vermeye başlıyorlar.
Doğdukları ve doydukları topraklarda birlikte büyüdükleri kardeşlerinin kanını döküyorlar.
Bu savaşları destekleyenlerin ise savaşan tarafların menfaatlerini değil de, kendi menfaatlerini gözettiklerini göremiyorlar...
****
Bakın artık şehit aileleri cenazelere gelip kendilerine sahip çıkmaya çalışanları istemiyorlar. Cenazelere gelerek pankart açanları cenazelerden kovalıyorlar. Taziye için gelen siyasilerin yüzlerine bakmıyorlar.
Sadece evlatlarını geri istiyorlar.
İnsanlar kendilerini acımasızca katledebilen topluluğun sözcülerini mecliste gördükçe, örgütle devletin kapalı kapılar ardında yaptıkları gizli pazarlıkları duydukça, içinde oldukları savaşa olan inançları gittikçe zayıfladı, tepkileri de gittikçe güçlendi.
Askerliğin ve şehitliğin kutsallığına yürekten inanmış bu halk evladını askere yollamaktan kaçınır hale gelmişse, şehit düşen evlatlarının nasıl bir savaş içinde canını vermiş olduğuna olan inancı sarsılmışsa;
İşte en büyük mesele de budur...

23 Eylül 2011 Cuma

Bu 'Yalancı bir Sonbahar' olmasın...

Bir sihirli değnek mi dokundu bize yoksa özümüze mi döndük anlamadım.
Bu ne izzet, bu ne ikram, bu ne debdebe...
Bizim nesil alışık değil bu pohpohlanmalara, bu çıkışlara, bu babalanmalara.
"Daha da Davos'a gelmem!" çıkışıyla start alan bir koşu başladı sanki.
Bir cilalama, bir pompalama, bir methiye ve iltifat sağanağı altındayız ki sormayın.
Birdenbire oluşan bu hava insanın aklına bir dolu soru işareti de getirmiyor değil hani.
Bu bizim gerçek gücümüzse eyvallah.
Yok değilse; bütün bunlar neyin bedeli olarak sunulmakta paranoyasına kapılmamak da mümkün değil
Belki biz kendimize güvenimizi kaybettiğimizden bu yaşananlara inanamıyoruz, belki de tam tersi; gerçekleri tüm çıplaklığıyla görebildiğimizden.
****
Durumumuz size de bir garip gelmiyor mu?
Bir yandan yurt dışında fırtına olup esiyoruz, bir yandan içerideki kıyımı durduramıyoruz.
Bir yandan gaza basılıyor, bir yandan frene. Balatalar aşındı aşınacak.
Gaza basanlarla frene basanlar için arabanın pek kıymeti yok tabii ki. Nasılsa araba kendilerinin değil...
Bir yandan savaş çığlıkları atıyoruz, bir yandan da savaşırız dediğimiz ülkelerle anlaşmalara imza atıyoruz.
Öte yandan da planlı bir şekilde Atatürk'ün dış politikadaki kararlı ve karakterli tutumlarının benzerleri oluşturularak sanki yeni bir "güçlü devlet adamı" imajı yaratılmaya çalışılıyor.
Eskisinin silinip unutturulmaya ve yerine yenisinin getirilmeye çalışıldığı uygulamalar sanki hep bunlar.
Yeninin kendini kabul ettirebilmesi için eskiyi silmeye ihtiyacı var demek ki.
Üstelik bu yeni devre girildiğinden beri eski rutin söylemler de unutuldu.
Ne türban lâfı ediliyor artık, ne özgürlük.
Onlar bir önceki etapların gündemleriydi demek ki.
Şimdi başka kulvarlarda, başka koşulardayız.
Bu koşuda varılacak hedef neresi ve biz nereye koşuyoruz?
Kendi gerçek gücümüzle mi koşuyoruz yoksa dopinglerle mi koşuyoruz?
Dopingliysek ve bu dopingin devamlılığı sağlanmazsa, takatimiz kesilip de bu çılgın koşunun orta yerinde kalakalıverirsek o zaman ne olacak?
****
Ben'ce; gücünü kendi ülkesinden ve kendi milletinden alabilmektedir gerçek güç.
Malum; dökme suyla değirmen dönmez.
Dönse de, uzun sürmez...

21 Eylül 2011 Çarşamba

Ömre bedel bir veda

ODATV soruşturmasında tutuklanan Doğan Yurdakul’u cezaevinde ziyaret eden Murat Sabuncu’nun, bu ziyareti anlattığı yazısındaki son pasajı okuyan insanların göz pınarlarına dolan yaşlara hakim olamadıklarını biliyorum.
O son bölümde Doğan Yurdakul’un kanser hastası eşiyle telefonda nasıl vedalaştığını bir kez de ben paylaşmak istedim.
“Yıllarca aynı yastığa baş koymuşluğun şefkatiyle Doğan Yurdakul eşine sordu: 'Hastaydın, zor günler geçiriyordun. Cezaevindeydim, yanında olamadım kırgın mısın?'
Eşi yanıt verdi: 'Hayır Doğan. Benim bu en zor hallerimi görmeni istemezdim. Sana kırgın değilim. Beni hep iyi günlerimizdeki gibi hatırla.'”
Doğan Yurdakul, eşine 2001 yılında ilk kanser teşhisi konulduğunda, "Ne olur 10 yıl daha beraber yaşayalım" diye dua ettiğini anlatarak, "Yıl 2011. 10 yıl doldu. Keşke 20 yıl diye dua etseydim” diyor.
Özel hayatlarını hiçbir şekilde bilmediğim bu iki insanın arasındaki derin sevgi, sıcacık şefkat ve samimi saygının şu birkaç cümleden dahi nasıl yansıdığını gördüm ben bu satırlarda.
Karısının kendisine kırgın olmasına dayanamayacak kadar naif bir erkek vardı karşımda.
Ve kocasının yanında olamayışını O‘na sitem malzemesi etmeyen, kendisini iyi günlerindeki halleriyle hatırlamasını istediğini söyleyerek kocasını bir nebze olsun rahatlatan, sapasağlam dirençli bir kadın.
İyi günde-kötü günde birbirlerinin elini bırakmamış iki yürekli insan...
Bunca yılı devirirken ‘zaman zaman ne kadar zor günler de geçirmişlerdir’ kim bilir diye düşündüm.
O günleri de birbirlerine gösterdikleri bu özenle aşmışlardır besbelli.
Bunları düşünürken, birbirlerini ilk tanıdıkları zamanlara döndüm bir anda.
Flört etmişler miydi acaba dedim. Nişanlandıklarında heyecanlı mıydılar? Birbirlerini gördüklerinde yüzlerine bir gülümseme yayılır mıydı?
Güngör Hanım ilk yemeklerini kocasının önüne koyduğunda kocasının yüzündeki ifadeye tedirginlikle bakmış mıydı? Doğan Bey yemeği fazla beğenmese dahi “Eline sağlık Hanım” demiş miydi?
Çocukları doğduğu gün birbirlerine sarılıp, kendilerinden sonra bu dünyaya bırakacakları bu minik yavruyu birlikte mi kucaklamışlardı?
O günleri ve sonraki onca yılı belki böyle yaşadılar, belki daha farklı.
Ne fark eder...
Sonuç itibariyle birlikte büyüdüler, birlikte yaşadılar, birlikte yaşlandılar.
Doğan Bey, gelinlikler içinde babasının evinden aldığı o genç kızı yine beyazlar içinde teslim edecek ebedî istirahatgâhına.
Belki bir şarkı çalacak o anda yüreklerde.
Bir veda şarkısı.
“Hani o bırakıp giderken seni, bu öksüz tavrını takmayacaktın.
Alnına koyarken veda buseni, yüzüme bu türlü bakmayacaktın.”

Okul yollarında büyümek

Mini mini 1'ler bir hafta önce, çalışkan olan 2'ler ve diğerleri de bu hafta başında okullu oldular, sınıflarını neşeyle doldurdular.
Bugüne kadar ağır ağır geçen hayatları artık bundan sonra uçarcasına geçecek.
Pazartesi'den Cuma'ya, sömestr tatilinden yaz tatiline derken ailelerinden çok öğretmenlerinin ve arkadaşlarının gözleri önünde büyüyecekler.
Bizse sabahları okula uğurlayıp, akşamları da dönüşünü gözlediğimiz çocuğumuzun nasıl başdöndürücü bir hızla büyüdüğünü fark etmeyeceğiz bile.
Ve onlar; çok zaman annelerin de sabah erkenden evden çıktığı, çocuklarını uğurlayıp karşılayamadığı bir düzen içinde kendi başlarına var olmayı erken yaşlarda öğrenecekler.
****
Okulun ilk gününde onunla birlikte okula gittiğimizde kendi ilkokul anılarımız canlanacak biraz.
Onu sınıfına yerleştirip öğretmenine teslim ettiğimizde, kendi çocukluğumuzda annemizden-babamızdan ayrılıp ilk yalnız kalışımız düşecek aklımıza.
Kendi korkularımızı ve tedirginliklerimizi hatırlayıp çocuğumuzu orada bir başına bırakmaya kıyamayacağız.
O yüzdendir birinci sınıftaki velilerin çocuklardan çok daha heyecanlı ve anaç halleriyle bir türlü sınıftan ayrılamayışları...
****
Bizim çocuk olduğumuz dönemlerde ağabeyimiz ya da ablamız ile onun sınıfına "misafir olmak" vardı. Henüz bizim okullu olmadığımız o yaşlarda bizi elimizden tutarak kendi sınıflarına götürür, arka sıralarda bir yerde oturturlardı.
Sessizce oturur ve o büyülü ortamı izlerdik. Onlar ders işlerken biz de birşeyler öğrenirdik.
Belki de o yüzden bizim dönemlerde birinci sınıfı okumadan ikinci sınıfa geçen çocuklar modası vardı.
Yoksa çok zeki olduğumuzdan değil...
****
Ben; sabahları iki yanda örülmüş saçlarıma kondurulan kurdelelerle, bazen atkuyruğu yapılarak, bazen de başımın üzerinden bir tutam saçın toplanarak palmiye modeli verilmesiyle yollanırdım okula.
Siyah önlüğüm, kolalı beyaz yakam, kolalı ve naylona sarılmış temizlik mendilim, kısa beyaz çoraplarım, soğuk havalarda önlüğümün altına giydiğim lasteks pantolonum, yol yol renkli katlanan minik su bardağım, kocaman kahverengi iki yandan kilitli deri çantam, rengarenk kaplarla kapladığım kitaplarım, defterlerim, kalem kutum, üzerine sallanan süsler taktığım kalemlerim, koklamaya doyamadığım kokulu silgilerim, kalemtraşlarım, boyalarım...
Teneffüslerde okul bahçesindeki oyunlarım, annemin ettiği bin tembihe rağmen terli terli çeşmeye dayanıp kana kana su içmelerim, koşarken düşüp kanattığım dizlerim-dirseklerim.
Sene sonu müsameresi ve 23 Nisan gösterileri çalışmalarım.
Önce tatili iple çekip, tatil kitabıyla başbaşa kaldığım, sonra da okulu özlediğim o günlerim.
Şimdi hepsi çok derinlerde olsa dahi hâlâ taptaze olan, çoğu okulda yaşanmış çocukluk anılarım.
****
"Dersini çalış" lâfını duymadan, veli toplantılarına velilerin rağbet etmediği, kimsenin çocuk psikolojisinden haberinin olmadığı, öğretmenin ilâh, dayağın da cennetten çıkma olduğu zamanların çocukları olarak büyüdük biz.
Sonraysa çocuklarımıza bol bol "Dersini çalış!" dedik, veli toplantılarını kaçırmadık, çocuk psikolojisi üzerine seminerlere katıldık, çocuğumuza fiske vurmadık ve sınavdan sınava, dersten derse, kurstan kursa koşan bambaşka çocuklar büyüttük.
****
Değişen her şeye rağmen eğitimcilerin de, ailelerin de o mini mini canlara öğretecekleri ilk doğru; "insan olma vasfını kazanmak ve zaman içinde de kaybetmemek" olursa eğer, gelişim ve değişimler kolayca hayata geçirilip uygulanır ve toplumun temel taşları gittikçe daha dayanıklı hale gelir.
Temeli sağlam olan bir bina gibi bütün sarsıntılara rağmen yıkılmayarak ayakta kalmayı başarır...

İyi dersler öğrenciler.
İyi dersler öğretmenler...

18 Eylül 2011 Pazar

Kiracı Hayatlar

* Kiracılık sistemi olduğundan beri kiradan kiraya gezen insanların ruhları da, uçma zamanı geldiğinde kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan göçebe kuşlar misali sanki.
Ya sıkılındığında ya da mecburiyetten değiştirilen her evle birlikte, orada yaşanan hayattandan da bir parça o evde bırakılıp kalıyor. Taşınırken atılan fazlalık eşyalar gibi oradaki anılar da silinip gidiyor.
* Ya sıkılındığında ya da mecburiyetten değiştirilen her ‘sevgili' ile birlikte de, onunla yaşanan hayattan bir parça da o sevgilide bırakılıp kalıyor. Kolayca vazgeçilen o sevgiliyle yaşanmış her ne varsa, sanki hepsinden bir an önce kurtulmak istenirmişcesine arkaya dahi bakmadan gidilebiliyor.
****
* Evi olanın bir evi, kiracının bin evi var denir ya hani; buradaki ‘bin ev' sadece bin mekân anlamına geliyor aslında. Muhtarlıktaki farklı bin ikametgâh adresi, farklı bin posta adresi.
* Evli olanın bir sevgilisi, bekar olanın bin sevgilisi var denir ya hani; buradaki ‘bin sevgili' de sadece ‘bin partner' anlamına geliyor aslında. Sadece kısa zamanlar yaşanan, kök salınmayan, yeterince derin tanınmaya gerek duyulmayan bin farklı vücut adresi.
****
* Görevi dolayısıyla farklı şehirlere tayini çıkan insanlar bu farklılıklarla kendilerini zenginleştirirken, o insanların çocukları okuldan okula, mahalleden mahalleye savrulur durur. Bu savruluşlarda ne bir kök salmayı öğrenebilir, ne de sağlam bir temeli oluşur.
* Evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra aile içinde yaşanan ayrılıklarda taraflar istedikleri hayatları istedikleri gibi yaşayıp günlerini gün ederken, ya annede ya da babada kalan çocukların hayatları da oradan oraya savrulur durur. Bu savruluşlarda iki taraf arasında kalan çocuklar aidiyet duygularını kaybederek boşlukta salınmaya başlarlar.
****
* Kiradan kiraya gezilen evler gibi, anneyle baba arasındaki o gidiş-gelişlerde daldan dala konulan hayatlar yaşamayı öğrenirler.
Bu evin mutfağını mı beğenmiyorsun, sana başka ev mi yok, git mutfağı daha güzel olan bir ev bul hemen.
* Sevgilinin daha önce fark etmediğin bir tarafı mı batmaya başladı, sana başka sevgili mi yok, git o tarafı daha güzel olan bir başka sevgili bul hemen.
Nasılsa sevda yüklü, özlem dolu şarkılar da yerlerini "gidersen git, çok da umrumda" tadında şarkılara bıraktı zaten.
****
Oysa bizim evlerimiz vardı.
Beğenemediğimiz, kullanışsız ya da eskimiş bir tarafı olduğunda ufak değişiklikler yaptığımız, tamir ettiğimiz, çatısını aktardığımız, duvarındaki çatlaklarını doldurduğumuz, çerçevelerini verniklediğimiz; yani elimizi üzerinden çekmediğimiz, emek verdiğimiz, her tuğlası özenle ve sevgiyle örülmüş bize ait evler.
O evlerin güven dolu ve insanın içini ısıtan, sarıp sarmalayan sıcacık havaları vardı.
Kiradan kiraya gezmek zorunda olan insanlar emeklilik paralarıyla öncelikle bir ev alma hayali kurarlardı.
'Ev' önemliydi.
O evi de bir yuvaya dönüştüren içinde yaşayanlardı.
Yuvayı yapan o evin sadece dişisi değil, dişisine o yuvayı sapasağlam yapabilmesi için gereken malzemeleri sunan erkeğiydi de.
****
Daldan dala atlayan insanların aradıkları da aslında içlerini ısıtacak, onları dışarıya salmayacak, sımsıkı saracak bir çift kol.
Ve içinde huzurla kıvrılıp uyuyabilecekleri aşk dolu bir yürek.
Aşk dolu o yüreği bulabilmek için belki bütün o daldan dala atlayışlar, bütün o arayışlar.
O sıcaklığı aramak ve istemek güzel de; herkesin sadece beklediği ama kendisinin böyle bir yürek olmaya yanaşmadığı, kalbinin kapılarını sımsıkı kapattığı bir dünyada, sadece talep eden olmak da biraz bencilce ve hâttâ biraz da korkakça değil mi?
Korkmakta da haklılar belki ama hani derler ya;
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin diye.
Gülü seven dikenine katlanır diye.
Biraz dalgalarla mücadele ve biraz da kanayan eller.
Sonunda sakin bir liman ve nefis rayihalar yayan bir çiçek.
Hem;
Kiralarda sürünmeden sahip olunan mükemmel evler de pek kıymetli olmuyor zaten...

16 Eylül 2011 Cuma

İsyan bu, haykırış...

Saatler gece yarısına yaklaşırken Hürriyet Aile İçi Şiddete Son Acil Yardım Hattı'nın 212 656 96 96 numaralı telefonunu çeviren, “Töre benden kız kardeşimi öldürmemi bekliyor, tüm çevrem beni dışladı, kahraman mı olayım yoksa mahallenin utancı mı? Öldürmemek için ikna edilmek istiyorum” diyen bir erkekti o.
Hat psikoloğunun psikolojik destek görüşmesiyle biraz sakinleşen ve yardım teklifini kabul eden S.M., itildiği suçu işleyip başkalarının canını almadan ya da kendisine bir zarar vermeden polis merkezine götürdü, ifadesi alındıktan sonra bir ruh sağlığı merkezinde doktor kontrolünden geçirilen S.M., suç oluşmadığı için serbest bırakıldı.
S.M., Aile İçi Şiddet Acil Yardım Hattı'nı ilk aradığında “Kardeşimi öldürüp kahraman mı olayım yoksa canını bağışlayıp mahallenin utancı mı?” diye soruyordu. Ama sonunda kardeşini öldürmesini emreden töreye meydan okuyarak asıl kahraman oldu.
Siz de bu numarayı unutmayın: 212 656 96 96
Bu numara; burayı arayan bir erkeği kendi kardeşinin katili olmaktan kurtaran bir numaradır.
O telefon edişteki cesaret, bir erkeğin töreye isyanıdır.
Ve dilerim ki bu isyan töre adı altında işlenen cinayetlerde bir milad olur.
Cinayet işlemek ve ömrünün en güzel yıllarını hayattan uzak, hayallerinden uzak, sevdiklerinden uzak yaşamak zorunda kalmaz o gencecik delikanlılar. Hapishanelerde çürütmezler bedenlerini.
****
Hep kadın cinayetleri deriz, hep ölene yanarız ya; öldürenin yaşadıkları da ölenden farklı değildir çok zaman.
Aynı karından çıktığı, aynı tabağa kaşık çaldığı, aynı yorganın altında uyuduğu can kardeşini sadece ailesinin istemediği birisini sevdi diye, ona varmak istedi diye nasıl öldürür insan?
Kendi karısını yapayalnız bırakarak nasıl girer hapislere.
Ya o hapisteyken karısına bir zeval gelirse.
Onu da mı öldürmeli?
Ya o hapisteyken büyüyüp serpilen kızı kendisinin hiç istemediği birisini severse.
Onu da mı öldürmeli?
Öldürmenin sonu var mı?
Bu zincirin bir yerlerde kırılması lâzım değil mi?
Zayıf halka olmak adına dahi buna birilerinin öncü olması lâzım değil mi?
Cesur ve kahraman olmanın cinayet işlemekle değil de, aklı selim davranmakla olduğunu kanıtlaması lâzım değil mi?
****
İnsanın sınırları dar bir topluluk içinde yaşıyorsa ve bu topluluktakilerin hepsi de anası-babası- amcası-halası gibi insanlardan oluşuyorsa, o ortamda büyüyen bir insan da onlar gibi olacaktır.
Onların yaptığı her ne varsa hepsini normal bulacak ve yanlış olarak değerlendiremeyecektir.
“Biz atadan böyle gördük böyle biliriz” diyerek o yanlışı nesilden nesile taşıyacaktır.
Fakat onların atladıkları bir nokta var:
Dünya artık çok değişti.
Ve bu değişim internet marifetiyle en ücra noktalardan dahi izlenebilir hale geldi.
Böylece dışarıda kendileri gibi yaşamayan insanlar olduğunu gören gençlerin bu duruma kazan kaldırmaları da kaçınılmaz oldu. Hâttâ geç bile kaldılar.
****
Dışarıda kızların aileleriyle erkek arkadaşları hakkında rahatça konuşabildiği, erkeklerin kız arkadaşlarını ailelerinden emanet aldığı ve emanete hıyanet etmediği bir dünya da vardı.
Arkadaşlığın, dostluğun cinsiyet ayrımı yapmadığı bir dünya.
Dünyadaki her kadının ya da her erkeğin potansiyel partner olarak görülmediği bir dünya.
Birlikteliklerin zorlamayla değil de, gönül rızayla yaşandığı bir dünya.
****
Gizli kapaklı yaşanan ilişkilerin herkese zarar verdiği bir dünyadan, açık ve dürüst yaşanan ilişkilerin olduğu bir dünyaya geçişte yaşanan sancılar da yok değil.
Bu geçiş sırasında kantarın topu da zaman zaman ayarı kaçırabiliyor maalesef ki.
Zaman zaman modernlik adı altında yaşanan avamlıklarla, muhafazakârlık adı altında yaşanan avamlıklar birbirleriyle yarışıyorlar doğrusu.
Özgür olmanın anlamını kimseyi “sallamama” olarak algılayanlar her kılık altında varlıklarını sürdürebiliyorlar.
Sevgi ve saygıya dayalı her ne varsa ayaklar altına alıp yok edilebiliyorlar.
****
Ben'ce:
Bizi özel kılan geleneklerimize göreneklerimize sahip çıkalım ve onları geçmişten geleceğe taşıyalım.
Lâkin; insanların canı ve hayatı söz konusu olduğunda da yanlış olan kavramlara koşulsuz uyarak gencecik hayatların solmasına göz yummayalım.