30 Mayıs 2018 Çarşamba

Nilüfer'in Gözbebekleri

9 Aralık 2017 günü, Sokağın Aynası Orhan Kemal Sempozyumu'nun kapanışında, Zeynep Göknur Yıldız yönetimindeki Nilüfer Çoksesli Korosu bir üçleme ile çıktı izleyici karşısına. O gece Orhan Kemal şiirlerinden bestelenen eserlerin dünya prömiyeri yapıldı.
Mayıs başında düzenlenen 6. Sansev İstanbul Çoksesli Korolar Festivali'ne özel bir konser ile katılan Nilüfer Çoksesli Korosu, 4 Mayıs 2018'de "Orhan Kemal Üçlemesi Konseri" ile İstanbul Prömiyerini gerçekleştirdi.

20 Mayıs 2018'de Mozart Akademi 4. İzmir Polifonik Korolar Festivali'nin kapanış konseri yine aynı çalışma ile Nilüfer Çoksesli Korosu tarafından gerçekleşti.

28 Mayıs 2018'de aynı program bu kez yanına Nilüfer Çocuk Korosu'nu da alarak Nâzım Hikmet Kültürevi'nde Bursalılar için tekrar sahnelendi.

Bestesi Turgay Erdener'e ait olan "Arabacı Şakir" şiiri, bestesi Nedim Yıldız'a ait olan "Komik Hürriyet" şiiri ve bestesi Hasan Uçarsu'ya ait olan "Nâzım Hikmet'e" şiiri yine İzzet Boğa tarafından okundu. Okunan her şiirin ardından koro o eseri seslendirdi. 

Seçilen şiirlerin okunuşundaki lezzet ve bestelenişindeki ustalık ile seslendirilişindeki ustalık bir araya gelince üç eserden ortaya dinlenmeye doyulmaz bir konser çıkmıştı. 
Her şiirde bir hayat vardı. Her şiir bir hikâye barındırıyordu.

Orhan Kemâl
"Sen
'Promete'nin çığlıklarını
Kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam'
Sen benim mavi gözlü arkadaşım
Kabil değil unutmam seni" dizeleriyle başlayan bir şiirle seslenmişti Nâzım'a mesela.
Bursa hapishanesinde başlayan bir dostluğun neticesiydi bu şiir. Öyle ki Orhan Kemal, 1944 yılında cezaevinden çıktıktan sonra doğan oğluna Nâzım adını vermişti.
Arabacı Şakir'in hikâyesi ayrı bir sokak hikâyesiydi, Komik Hürriyet'inki ayrı bir mapus hikâyesi.
Hepsinde Orhan Kemal'in ayak izleri...
****
Nilüfer Çoksesli Korosu'nun ardından Nilüfer Çocuk Korosu geldi bu kez sahneye. 2016 yılında kurulan koronun şefi Suat Şahin, Müziksel İşitme Eğitmeni ise Hatice Çeliktaş idi. Koroya piyanoda Deniz Tan eşlik etti. Koro, Türk ve yabancı bestecilere ait yedi eser seslendirdi sahnede. Genç koristler sahnede heyecanlıydı, onları izleyen ebeveynleri ise onlardan heyecanlıydı. 
"Şiirlerle Büyüsün Çocuklar" parçası konserin içeriğine ne kadar da uygundu. DMD Başkanı Sezan Kaya'nın isteği üzerine "Babaanne" şarkısını bir kez daha söyledi çocuklar. 
Alkışı da hak ettikleri gibi bolca aldılar. 

Nilüfer Çoksesli Korosu
Nilüfer Belediyesi bünyesinde, 2006 yılının eylül ayında Uludağ Üniversitesi Müzik Eğitimi Ana Bilim Dalı Öğretim Görevlisi Zeynep Göknur Yıldız şefliğinde çalışmalarına başlayan koronun başarıyla ve ödüllerle bezeli bir geçmişi var. Yurt içinde ve yurt dışında pek çok festivale davet edilen ve hepsinden ödül ile dönen koronun şefliğini yapan Zeynep Göknur Yıldız, temmuz 2016'da, Dünya Koro Oyunları isimli yarışmada jüri üyesi olarak tek Türk koro şefi seçilmişti. Ertesi yıl Avrupa Koro Oyunları'nda da jüri üyesi olarak görev aldı.
Yıldız ayrıca en iyi şef ödülüne de sahip bir müzik insanı. 
Yıldız 2007 yılında Bulgaristan'da Uluslararası Varna Koro Yarışması'nda Özel Şef Ödülü, 2010'da Antalya'da, 2012'de İtalya'da ve 2014'de İspanya'da düzenlenen festivallerde En İyi Şef Ödülü'ne layık görüldü... 

Sezonun son konserinin ardından salondan ayrılırken, bize böyle özel bir gece yaşattıkları için kendilerini bir kez daha bizzat kutladım. 
"İşlerindeki titizlik içlerindeki aşk ile birleşince ortaya çıkan işin bizim bu kadar yakınımızda olması bizler için ayrı bir şans, yeter ki biz bu şansın farkında olabilelim ve bu şansı değerlendirebilelim." dedim kendime. Kendi adıma da mümkün mertebe bu şansı değerlendirdiğimi söyledim. 

Nilüfer'de müzik bitmez
Nâzım Hikmet Kültürevi'nden ayrıldıktan sonra eve girmeden, ramazan ayı boyunca etkinliğin yaşandığı Nilüfer Belediyesi Cumhuriyet Meydanı'na uğradım. Buradaki Ramazan Sokağı'nda da Nilüfer Kadın Korosu konseri vardı. Koro kendilerini izleyenlere Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, Pop Müzik, Yeşilçam Film Müzikleri, Dünya Dillerinden Müzikler, Sıra Gecesi ve Balkan Türküleri'nden oluşan karma bir repertuvarla müzik ziyafeti sundular. Sezonun son konserini veren koronun konseri Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey'in "Ormancı"yı seslendirmesi ile renklendi. Konser "Memleketim" şarkısı ile sona erdi.
Eve dönerken ardıma şöyle bir baktım da;
Nilüfer'in Gözbebekleri müziği Nilüferlilerin önüne seriyor. Burada kim hangi müzikten hoşlanıyorsa onu dinliyor. Meydandaki çoğu birbirini tanıyan insanlar birbiriyle sarmaş dolaş selamlaşıyor.
Nilüferli sadece evde değil, sokakta da yaşamayı biliyor...

29 Mayıs 2018 Salı

Söz mü?

Seçim gününe bir buçuk yıl varken, yangından mal kaçırır gibi apar topar 24 Haziran 2018 gününe alınan seçim için tüm partiler kulvarlardaki yerlerini alıyorlar.
Milletin vekilliğine aday olanlar seçimde vekilliği kazanabilmek için kendilerini tanıtıyor, halktan kendilerine destek olmalarını istiyorlar. Bunu derken de, "Biz sizin Ankara'daki sesiniz, nefesiniz olacağız" diyorlar.
Hepsi böyle çıkıyorlar yola.
Bazıları sözünü tutup ses nefes oluyor, bazıları o sesi ve nefesi kendine harcıyor, bazılarınınsa ne sesi ne de nefesi çıkıyor.

CHP Bursa Aday Tanıtım Toplantısı
CHP Bursa İl Başkanlığı tarafından düzenlenen CHP milletvekili adaylarının tanıtım toplantısı CHP Bursa İl Başkanı Hüseyin Akkuş'un konuşması ile başladı.
Akkuş'un ardından bu seçimde aday olmayan CHP Bursa Milletvekili Dr. Ceyhun İrgil bir veda ve helallik isteme konuşması yaparak tüm örgüte samimiyetle teşekkür etti. 
Üç yıl önce yine aynı salonda "Ahdim olsun ki..." sözleriyle başlamıştı konuşmasına ve "Umut kalacağına emek kalsın" diyerek çıkmıştı yola. Şimdi milletvekili olmasa da yine çalışmaya devam edeceğini, hizmet için illa ki milletvekili olmak gerekmediğini belirterek ve Mustafa Kemâl Atatürk'ün "Size iki tane miras bırakıyorum; biri Cumhuriyet, biri, öbürü Halk Partisi" sözleriyle arkadaşlarına başarılar dileyerek sonlandırdı konuşmasını
İrgil konuşmasının sonunda yerine otururken Nilüfer Belediye Meclisi Üyesi Fırat Emiroğlu'nun, "25 Haziran sabahı Meclis çoğunluğunu aldığımızda, Muharrem İnce de Cumhurbaşkanı olduğunda sizi o koltukta rahat oturtmazlar" demesinin ardından salondan yükselen nidalar ise görülmeye değerdi.
****
Toplantının sunuculuğunu yapan Fırat Emiroğlu özgeçmişini kısaca okuduğu adayı sahneye davet etti. Sahneye gelen aday, millet için, memleket için, vatan için hedefleri nedir, eksik gördüğü, olmasını istediği ne varsa onları anlattı. 
Adaylar, eğitim, öğrenciler, okullar, gençlik, atanamayan öğretmenler, emeklilikte yaşa takılanlar, basın özgürlüğü, adalet, yargı, sağlık, ekonomi, tarım, şeker fabrikaları, Aselsan, özelleştirmeler, asgari ücret, emekliler, intibak yasası, yeni anayasa, modernleşme, parlamenter sistem, Cumhuriyet kazanımları, kalkınma, sosyal demokrasi, üretim, esnaflar, stajyerler ve çıraklar, taşeron, 3600 ek gösterge, çalışma süresi, işsizlik maaşı, Anadolu kültürü ve zenginliği, şehit aileleri ayrımı, inanç özgürlüğü, dil özgürlüğü, Suriye ve dış ilişkiler, göçmenler gibi pek çok konuya değinerek yaptılar konuşmalarını. 
Sahne arkasını bilemem ama sahnedeki sözlerinde kavga yoktu, hırs yoktu, şikâyetlenme yoktu. 
Yeni olmanın umudu ve heyecanı vardı. 

Ben ne anladım? 
Hani demiş ya Sezen Aksu;
"Ben anlamam toptan tüfekten,
Ben anlamam taştan yürekten,
Anlamam akıntıya kürekten,
Bunları boşver, ne haber aşktan." diye;

Ben de Sezen gibi hiç anlamam kulisten, ince hesaplardan, siyasi çekişmelerden, hesaplı ilişkilerden, hesaplı kişilerden. Daha önceden tanıdığım birkaç arkadaşımın dışında adayların içlerinde tanıdıklarım yok.
Verdikleri sözler ve sözlerinde ne kadar durduklarıdır onları değerlendirmekteki ölçüm.
İçlerindeki aşktır kısacası.
Da; malum bütün aşklar da tatlı başlar. 
Gün gelip onların sözleri de yalan çıkar ve benim güvenimi sarsarlarsa, benim hevesimi kırarlarsa, beni hayalkırıklığına uğratırlarsa ve beni utandırırlarsa bir daha onlara güvenmeyeceğim.
Ülkeyi değil de kendilerini düşünmeye başladıklarını gördüğüm anda çevireceğim yüzümü onlardan.
Nihayetinde bizden yetki isteyen, "Siz işinize bakın, biz sizin için çalışırız, merak etmeyin." diyen onlar. Yetkiyi veren de biziz. Hizmet beklemek hakkımız.
Yetkiyi alıp ortadan sıvışmak ya da millete tepeden bakmak yok!
Söz mü?

Adayların profillerine bakınca pek ihtimal dahilinde görünmüyor belki bu dediklerim ancak gücün yarattığı zehirlenme de bilimsel bir gerçek.
O yüzden güç uzun süre aynı kişinin elinde kalmamalı. Koltuk ile mabat ayrılmaz ikili olmamalı.
Makamlar el değiştirmeli.
Değiştirmeli ki yeni gelen heyecan ve aşk ile sarılsın işine.
16 yılda geldiğimiz noktanın ardından şimdi artık değişme ve yenilenme zamanı...

BURSA 1. BÖLGE ADAYLARI:
Lale Karabıyık
Erkan Aydın
Nurhayat Altaca Kayışoğlu
Kayıhan Pala
Özgür Erdursun
Gürkan Esen
Deniz Baykal
Serkan Öztürk
İbrahim Mart
Aytaç Şahin

BURSA 2. BÖLGE ADAYLARI:
Orhan Sarıbal
Yüksel Özkan
Mustafa Şenyurt
Erkan Dönmez
Süleyman Ayyılmaz
Şahin Sevinç
Meral Altuntaş
Kemal Atan
Baran Güneş
Hülya Dink

24 Mayıs 2018 Perşembe

Ofsayt Osman

Rahmetli Sadri Alışık "Şakayla Karışık" filminde sorar Hakim Bey'e çaresizce: 
"Bu da mı gol değil Hakim Bey, bu da mı gol değil?" 
Ah o kadersizliği, ah o yıllardır çırpınışlarının nafileliği, ah o isyan eden sesinde ezilmişliğinin titrekliği. Gözlerinde aynı titreklikte döküldü dökülecek yaşlarla yapar savunmasını:
"Ölecekmiş, ölmesin dedim, bi can kurtulsun dedim. Bütün hayatımda ofsayt dediler, bişeye yaramaz sümsük dediler, varsın gene desinler dedim. Hayatımda bi defacık bi kız sevdim, onu da kaybedeyim dedim. Hayatımda bi kerecik bişey kazanacak oldum, onu da kaybedeyim dedim. Tek bi can kurtulsun dedim. Çocuğu kurtaracak kadarını aldım üst tarafına el sürmedim, fena mı oldu?"
Sonra döner davayı izleyenlere seslenir: 
"Sizler hepiniz, hepiniz, hepiniz hakem olun abiler. Ya bu maç be, tıpkı bi maç, ama böyle hayat sahasında oynanıyo. Oyuncuları bizleriz. Topumuz da namusumuz, vicdanımız, insanlığımız. Ben, ben Osman, Ofsayt Osman, söyleyin be, Allah rızası için söyleyin be, gene mi atamadım golü ha? Bu da mı gol değil be?"
"Gol!" cevabı alır hepsinden. Hakim de "Gol!" kararı ile kapatır dosyayı.
Ve film "mutlu son" ile biter...
****
Muhalefet liderlerinin halka seslenmek için çıktıkları meydanlarda toplanan "organik" kalabalığa, insanların bu karanlık günlerden bir an önce kurtulup aydınlığa çıkmak için gösterdikleri çabalara, medeniyetten gelmiş insanların yeniden insanca ve medenîce yaşama arzularını haykırdıkları nidalara gözünü kulağını daha fazla kapatamaz kimse.

Ofsayt Osman'ın dediği gibi; "Bu maç be, tıpkı bi maç, ama böyle hayat sahasında oynanıyo. Oyuncuları bizleriz. Topumuz da namusumuz, vicdanımız, insanlığımız."

Lakin bu maç yıllardır hep şaibeli. Bir tarafın oyuncuları hafiften dopingli. Hakem desen, onun tarafı zaten çoktan belli. 
Oyunda faul üstüne faul yapmak, kendini numaradan yerlere atmak, karşı tarafa oynayacak alan bırakmamak serbest. Kırmızı kart, sarı kart hep karşı takıma çıkıyor. Penaltılar desen hep haksız veriliyor. Karşı takımın girdiği pozisyonlar, attığı goller "ofsayt" denilerek hep iptal ediliyor. 
"Namus, vicdan ve insanlık"tan ibaret top hoyrat vuruşlarla paramparça ediliyor.

Yapılan haksızlıklara karşı çıkan izleyiciler oluyor haliyle. Sen misin karşı çıkan, hemen tekme tokat dışarı atılıyor onlar. Haksızlığı destekleyenler ise hep aynı teraneler ile adeta haplanmış gibi, amigolar ne derse onu yapıyorlar.
Amigoların attıkları sloganlar marifetiyle taraflar birbirine düşman ediliyor.
Hani ellerine silah versen, "haydi saldırmak serbest" desen hemen oracıkta çökecekler rakiplerinin boğazlarına ve oluk oluk kan akıtacaklar.
"Oyun bu, hayat bu, tercih bu, hak bu, hukuk bu!" deseniz anlamayacaklar.
"Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan bir devletin mirasısınız, birlik olmak varken neden birbirinize saldıryorsunuz?" deseniz dinlemeyecekler. 

Ancak;
Şiddet ve korku da bir yere kadar geldi dayandı.
Uyanıp da isyan edenler ve aklıselime dönenler çoğalıyor gün be gün.
O yüzden gittikçe yükseliyor sesler. 
Yükselen seslerden korkanlar daha beter korku salıyorlar artan sesleri susturmak için.
Heyhat;
Susturmak artık ne mümkün!
Dışarı atılanların sesleri içerideki oyuna ulaştıkça dopingli oyuncuların elleri ayakları birbirine dolaşıyor.
Fauller gittikçe artıyor.
Hakem düdük çalmaktan bitap düşüyor.
Maç uzadıkça uzuyor, oyunun ne keyfi, ne de heyecanı kalıyor.
****
Kimse Ofsayt Osman gibi kazanacaklarını ve kaybedeceklerini bir kefeye koyup tartmıyor.
Kimse Ofsayt Osman gibi "Hayatımda bi kerecik bişey kazanacak oldum, onu da kaybedeyim dedim. Tek bi can kurtulsun dedim." diyerek topu 90'a çakıp maçı bitirmiyor.
Kimse Ofsayt Osman gibi sahadan şerefle ayrılmayı bilmiyor.

Yeniler belki bilmez;
Kaybetmeyi bilmiş, kaybederken kazanmış bir efsanedir Ofsayt Osman.
İbret alınasıdır. Kitaplarda okutulasıdır.

O zaman hep birlikte:
Ruhun şâd olsun Ofsayt Osman.
Ruhun şâd olsun Sadri Alışık.
Oley!
Oley!
Oley!

20 Mayıs 2018 Pazar

Enuma Eliş'ten Beyt Nahrin'e

Mezopotamya Mitolojisi üzerine 19 Mayıs günü akşamı 19:00-20:30 saatleri arasında Sosyolog Alparslan Telli tarafından bir seminer verileceğini gördüm sosyal medyada. Seminerin düzenleyicisi "Aktiffelsefe Bursa" olarak görülüyordu. Seminerin verileceği mekânın evime yakın olduğunu görünce, konu da Mezopotamya olunca "geliyorum" diyerek hemen yaptırdım kaydımı.
Mitoloji Atölyesi'nin 11. bölümüydü bu seminer. Daha önceki seminerleri duymamış mıydım acaba? Geçtiğimiz günlerde Mardin'e yaptığım gezi dolayısıyla "Mezopotamya" sözcüğü dikkatimi çekmişti şimdi ihtimal. Algıda seçicilik diyelim biz buna.

Seminerin verileceği Caffe Da Vinci'ye biraz erkence gidip semineri düzenleyen Yeni Yüksektepe Kültür Derneği hakkında bir şeyler öğrenmek istedim. Ben mi onları duymamıştım, onlar mı seslerini yeterince duyuramamışlardı bilmem ama açıkçası ne derneği, ne Aktiffelsefe'yi, ne Gönüllü Adımlar'ı, ne de GEA'yı daha önce hiç duymamıştım. 
1989 yılında gönüllüler tarafından Ankara'da kurulan ve Türkiye'nin pek çok şehrinde şubesi olan dernek; felsefe, kültür ve gönüllülük alanlarında çalışan bir sivil toplum kuruluşu imiş ve tüm faaliyetlerini üç kuruluş ilkesine göre gerçekleştiriyormuş.
1- BÜTÜNLEŞMEK
2- KARŞILAŞTIRMALI İNCELEME 
3- KENDİNİ ve DOĞAYI TANIMAK
Derneğin adının nereden geldiğini araştırırken "Yüksektepe" kelimesinin her insanın içinde var olan manevi değerlerin bulunduğu bir Yüksektepe'yi simgelediğini öğrendim. "Her Yüksektepeli kendini ve evreni yöneten yasaları araştıran ve bu doğa yasalarına uygun bir hayat sürmeye çalışan bir filozof adayıdır ve bu nedenle de o 'Yeni' bir 'Yüksektepe'dir. Yüksektepe kelimesi her insanda var olan; kendini, yaşamı ve onların yasalarını tanımak isteyen filozofu simgeler." yazıyordu tanıtımlarında.

Felsefe ve Filozof 
Yeni Yüksektepe Kültür Derneği'nin 'Gönüllü Adımlar' ile 1989-2014 yılları arasında attığı 25 yıllık izleri süren dergiyi karıştırdım biraz. Derneğin sloganı olan 'aktiffelsefe'nin 'felsefe'sini tanımlayan cümlelere rastladım hemen.
"Felsefe bilgelik aşkıdır" sözüyle başlıyordu cümleler. "Her insan az ya da çok nereden geldiğini, nereye gittiğini, kim olduğunu kendisine sorar ve "Yaşamamın bir anlamı var mı, nasıl mutlu olabilirim, insanlar neden bu kadar acı çekiyorlar, her şey tesadüfî midir yoksa kader midir, ben kimim?" der. Bu soruların yanıtlarını aramak hakikat ve bilgeliği aramaktır. Arayan kişi ise filozoftur. Filozof sadece soru sormakla yetinmez, cevapları da arar." diye devam ediyordu.
Daha devamında "Aktiffelsefe olarak felsefenin ilk anlamına, insanın kendi içinde ve doğada bulunan bilgeliği düşünsel, eylemsel ve aktif bir şekilde araması fikrine geri dönmeyi öneriyoruz." yazıyordu.

Dergi 2014 tarihliydi. Derneğin internet sitesine girerek yakın dönem etkinliklerine göz attım. Fotoğraftan karikatüre, ekolojik faaliyetlerden arama kurtarmaya, seminerlerden kültürel ve sanatsal faaliyetlere epey zengin bir içerikle karşılaştım sitede.
Ben kendimi dernek hakkında bilgi edinmeye kaptırmışken seminerin başlama saati geldi. 
****
Toroslar'dan Basra Körfezi'ne, Dicle ve Fırat nehirleri arasında boylu boyunca ve yemyeşil uzanan, etrafı dağlarla ve çöllerle çevrili, üzerinde kurulan sayısız medeniyetin doğumlarına ve ölümlerine tanıklık etmiş, bağrından bereket fışkıran Mezopotamya'nın mitlerini dinlemeye hazırdım. 
Milattan Önce binlerce ve binlerce yıldır kimler gelip geçmişti buralardan, kimlerin ayak izleri vardı bu topraklarda, kimlerin nefesi karışmıştı havaya, kimlerin elleri değmişti suya, kimlerin kanı akmıştı bu topraklar uğruna? Kimlerin?

Mezopotamya / Beyt Nahrin
Sosyolog Alparslan Telli Mezopotamya ile öylesine doluydu ki, bu doluluğunu biz izleyicilere, bizim en anlayacağımız biçimde sunabilmek için epey bir ter döktü desem yalan olmaz.
Bu emeği de karşılıksız kalmadı elbet. İzleyenler de konuyla alâkalıydı. Böyle olunca aktarım daha bir keyifli oldu. Bir buçuk saat sürecek denilen seminer yaklaşık dört saat sürdü. Ben bir dört saat daha dinlerdim.
Mezopotamya için "Dicle ve Fırat arasında yemyeşil uzanan" demiştim hatırlayın, Mezopotamya Yunanca'da "iki ırmak arasında" demekmiş zaten. Aramca'da ise Beyt Nahrin, yani Nehirler Ülkesi denilirmiş buralara.
Mezopotamya'da yaşamış uygarlıkları kısa kısa anlattı Alparslan Telli. "Biraz detaya girsem, sadece Sümerlileri anlatmaya günler yetmez" diye de ekledi.
Onun bu saatler içerisinde anlattıklarının hepsini yazıda aktarmam mümkün değil. Başlıklar altında kısaca anlatmaya çalışacağım. Meraklısı her konuyu enine boyuna araştırır zaten.

Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi
Mezopotamya'da yaşamış uygarlıkları tanıdık önce. Semitik halklar olan Sümerliler (M.Ö. 4000-2000), Elamlar (M.Ö. 3000-640), Akadlar (M.Ö. 2334-2150), Babilliler (M.Ö. 2100-539), Asurlular (M.Ö. 2000-609) yaşamıştı Mezopotamya'da. (M.S. 2018 yılında olduğumuzu, ömrümüzün de ortalama 70-75 yaş civarında olduğunu düşünürsek, yukarıdaki rakamları daha iyi değerlendirebiliriz değil mi?)
Asurlular usta mimardılar mesela. Koloniciydiler ve zalim savaşçıydılar.
Elamlılar tarımda ileriydiler, güçlü madenciydiler ve izole bir dilleri vardı.
Akadlar'da Sümerliler'in yoğun etkisi vardı. Dilde ve dinde yoğunlukla Sümer dilini kullanıyorlardı. Askeri yapıları güçlüydü.
Babilliler savaşçı ve mimar bir ulustu. Babil'in Asma Bahçeleri'ni duymayan yoktur. Tevrat'ın yaratılış kısmında Babil Kulesi'den bahsedilir. Bu anlatıma göre Nuh'un oğulları Büyük Tufan'dan sonra Sümer’e yerleşir, burada göklere kadar yükselen bir kule yapmak isterler. Babil Kulesi ilk olarak, 90 metre genişliğe ve 90 metre yüksekliğe sahip 7 katlı bir bina olarak inşa edilir.
1. kat, taşı, (33 m)
2. kat, ateşi, (18 m)
3. kat, bitkileri, (6 m)
4. kat, hayvanları, (6 m)
5. kat, insanları, (6 m)
6. kat, gökyüzünü (6 m)
7. kat da melekleri (15 m) sembolize ederdi.
Bir insanın bütün bunları öğrenip, anladıktan sonra yani yedi basamağı sırayla çıktıktan sonra Babil Tanrısı (Marduk’a) ulaşılabileceği düşünülürdü.
Efsaneye göre Tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine, kibirli olmalarına kızar ve o zamana kadar tek dil konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. (* O gün bugün "Bir lisan bir insan" deyip dil öğrenmek için çabalayıp duruyoruz. Öğrenmeye çalıştığımız diller de ekonomisi güçlü devletlerin dilleri oluyor.)
M.Ö. 479'da Babil'i fetheden Pers kralı Xerkes'in kuleyi yıkmasından sonra kule tekrar onarılamaz. Sonrasında Büyük İskender Babil'e geldiğinde kulenin o harap haline bile hayran kalır ve kuleyi eski haline getirmeye karar verir. Büyük İskender kulenin enkazı için 10.000 kişiyi iki ay boyunca çalıştırarak molozları temizletir, kulenin onarımı Büyük İskender'in ölümüne kadar sürer. (* Dinî bir bakış açısıyla bu hikâye genellikle insanın kusurluluğunu, tanrının kusursuzluğu ile kıyaslamak ve dünyadaki yüzlerce dilin kökeninin nereden geldiğini açıklamak amacıyla kullanılmış. Buradan şöyle bir soru da çıkabilir: Madem Tanrı bu kadar kusursuz, o zaman yarattığı kulları niçin bu kadar kusurlu? Tanrı kendine rakip istemediği için mi, yoksa daha iyisini yapamadığı için mi? Tabii ki hikmetinden sual olunmaz. Vardır elbet bir bildiği.)
Babil’in Asma Bahçeleri gerçekten var mıydı yok muydu bu da hâlâ tartışılır. Mitolojiye göre bu bahçeler birbirinin üstüne yükselen, çok katlı mimarlık ve mühendislik harikası bir dizi bahçeden oluşuyordu. Bu bahçelerde farklı çeşit ağaçlar, çalılar ve üzüm bağları bulunuyordu. Rivayete göre bu bahçeler uzaktan yemyeşil bir tepeyi andırıyordu. 
Voltaire, 1768 yılında yazdığı Babil Prensesi kitabında, kavuşamayan iki aşığın hikâyesini büyülü kuşların ve mitsel karakterlerin yaşadığı masalsı bir coğrafyayı tasvir ederek anlatır.
Kutsal kitaplarda ve dinî kaynaklarda da Babil Kulesi birbirinden farklı hikâyelerle anlatılır.

Sümerliler yazıyı icat eden uygarlıktı. Tıp, matematik ve astronomide ileriydiler. Şehircilik onların uzmanlık alanıydı.
Her şehir devletinin de kendi tanrısı vardı. Her kentin merkezinde, şehir tanrısı için büyük bir tapınak olan ziggurat inşa edilirdi. Ziggurat düz bir zirveye sahip basamaklı bir piramit gibi görünüyordu. Burada rahipler çeşitli ritüeller gerçekleştirirdi.
(Piramit, tüm zamanlarda karşımıza çıkan bir mimari model.)

Enuma Eliş
Yükseklerdeki gök henüz isimlendirilmemişken, 
Ve aşağıda sağlam zemin çağrılmamışken,
Tatlı sular, tuzlu sular ve ilksel var olanlar ile ilksel doğanlar henüz dünya yüzünde yok iken,
Ve göksel gürültüler dört bir yanı titretiyor iken,
Marduk Tiamat'ı ikiye böler ve dünya yeri ile dünya göğünü yaratır.
Yaratılış Destanı
En-ki King-u'nun cesedini Tiamat'ın bedeninden yapılan yeni gezegenin (dünyanın) etrafına asar (ay). Yeni gezegene, yani dünyaya Anunnakiler gelip yerleşirler. Zecharia Sitchin'e göre onlar dünya yüzündeki altın madenini işlemek için gelen uzaylı kolonicilerdi. (M.Ö. 400 bin yıllarını işaret eden arkeolojik buluntulara göre, Mezopotamya bölgesinde kurumuş altın damarları var.) Anunnakilerin çocukları (küçük tanrılar) işe koyulurlar. En-ki de onlarla birliktedir. Anunnakiler yorulur ve Tanrıların Babası Anu'dan kendilerine yardımcılar yaratmasını isterler. Anu oğlu En-ki'ye danışır. Tanrı En-ki insan ırkını (daha önce üzerinde yaşam olan Ay'ın) King-u'nun kanıyla yaratır. Ortaya vahşi türler çıkar ve hiçbir sonuç alamazlar. Hepsini yok ederler. King-u'nun ve diğerlerinin kanının yeterli olmadığını görünce kendi kanlarından da katarak yeni bir tür yaratırlar. Yedi çömlek içerisinde yedi kadın ve yedi erkek kanla karıştırılmış kilden yaratılır (topraktan). O yüzden de insanların kanında tanrıların kanı da vardır (yüksek potansiyelli insanlar). Ve insan bu kan sebebiyle gökselleşebilir. İnsanı yaratan En-ki'nin sembolü olan birbirine sarılmış iki yılan ile En-ki'nin kendi tohumlarından, yani Dicle ve Fırat'tan bahsedildiğini, Dicle ve Fırat'ın da En-ki'nin penisinden fışkırdığını biliyoruz. Burada da En-ki'nin dölünden ya da DNA'sından bahsediliyor. (Çift sarmal DNA ile birbirine sarılmış iki yılanı ve Dicle ile Fırat'ı düşünün)

Tufan Destanı
Yedi Adem ve yedi Havva dünya yüzünde kendilerini yaratanlara taparak yaşamaya ve çoğalmaya  başlarlar. Önceleri her şey yolundadır. Zamanla insan kadınlar ve insan erkekler tanrıların gözüne hoş görünmeye başlarlar. Tanrılar ve tanrıçalara insan kadınlarla ve erkeklerle birlikte olmaya başlayınca bu birlikteliklerden yarı tanrılar doğmaya başlar. Yarı tanrılar insanlarla evlenince çok zeki çocuklar doğuyor. Yeni zeki insanlar tanrılara itaat etmek yerine kendilerini tanrılarla eşdeğer görmeye başlıyorlar. Yeni yaratılanlar fazla gürültü ettikleri sebebiyle yok edilmelerine karar verilir ve tanrı Anu ikna edilir. Marduk ben bu işi hallederim deyip ortaya atılır. İnsanları yaratan Enki yarattıklarına kıyamaz ve oğullarını ve kızlarını koruyarak oğlu Ziusudra (Nuh)'a tufanı haber vererek bir tiyatro sahnelemesini ister (* Tiyatro tufandan da mı eski?). Tiyatro esnasında oğluna tufandan bir gemi inşa ederek kurtulabileceğini ve bu gemiye alabildiği kadar hayvan almasını söyler. Sonra Niburu atıyla birlikte dünyanın yanından geçer ve başlar tufan. Yerler gökler birbirine karışır. Nuh ve yanındakiler hariç tüm canlılar yok olur. Lakin tanrıların emirlerine uymayıp tufanı haber verdiği için En-ki iblis ilan edilir.

Gilgamış Destanı
Gilgamış Destanı'nda Tufan'ı tanrıça İştar ve Bel’in başlattığı anlatılır. Ölümsüzlüğü arayan yarı tanrı Gilgamış güçlüdür ve iridir ama insanlar ondan korkarlar. Bu yüzden yalnızdır ve dostsuzdur. Tanrılar Gilgamış'ın haline acırlar ve ona arkadaşlık etmesi için Enkidu'yu yaratırlar. Göbek deliği olmayan Enkidu ile Gilgamış birbirlerini denemek için güreş tutarlar. Gilgamış'tan daha küçük olan Enkidu Gilgamış'ı yener. Bu Gilgamış'ın hoşuna gider ve dost olurlar. Birlikte vahşi yaratıkları ortadan kaldırırlar. Yaygın bir rivayete göre Enkidu'nun dostluğu ile birlikte Gilgamış eski zalimliğini bir kenara bırakır. Zamanla tanrılar bu güçlü dostluktan rahatsız olmaya başlarlar. Enkidu'yu hasta ederler. Enkidu savaş alanında savaşırken değil de böyle hastalanarak ölecek olmasına çok üzülür. Hastalık sonrası Enkidu ölür. Korkusuz Gilgamış hasta olmaktan ve ölmekten korkar olur.
Tufan’dan kurtularak sağ kaldığını öğrendiği (Sümerliler'in verdiği isim ile) Utnapiştim'i (Ziusudra/Nuh'u) bulmak üzere yola çıkar. Utnapiştim En-ki sayesinde ölümsüzlüğün sırrını bilen bir bilgedir. Utnapiştim'i bulan Gilgamış ondan ölümsüzlüğün sırrını ister. Utnapiştim ona tanrıların özelliği olan ölümsüzlüğü vermezse de sonsuz gençlik otunu verir. Gilgamış, Utnapiştim'in verdiği sonsuz gençlik otunu yemeye fırsat bulamadan otu bir yılana kaptırır. Yılan otu yer, yumurtaya dönüşür, sonra yumurtadan çıkar büyür büyür yaşlanır yeniden yumurtaya döner (reenkarnasyon). Döngü bitimsizdir.
Gilgamış M.Ö. 3000 yıllarının ilk yarısında Mezopotamya'daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür.
Ölümsüzlüğün ve bilginin peşindeki insanı yücelterek anlatan Gilgamış Destanı, günümüze kalabilmiş, bilinen en eski destandır. Gilgamış Destanı, Akad ve Sümer dillerinde yazılmış tabletlerden derlenmiştir ve bunlardan günümüze 12 tablet kalabilmiştir. Ama bu tabletler eksik olduğu için destan metninin bütünü elde edilememiştir.
****
Enuma Eliş'ten Beyt Nahrin'e Alparslan Telli ile yaptığımız bu yolculukta, en uzun ve en anlamlı yolun eve, yani kendimize giden yol olduğunu öğreniyoruz. 
"İnsan göklerin ve yerin çocuğudur, gizemin parçasıdır, küçük kozmosdur" diyor Telli.
"İnsan küçük alemdir, alem büyük insandır" diyor.
"Filozofun yaşı yoktur" diyor.
"Bilinen anlamda ölümsüzlük yoktur" diyor.
Ölümsüzlüğü arayan Gilgamış da ölmüştü.
Ölümsüzlük ardında bıraktıklarındaydı.
Ölümsüzlük dünyaya getirdiğin çocuklarındaydı.
Ölümsüzlük yazdıklarında ya da yazılmaya değer yaşadıklarında, yaptıklarındaydı.
****
Yazımda yarısını dahi anlatamadığım bu bilgilerden sonra, felsefe ve sosyoloji derslerinin müfredattan niçin kaldırıldığını şimdi daha iyi anladınız değil mi? 
Üniversitelerin bu bölümleri de gençler için pek cazip değil artık. Bu bölümler geleceği olmayan, daha doğrusu yeterince para kazandırmayan bölümler olarak görülüyorlar. 
Düşünmeye hacet duymayan, sorgulamayan, ne dünyayı ne de kendini tanıma merakı olmayan nesiller için yolculuk değil "sonuç" önemli. Evet, hedefleri var, evet hedefe kitleniyorlar, evet hedefe varıyorlar ama hedefe giden yoldan haz almayı bilmiyorlar. Kısacası ham gelip ham gidiyorlar. Pişmiyorlar. 
Önce kişilerin, sonra da toplumların en büyük ihtiyacı sosyoloji ve felsefedir.
Görüyorsunuz, bunların eksikliğini "kişisel gelişimciler" doldurulmaya çalışıyor şimdilerde. Bir kişisel gelişim koçunun kendisinin ne kadar gelişip gelişmediğine bakılmıyor üstelik. Birkaç klişe öğreti, birkaç klişe söz, birkaç klişe hareket ile "içimizdeki ben"i aratıyorlar bize. Bulan buluyor, bulamayan orada burada aramaya devam ediyor.

Özetle:
* O zamanlardan bu zamanlara aktarılarak gelen pek çok inanışımız ve adetimiz var.
Yılbaşı ağacı süslemesinin de, alyansın da, nazar boncuğunun da, cinlere inanışının da, günlerin, ayların ve yılların da, güneşin ve gezegenlerin de bir hikâyesi var.
* "7 kat" (7 rakamı) her inanışta mevcut.
* Atlantis ve Mu gizemini hâlâ koruyor.
* Çok gürültü etmek birilerini kızdırabilir.
* Gilgamış'ın ölümsüzlüğü arayışında geçtiği aşamalardaki üç özelliği olan 'bağlılık, araştırma ve hizmet', başarıya giden yolun olmazsa olmazı. Yolculuk önemli olsa da yine de "otu" kaptırmamak gerek.
* Ölümsüzlük otunu istemezdim ama sonsuz gençlik otu için aynı şeyi söyleyemem.
* Tanrı olarak betimlenen figürler gezegenlerle ve gök hareketleriyle örtüşüyor. Gezegenler ifadesi tabletlerde geçiyor. (Güneş/Tanrı diğer gezegenleri hizaya dizerek tek-biricik kalmış) 
* Gökyüzü yeryüzünün, yeryüzü gökyüzünün yansımasıdır. (Astrolojiyi ve burçları hatırlayın)
* Tanrılar, tanrıçalar, yer tanrı, gök tanrı, boynuz, öküz, çakal ve akrep görünümlü insanlar, hıdırellez, Trinity, King-u, En-ki, Marduk, Kaos, servi ağacı, ekmek ve şarap, kartal, yasak meyve, yaratılış ve kaburga, birbirine sarılı iki yılan ve DNA ve Tıp bilimi, Musa'nın asası ve yılan, hepsinin bir mânası var.
* Mitoloji Hollywood için bitimsiz bir kaynak.
* Mezopotamya üzerindeki dinmeyen kan ve gözyaşına bakacak olursak, gelecek endişesi taşıyan ülkelerin gözü hep bu bereketli topraklar üzerinde. Ancak bu itiş kakış böyle devam ederse ortada bereket kalıp kalmayacağı da meçhul.
* Felsefe insanın kendi yüksek tepesi ile yani filozof kısmı ile tanışmasını amaçlar ve bu nedenle  her birey "Yeni" bir Yüksektepe’dir.
* Caffe Da Vinci masalarında derneğin aktivitelerini anlatan 2011 ve 2014 yılından kalma dergiler vardı. Son dört yılın dergisi mi yok, yoksa dergi birkaç yılda bir mi çıkıyor?
* Derneğin internet sitesi aktif. Oradan kendilerini izleyebilir, derneğe üye olabilir, olmasanız bile aktivitelerine katılabilirsiniz. Hiç olmadı gidip çay kahve içebilir, bir şeyler atıştırabilirsiniz.
* Kitaplarla, sanatla, düşünceyle, sevgiyle dolu bu mekânı sevdim ben. Bu akşamki, neredeyse dört saati bulan ama biraz daha sürse diye baktığım, semineri izledikten sonra, özellikle de mitolojiyle ilgili seminerleri kaçırmayacağımı anladım.
Caffe Da Vinci 
* Yüksektepe Kültür Derneği ile daha önce tanışmamış olmaktan hicap duyduysam da, bu yeni keşfin içimde yarattığı sevinç ile heyecanlandım.
* Kendi "Yüksektepem" ile yıllardır tanışığım ve bu tanışıklık ile yetinmeyip tanışıklığımı dostluğa çevirme yolundayım...