30 Aralık 2021 Perşembe

Saydım, 2021 Yıl Oldu

İki nefes arasında yaşanan ömür her nefes alışta tükenirken, anne rahmine düştüğü an atmaya başlayan kalp bir an bile duraklamadan varış noktasına koşarken, milyarlarca ama milyarlarca yıldır sayılmayacak kadar canlıya hayat veren dünya ayakta kalmış, doğanları yaşatmış, ölenleri bağrına basmışken, dünya döne döne yaptığı uzun yolculuktan değil de insan denen canlının verdiği hasarı telafi etmekten bitap düşmüşken, bu yolculuğun sadece 2021 yılını sayıldığı, buna da "yılbaşı" dendiği kutlamalar bu yıl yine yapılacak.
Kimi evinde PTT ile, kimi ailece, kimi eş, dost, arkadaş ile neşe içinde, kimi kim bilir hangi tenhada bir başına, kimi kim bilir hangi kalabalıkta bir başına, kimi vazifesinin başında, kimi sokaklarda ekmeğinin peşinde, kimi ağlaya, kimi güle girecek 2022'ye.
Kimi doğacak, kimi ölecek o saatlerde.
Kimi bembeyaz kundağa sarılacak, kimi bembeyaz kefene.

Ortalama 80 yılbaşı görüyor insan ömrü hayatında. İlk beş yılını hatırlayamadığını, son birkaç yılını da sağlıklı yaşayamadığını varsayarsak, sadece 70 kez "Mutlu Yıllar" diyor birbirine.
Sadece 70 kez...
Çok da değilmiş, değil mi?
Kaç kez "Mutlu Yıllar" dedim diye düşündünüz mü hemen?
Sonra da, daha kaç kez "Mutlu Yıllar" diyebileceğinizi hesap ettiniz mi?
Kaçtan kaç çıktı kaç kaldı?
Hesabınız doğru. Hayatınız çıkanlarla kalanların toplamı.

Mutlulukla, hevesle, heyecanla, kutlamalarla, dileklerle, temennilerle yenilenme yaşar insan yılbaşlarında. Yeni Yıl'ın bundan haberi olmasa da, F5 ile Refresh yapmış gibi iyi gelir insana yeni bir yıl. "Yeniden Başlat" deme lüksümüz yoktur, biliriz. Yenileye yenileye ilerleyeceğizdir.
Ve biliriz, 1 Ocak 31 Aralık'tan farklı olmamıştır hiçbir zaman. Birdenbire değişmemiştir düzen. 
70 yıl için her 1 yıl çok önemlidir. Lakin milyarlarca yıllık bir düzende "1" yıl nedir ki? 
Yavaş akar zaman evrende. Acelesi yoktur. Acelesi olan doğadır, canlı hayattır. Bir an önce kendini kopyalayıp dünyayı cinsinden mahrum bırakmama derdindedir tüm canlılar. Çiçeğiyle böceğiyle, insanıyla hayvanıyla, görüneniyle görünmeyeniyle hepsi gelirler, ürerler ve giderler. Gelirler ürerler ve giderler. Gelirler ürerler ve giderler.
Kimisi insana göre çok kısa, kimisi insana göre çok uzun yaşar.
İnsan dışında kimsenin umuru değildir yeni yıl. 
İnsan sayar, hesaplar, kaydeder, kural koyar, kutlar, beğenmezse değiştirir, tekrar sayar, tekrar kutlar. 

Kim ne zaman ve neden kutlamaya başlamıştır yeni yılı? Nerden icap etmiştir?
Bir de, yeni yıl kime göre ve ne zaman başlardı ve ne zaman sona erip eski yıl olurdu?
Başlangıç ve bitiş Güneş'le ve Ay'la, ısınan ve soğuyan havalarla, yeşeren ve sararan yapraklarla, yağan yağmur esen rüzgârla mı belirlenirdi?

Yıl Başı
"Mezopotamya yeni yılı ilk kez MÖ 2000 yılında, Mart ortasında ilkbahar ekinoksu zamanında kutladı." yazıyor Wikipedia bilgilerinde. "Erken Roma takvimi, 1 Mart'ı yılın ilk günü olarak belirledi. Takvimin Mart ayından itibaren sadece 10 ayı vardı." diyor.
Ocak ayının başlangıcı olan Ocak kalendi (Latince: Kalendae Ianuariae), MÖ 153'te yeni konsüllerin açılışı yapıldıktan sonra yeni yıl olarak kutlanmaya başlanmış. Romalılar yıllarını bu konsüller tarafından sıralı olarak değil, uzun zamandır tarihlendirmişler ve Ocak ayının sonlarını bu tarihe uygun hale getirmişler. Yine de Mart yeni yılı etrafındaki özel ve dini kutlamalar bir süre devam etmiş ve 1 Ocak'ın yeni statüsünün zamanlaması konusunda bir fikir birliği oluşmamış. Ancak yeni yıl olduğunda, aile toplantıları ve kutlamalar için bir zaman olmuş.
MS 567'de, Turlar Konseyi, yılın başlangıcı olarak 1 Ocak'ı resmen kaldırmış, Ortaçağ Hristiyan Avrupa'sında çeşitli zamanlarda ve çeşitli yerlerde, yeni yıl 25 Aralık'ta İsa'nın doğumunun şerefine kutlanmış.
Jülyen takvimindeki artık yıl hatası nedeniyle, Birinci İznik Konsili MS 325'te Paskalya tarihinin hesaplanmasına karar verdiğinden beri Paskalya tarihi geriye doğru kaymış. 16. yüzyıla gelindiğinde, gözlemlenen ekinokstan sapma kabul edilemez hale gelmiş. 1582'de Papa XIII. Gregorius, Miladi takvimin bugün yaygın olarak kullanıldığını ilan etmiş ve hatayı 10 günlük bir silme ile düzeltmiş. Miladi takvim reformu da (yürürlükte) 1 Ocak'ı Yılbaşı olarak geri getirmiş. Çoğu Batı Avrupa ülkesi, Miladi Takvimi kabul etmeden biraz önce 1 Ocak'ı Yılbaşı olarak resmen kabul etmiş. 
Orta Doğu'da, Asya'da, Güney Asya'da, Avrupa'da, Afrika'da yılbaşının farklı tarihlerde kutlandığı ülkeler var. Kutlamalar dinlere ve takvimlere göre değişkenlik gösteriyor.

İlk Takvim
İlk Babil takvimleri kamerî Ay'ı, yani birbirini izleyen iki dolunay arasındaki 29,5 günlük dönemi temel alan bir sistemdi. Güneş yılına dayalı takvimi ilk geliştirenler, eski çağ Mısırlıları idi. Mısır'da yaşam Nil taşkınlarının etrafında dönüyordu. Gece göğünün en parlak yıldızı olan Sirius, her yıl Nil'in taştığı zamanlarda, gün doğumundan hemen önce parlamaktaydı. Mısırlılar takvimlerini bu olayla ilgili yapılandırdılar. İlk takvimin Mısırlılar tarafından bulunduğu da söylenmektedir.
Modern takvimlerin temeli ise 8. yüzyılda atıldı. Bu takvimler MÖ 46 yılında Jül Sezar tarafından kullanıma sokulan Jülyen takvimine dönüştü. Jülyen takvimi, son şekline MS 8 civarında, imparator Agustus döneminde kavuştu.
(Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Takvim )
****
İnsan hesap eder demiştim ya, yılbaşı sadece eğlenme değil, kendinle hesaplaşma günü de olsa keşke. Uzaklara baktığı kadar kendi içine baksa, kendine sorular sorsa, sorduklarını dürüstçe cevaplasa. Geçen her yıl ile birlikte yaşı büyürken aklı da, vicdanı da büyüse. Her sabah uyandığında "Evet, bugün de yaşıyorum" diyerek başlasa güne. Bir nefesin önemini çok ağır bedel ödeyerek öğrendiğimiz şu günlerde, aldığı her nefesin değerini fark etse. 
Dünyayı sadece kendinin zannetmese.

Saydığımız 2021, saymadığımız kim bilir kaç "on yüz bin milyon" yıldır dünya yüzündeyiz. 
Her birimiz koskoca bir okyanusun sahile değdiği sıfır noktasıyız. Bilemezsiniz ne kadar deriniz, sahile ulaştığımız için ne kadar şanslıyız.
Her birimizin içinde "on yüz bin milyon" yıldır yaşayan bir canlı var. "On yüz bin milyon" yıldır doğuruluyoruz, doğuyoruz, doğuruyoruz. 
Şu an şuradaysak, gelecekte de "orada, yani dünya yüzünde" var olma arzusu ile yanıp tutuşuyoruz.

Ey dünya, bu akşam her şeyi bir kenara atıp üzerinde biraz tepineceğiz, kusura bakma.
Seninki kadar uzun bir yolculuk bizimki de.
Hatta sen de kendini bırak, hep birlikte eğlenelim bu gece...

31 Aralık 2021 / C.E.Y.

28 Aralık 2021 Salı

Büyülü Bir Yılbaşı Sefası

Tecrübeyle sabittir ki, Barışın Başkenti Mudanya'da, Mudanya Musiki Derneği'nin düzenlediği konserler insanda alışkanlık yapıyor.
Pandemi dolayısıyla epeydir uzak kaldığımız konserler alınan tedbirler ve aşılanan kişi sayısının epey yükselmiş olması dolayısıyla ufak ufak başladı.
Mudanya Musiki Derneği de 5 Ocak 2020'de verdiği son konserden sonra ilk kez sahnedeydi.
Mudanya Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nde gerçekleşen konsere katılım yüksekti.
Konserin ilk bölümünde Şef Salih Berkmen yönetiminde sahneye çıkan koro, Türk Sanat Müziği'nin unutulmaz eserlerinden seçkiler seslendirdi. Gecenin sunucusu Uğur Salman, usta sunuşu ile şarkılara ruh verdi. Sololarda Hüseyin Ergün, Gülay Arslan, Mustafa Er, Turgut Barış, Kadriye Türkyılmaz Abdülkadir Özözen, Samiye Berkmen ve Saadet İşalmaz kulaklarımızın pasını sildi. 
2008 yılında kurulan koronun on üç yıllık geçmişi birbirinden kıymetli konserlerle dolu.
Sololar deseniz, amatör ruhun vermiş olduğu heyecan ve müzik aşkıyla hayranlık verici. Bu geceki sololarda sahne alan Abdülkerim Özözen'in "Sevemez Kimse Seni Benim Sevdiğim Kadar" şarkısı ile eşine seslenişi, Samiye Berkmen'in "Gittin Uzaklara Dönmedin Daha" eserini eşi Salih Berkmen ile düet yaparak seslendirişi ve bizi büyüleyişi, Mustafa Er'in kendinden emin duruşu ile "Başka Söz Söylemem Aşktan Yana Ben" şarkısını seslendirişi, Kadriye Türkyılmaz soloya çıktığı zaman eşi Mutlu Türkyılmaz'ın kendisini kayda alışı, Saadet İşalmaz'ın, Hüseyin Ergün'ün ve Turgut Barış'ın tatlı heyecanı, Gülay Arslan'ın su gibi sesi derken birinci bölüm nasıl geçti anlamadım.
Konserin ikinci bölümü TRT İstanbul Radyosu Ses Sanatçısı Ayşe Ekiz'in sahneye gelmesiyle başladı. Ekiz, güçlü sesi ve izleyici ile kurduğu sıcak iletişimi ile salonu avucuna alıverdi. Konserden iki gün önce doğum günü olan Ekiz'e Mudanya Musiki Derneği'nin bir sürprizi vardı. Dernek Başkanı Mutlu Türkyılmaz'ın ince düşüncesi ve esprili yaklaşımı ile salonda bir anda elektrik kesintisi(!) yaşandı, ardından da Alaaddin'in Sihirli Lambası'ndan çıkan Cin misali ortaya bembeyaz bir pasta çıkıverdi.
Alkışlar ve iyi dilekler eşliğinde kesilen pastayı kimler yedi bilmem ama bizim gönlümüz verilen müzik ziyafeti ile acıktıkça doyuyor, doydukça acıkıyordu.
Konserin izleyici koltuklarından birinde de, artık Mudanyalı hemşehrimiz olan, TRT İstanbul Radyosu Ses Sanatçısı Nusret Yılmaz oturuyordu. Akşam Sefası programlarında keyifle ve hayranlıkla izlediğimiz iki sanatçı ayağımıza gelmiş, bize adeta büyülü bir yılbaşı sefası yaşatıyorlardı.
Eğitimleri ve profesyonellikleri tartışma götürmez iki sanatçıyı canlı izlemenin hazzı bir başkaydı.
Ayşe Ekiz-Nusret Yılmaz
Yılbaşı Sefası 
Nusret Yılmaz ve Ayşe Ekiz yılbaşı gecesi TRT Müzik'te yayınlanacak olan program çekimleri için birlikte olduklarını, çekimlerin bittiğini ve yılbaşı gecesi ekranlarda olacaklarını müjdelediler. İzleyicileri 31 Aralık 2021 akşamı saat 22:00'de başlayacak programa davet ettiler. 
Yeni yıla evde girecekler, işte size müzik dolu, kalite dolu, sanat dolu bir seçenek.
****
Konser arasında ettiğimiz mini sohbette, ses rengi doğuştan özel olan insanları kıskandığımı söyledim Nusret Yılmaz'a. Şarkı söylemenin öğrenilebileceği ancak ses rengi için yapılacak bir şey olmadığında hemfikirdik. İstanbul'da iki koro çalıştıran Nusret Yılmaz, amatör koronun ruhunun bir başka olduğunun farkındaydı. Amatör bir koroyu çalıştırmak, onları konsere çıkartmak, izleyicinin beğenisine sunmak, yönetmek ne kadar heyecan vericiyse, amatör bir konseri izleyici koltuğundan izlemek, izleyiciliğin ruhunu yakalamak ayrı bir heyecandı. 
Şarkı söyleyebilmek, en azından söylenen şarkıya eşlik edebilmek bile bir hediyeydi. 
Müzik büyüydü, sihirdi, mucizeydi, iyileştirici, tedavi ediciydi.
Ruhum dinlenmiş bir halde, şarkılar mırıldanarak döndüm eve.
Konserin üzerine ne televizyon açtım, ne film izledim, ne de kitap okudum.
O büyü bozulmadan yatıp uyudum...

28 Aralık 2021 / C.E.Y. 

* Gecenin fotoğraflarına bakıp, videolarını izlemek isterseniz, tıklayınız
* Kapak fotoğrafı ve izleyicilerin olduğu fotoğraflar için Uğur Salman'a teşekkürler.

Allah sabır vermesin!

Allah sabır versin dersiniz ya. 
Demeyin. 
Vermesin...
Siz dileyince ve dilediğiniz de dileğinize amin deyince, Allah da verdikçe veriyor, verdikçe veriyor.
Biçare sabırlı sabrettikçe de her şey üzerine geliyor da geliyor.
Nasılsa sesi çıkmaz, nasılsa karşı koymaz, nasılsa karşısındakini üzmez, kırmaz...
Ya kendisi?
Taştan mıdır, çöpten midir, eften midir, püften midir?

Hey sen!
Bırak artık sessizliği.
Biraz da biraz da sen çıkart sesini.
Herkes bilsin artık sabretmeyeceğini ve ona göre tutsun elini-dilini.

Yaşadığın haklı haksız, yerli yersiz, itelenme-kakalanma-aşağılanma.
Sonuç?
Gittikçe birbirinden uzaklaşma,
Kutuplar misali soğuma,
Sonunda da kopma....
Derdini anlatmak için ağzını tek bir kez açtığında ise "trip" atmakla suçlanma.

Şikayet ediyorsan da etme;
Sabrederek, affederek, hoş görerek sen besleyip büyüttün o canavarı.
Senin canını yakmaktan canice zevk alan kişiye bu hazzı yaşattın yıllarca.
Bak sen izin verdiğin kadar lime lime ediyor seni.
Sen 'bir yudum sevgi diyorsun' ya, o duymuyor bile sesini.

Ha, hak ettiğine inanıyorsan ve ses etmiyorsan hak ediyorsundur.
O zaman sana diyecek lafımız yok.
Sabır dilemekten başka.
Ancak sakın ha sabrederken çatlama!

26 Aralık 2013 / C.E.Y.

25 Aralık 2021 Cumartesi

"İnsanına Sahip Çık Beyaz Köpek!"

Gaziantep'te, Pitbull cinsi iki köpeğin dört yaşındaki Asiye Ateş'e saldırma görüntülerini izledikten sonra, başıboş bırakılan sahipli hayvanların yarattığı terörü "Hayvanına Sahip Çık İnsan!" başlığını altında anlatmak istemiştim.
Başlığı atarken aklıma "insan"ı ayrıştırmak düşmemişti.
Siyah Türk, Beyaz Türk, Gri Türk değil de, evinde hayvan barındıran ama o hayvana yeterince iyi bakmayan, çevre güvenliğini sağlamayan insandı seslendiğim.
Lakin Sayın Cumhurbaşkanımız hayvan besleyen insanlara seslenerek "Beyaz Türkler, hayvanlarınıza sahip çıkın!" deyiverdi. Hayvan sahibi herkesi "Zengin Beyaz Türkler" sepetine koyup çöpe atıverdi. 

Olmayanlar, Olamayanlar
Mesele ne zenginlik, ne beyazlık ne de Türklüktü. Mesele vicdandı, görgüydü, saygıydı, sevgiydi.
Bu değerler kendi halinde yaşayan kesimde kalmış, para el değiştirmiş ama paraya yeni kavuşan eller bu yeni konuma ayak uyduramamıştı.
Çoğunun kendi kazanmadığı, ailelerinin de "şak diye" birdenbire, hatta bazen "bir gecede" kazandığı, parası bol ama içinde doğa, insan, hayvan sevgisi olmayan insanlar arabalarının en gösterişli araba olmasını istiyor, kollarına en büyük saatleri, boyunlarına en kalın kolyeleri takıyor, evlerine alacakları hayvanları en vahşisinden seçiyor, hayvan saldırgan değilse bile onu saldırgan hale getirene kadar uğraşıyor, gencecik kızları şişme bebek gibi kullanıp sonra da rezidanslardan aşağıya atıyor, çevresindeki insanlara aldırmadan birbirleriyle "anırarak" konuşuyor, neşelerine neşe katan pudra şekerini yanlarında bulundurmaktan kaçınmıyorlardı.
Kısacası paralı kesim henüz "olmamıştı".

İhtimal ki Sayın Cumhurbaşkanımız "Beyaz Türkler" derken bu insanları kastediyordu. 
Zaten bu işler işinde gücünde, evinde okulunda, kimseye zarar vermemeye dikkat eden, eline beline diline hakim, görgülü görenekli insanların yapacağı işler değildi. 
Evini barkını, bağını bahçesini, koyununu keçisini korumak için köpek besleyen insanların hayvanları da saldırgan değildi. Sürüleri güdebilen devasa boyuttaki bir Kangal, iri kıyım bir Çoban Köpeği tehdit olmadığı sürece oyun isteyen, sevgi delisi koca bir bebekti.
Eğer ki vazifesinin başındaysa, evi de davarı da kimsenin koruyamayacağı kadar, hatta bazen ölümüne korurdu. 

Oyuncak Değil, Can
Sokaklar artık yeni moda insanların bakmak için değil de oynamak için eve aldığı, üç gün sonra da ya sıkıldığı ya hayvanı sevip anlamadığı ya da masrafına katlanamadığı için sokağa bırakılıveren cins hayvanlarla dolu. Onlar da en temel ihtiyaç olarak beslenme ve üreme derdindeler.
Çeteler halinde gezen köpekler bir yandan beslenmek ya da kendilerini korumak için saldırıyor, bir yandan da delice bir hızla ürüyorlar. Nüfus çoğaldıkça beslenme sorunu daha büyüyor, hayvanlar gittikçe saldırganlaşıyor. Bu kısır döngüden bir türlü çıkılamıyor.

Saldırır ama neden saldırır?
Köpeğin insana saldırmasının pek çok nedeni var. Hayvan doğuştan agresif olabilir, şiddet görüp saldırganlaşmış olabilir, kendi boyunda bir çocuğu av görebilir, kaçan bir insanı kovalamayı avlanma görebilir, göz temasını meydan okuma görebilir, gençlik hastalığına tutulmuş olabilir, şeker hastası olabilir. (Hoş, onları yaşattığımız şartlarda biz yaşasak biz de pek farklı olmayız ya neyse.)
Bilim insanlarının yaptığı araştırmaya göre, insanlar köpekleri 23 bin yıl önce Sibirya'da evcilleştirmeye başlamış ve 15 bin yıl önce Amerika kıtasına giden ilk kişiler bu canlıları yanlarında götürmüş. 
Unutmamak lazım ki, binlerce yıl öncesinden bugüne evcilleşmiş dahi olsalar onların genetik kodları farklı. Bazen oyun oynarken bile "kaptırabiliyorlar". 

Genetik Kod Demişken
Peki ya kendi halinde bir hayvanı arabasının arkasına bağlayıp sürükleyen, gözlerini oyan, bacaklarını kesen, kuyruğunu yakan, başını taşla ezen, karnını deşip bağırsaklarını dışarı çıkartan, bir tekmede kafasını dağıtan, arabasıyla bile bile ezen insanın genetik kodlarını ne yapacağız?
Dünyanın en öldürücü canlısı olarak sivrisinekten sonra ikinci sırada yer alan insan ne kadar "insan"?
O değil mi hem seven hem döven?
O değil mi hem besleyen hem öldüren?

İyisi-Kötüsü
Nasıl ki insanın iyisi-kötüsü varsa, hayvanın da iyisi-kötüsü var.
Bir insan cinayet işledi diye bütün insanları hapse atıyoruz muyuz, gaz odalarına tıkıyoruz muyuz, hepsini zehirleyip çukurlara dolduruyoruz muyuz? Bilakis, katilinden işkencecisine, tecavüzcüsünden dayakçısına, ne kadar arızalı karakter varsa çoğunu serbest bırakıp, sokaklarda dehşet saçmaya devam etmelerini sağlıyoruz.
Merdiven altı mekanlarda köpek dövüştürenler, horoz dövüştürenler, yasal olarak at yarıştıranlar, sokaklarda ayı oynatanlar, sirklerde şiddet kullanarak hayvan eğitenler, sirklere giderek hayvanlara alkış tutanlar, at yarışından hayvan dövüşüne bahis oynayanlar, kötü şartlarda yaşatılan erkek ve dişiden üretilen yavrulara çuval dolusu para dökenler de unutulmasın.
Denizde yüzen kaplumbağaya, nefes almak için başını denizden çıkartan fok balığına anlamsızca silah sıkanlar, spor adı altında hayvanları avlayanlar ona keza.

Al Bunları Al Al!
Şimdi; gittikçe çoğalan köpek saldırılarına karşı saldırgan mı değil mi bakılmaksızın, sokaklarda yaşayan bütün köpekler ya ormana atılıp birbirlerini yemeleri beklenecek ya da büyük ihtimal hepsi öldürülecek. Bu katliama razı mısınız?

Yasası ve Politikası Olmalı
Sokak hayvanı konusu çok katmanlı bir konu ve devletin bu konuda bir politikası, bir yasası olması lazım. Sokaklarda bu kadar çok hayvan yaşamaması lazım.
Barınak çalışanlarının da, hayvan toplama işini yapanların da hayvan severlerden seçilmesi lazım. 
Eğer ki sokak hayvanları sahiplendirilemiyorsa en azından üremelerinin önüne geçilmesi, saldırgan hayvanların tecrit edilmesi lazım.
Hayvan sever insanların sokak hayvanlarını at gözlüğü ile sevmemesi, zarar veren bir hayvanı körü körüne savunmaması lazım. 

Kıyamıyorum
Pek çok kişi gibi ben de hayvanlara karşı çok zayıfım. İnsanların hayvanlara ettiği eziyetlere dayanamıyorum. Onlara hiç ama hiç kıyamıyorum.
Lakin hiç kimsenin köpekler tarafından paramparça edilmesini de istemiyorum. Kimsenin böyle bir korkuyu yaşamasını istemiyorum. Kimsenin evladını kan revan içinde görmesini, biçare çocuğun azgın hayvanın dişleri arasında can vermesini istemiyorum.

Sokaklar Yavru Dolu
Buradaki mesele, siyahtı-beyazdı-griydi demeden neye sebep olduğunun ya da olacağının farkında olmayan insanları tespit etmek, onların elinden saldırganlaşan hayvanı almak, hayvan ticaretini (özellikle de saldırganlığa meyli olan bazı türleri) yasaklamak, bakmak için hayvan alanları düzenli kontrol ederek hayvanı sokağa salmamalarını sağlamak.
Görüyoruz, kısırlaştırmalara, trafiğe, açlığa, soğuğa ve hastalıklara rağmen sokaklar yavru dolu. 
İnsanlar binlerce lira vererek cins (marka) hayvan edineceğine sokaklardaki yavrulara aile olmayı öğrenmeli. 
Bir hayvanla yaşamanın hazzına varmalı. Bir cana yuva olmanın huzurunu hissetmeli.
Siz onlara bir kap mama, bir kap su verirsiniz, onlar size koskoca bir kalp verirler.
Onlar insanlara iyi gelirler...

26 Aralık 2021 / C.E.Y.

24 Aralık 2021 Cuma

Dikkat Kapan!

Dikkat, çevirme!
Dikkat, kapan!
Dikkat, trafik!
Dikkat, radar!
Dikkat, kaza!
Dikkat, köpek!
Dikkat, kamera!
Dikkat, jiletli tel!
Dikkat, yüksek gerilim!
Dikkat, yağışlı hava!
Dikkat, fırtına!
Dikkat, kaygan zemin!
Dikkat, yol çalışması!
Dikkat, kazı!
Dikkat, kuyu!
Dikkat, kesinti!

Vatandaş olarak "Bize Bir Şey Olmaz" mantığı ile yaşadığımızdan olsa gerek, ne iş güvenliği önlemlerini takarız ne de emniyet kemerimizi.
Kurumların başındakiler de aynı vatandaşlar oldukları için onlar da "Bir Şey Olmaz" mantığına uzak değillerdir. Tedbir almayı, uyarıda bulunmayı lüzumsuz sayarlar.
Bu kafayla yaşarken; üzeri örtülmemiş bir kuyu, yerinden çıkmış bir kaldırım taşı, bir kısmı kazılmış ama kapanmamış asfalt,  bağlı olmayan bir köpek, buzlanmaya karşı tuzlanmamış caddeler, yağışa karşı temizlenmemiş rögarlar, dökülen yağlı bir madde dolayısıyla kayganlaşan zemin, düzenli bakım yapılmayan asansörler ile yürüyen merdivenler, temizlenmemiş bacalar Azrail olup defalarca ama defalarca can aldı. 
Daha da acısı, bir uyarı, bir önlem, bir koruma olmadığı için büyük bir tuzağa dönüşen bu ihmaller sebebiyle canı yanan vatandaş canının yandığıyla kaldı. Kimse ceza almadı.
Oysa bu ve benzeri durumlarda vatandaş bilgilendirilmez ve zarar görürse, sorumlu kurum ya da kişi, zarara sebebiyet vermekten en ağır cezayı almalı.
Ancak, bilgilendirme yapılmasına rağmen vatandaş kendi üzerine düşen dikkati göstermez ve kazaya uğrarsa, kişi ya da kurum gerekli uyarıları yaptığı için doğan zararın tümünden mesul tutulamaz.

Dikkat TUZAK var!
En iyi tuzakçılar vatandaşa ceza yağdıran trafik polisleri malum. 
Lakin, sıkışık trafikten ya da dar bir yoldan kurtulup da hafiften gaza yükleneceğiniz yeri iyi bilen ve oraya konuşlanan trafik polislerinin kestiği cezalar trafik kazalarını önlemeye yıllardır yetmedi. Sadece kasaya gelir sağladı. 
Acaba mesele üzüm yemek miydi, yoksa bağcıyı dövmek miydi? Ceza kesilip para tahsil edildikten sonra vatandaşın canı kimsenin umurunda değil miydi yoksa?
Neyse ki trafikte "radar uyarısı" olsun mu olmasın mı tartışmaları 2014 yılında neticelendi ve devletin vatandaşa tuzak kurmasının yanlış olduğuna karar verildi. Bu karara göre;
"Yargıtay 7. Ceza Dairesinin 08.07.2014 tarihli 2014/2954 esas 2014/14281 karar sayılı ilama göre seyir halinde bulunulan yerde radar uyarısı bulunmaması halinde trafik cezası kesilemeyeceğini içtihat etmiştir. Bu karara göre; kişilerin can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla yapılması gereken trafik denetimlerini, yol kullanıcılarına ceza vermek amacıyla bilgilendirme yapmadan kural ihlali yapmasını beklemek, trafik kurallarının konuluş amacına uygun olmadığı gibi araç sürücülerine tuzak kurulması anlamına geleceğini ve bu durumun çağdaş hukuk devletine aykırılık teşkil edeceği görülmüştür." dendi.
Medeni dünyada tuzaklamak ayıp sayıldı.
Hele de devletin vatandaşına tuzak kurması kabul edilecek iş değildi...

Düşmez Kalkmaz Bir Allah!
Doların delirmişçesine artışının bir tuzak olduğunu güm diye çakılınca anladık.
Dolar'ın ve Euro'nun birkaç gün içerisinde yükselmesi ne kadar anlamsızsa, bir gecede düşmesi de o kadar anlamsızdı.
Sokaktaki vatandaş hızla değer kaybeden parasını korumak için dövize saldırmış, yok canıyla kenarına üç beş Dolar ya da Euro atmıştı.
İşte o gariban vatandaş senenin en uzun gecesinde, uykusunda ökseye yakalandı. Günlerdir yaşadığı belirsizlik içinde başını yastığa koyduğunda ve uykuya daldığında kim bilir ne rüyalar görüyordu bilinmez ama uyandığında gördüğü tam bir kâbustu.
Ne olmuştu da dolar bu kadar kısa bir süre içinde 8'den 18'e çıkmış, ne olmuştu da bir gecede 18'den 11'e inmiş, ne olmuştu da her şey tepetaklak olmuştu?
Kimse ne olduğunu bilmiyordu. Kimse bir şey anlamıyordu.
Bilinen, kriz kamyonun son gaz tepeye tırmandırıldığı ve uçurumdan aşağıya bırakıldığıydı.
O gece kim bilir kaç milyar liralık döviz yüksek kurdan bozulup, sabah düşük kurdan tekrar alınmış ve servetler ikiye üçe katlanmıştı.
Ülke kumarhane miydi de vatandaş bir yandan endişeye sürüklenmiş, bir yandan gaza getirilmişti. Bu rüzgâra kapılan büyük oyuncular küçük, küçük oyuncular büyük kaybetti.
NAS'lar bir gecede "Ee, daa daa nas'sınız?"a döndü, yıllardır haram denilen "faiz" tesettüre girip örtündü, helâl oldu. Türk Lirası dolara endekslendi ve adı konmasa da para birimimiz bir bakıma Türk Doları'na dönüştü.
Kısacası, kendi halinde vatandaş (Rabbim affetsin!) bir kez daha tuzağa düştü.
Ve bu büyük çalkantı, bu keskin viraj, bu dik çıkış, bu sert düşüş, bu şiddetli sarsıntı neden davulla halayla kutlandı, o da hiç anlaşılamadı.
Şimdi beklediğimiz istikrardır. Türk Lirası’nın ve ülke ekonomisinin korunmasıdır. Dolar-Euro’nun tramplende zıplar gibi bir aşağı bir yukarı zıplamamasıdır…

24 Aralık 2021 / C.E.Y. 

15 Aralık 2021 Çarşamba

Dişsiz Günler Uzak Değil

Fakirleşen ülkelerin birden bire olmasa da, zaman içinde değişen bir çehresi vardır.
Fakirleşen ülke vatandaşları sağlıksızlaşmaya başlar. 
Önce beslenme bozulur. Yeterince gıda alamayan vücutta ilk sinyali dişler verir. Sağlıksızlaşmanın dışa vurumu diş bakımının yapılmaması ile başlar, diş etlerinin çekilmesi, diş minesinin zayıflaması ve dişin adeta boşalması ve un ufak olmasıyla devam eder. Apseler beynini oyacak derecede zonklar. Yalvar yakar yazılan antibiyotikler ile geçici bir süre iyileşilir, sonra tekrar başlar diş ağrısı.
Maliyetlidir diş tedavisi dediğin. O yüzden  kalıcı olarak tedavi edilemez.  Edilemeyince de çekilir gitsin. Birer ikişer eksilir ağızdaki dişler. Tedavi edilemeyip çekilen dişin yerine yenisini koymak zaten mümkün değildir. Böyle böyle boşalır ağızlar. Köksüz damakların üzerindeki yanaklar çöker, çene kısalır, ağız içine kaçar, konuşma bozulur, çiğneme bozulur, sindirim bozulur, devamında tüm sağlık bozulur.

Fakirleşen ülkelerin sokaklarındaki arabalar da dişi dökülmüş insanlara benzemeye başlar. Bantlanarak yerine tutturulmuş dikiz aynaları, güneş yanığı tavanlar, içine göçmüş, yamulmuş, boyaları yer yer dökülmüş, çoğunlukla çizik içinde kaporta, eprimiş koltuk döşemesi, çıkma ürünlerle yaşatılmaya çalışılan toplama bilgisayar misali bir araçtır yolda giden.
Lastikler kabak, sileceklerin her biri kendi havasında, frenler söz dinlemez, korna çalmaz, gaz basmaz, rot balans desen Allah selamet...
Maliyetlidir araba dediğin. Düzenli baktırmak gerekir. Yağı, suyu, fren hidroliği, balatalar, lastikler derken göz hep aracın üzerinde olmalıdır. Baktıramadığın zaman hepsi birden sıraya bozulmaya başlar. Balataları değiştirmezsin gider kampanaları çizer, yağını eksiltirsin gider motoru bozar, soğutma suyunu ihmal edersin hararet yükselir. Allah mahfaza, zamanında uyanmazsan araban gözünün önünde yanar bile.
Mekanik arızalar büyük felaketlere yol açar. 
Yerinden çıkan minicik bir hortum, kopan minik bir kablo, seviyesinin altına düşen sıvılar arabayı yürüyen Azrail haline getirir. 
Son dönemlerde artan kazalara bakınca, ilk önce mekanik arızalar aklıma geliyor. Sonrasında arapsaçı trafik, araç sayısının ihtiyacına cevap vermeyen yollar ve tabii ki hayat şartları altında ezildikçe ezilen, hepsi birbirinden gergin şoförler.

Fakirleşen ülkelerin evleri de eski parlaklığını kaybeder.
Dökülen sıvalar tamir edilemez, boyalar yenilenemez, kırılan camlar yerine takılamaz. Evlerin olukları parçalanmış, kırılan camları muşambayla kaplanmış, çatıları aktarılmamış, ağaçları budanmamış, bahçeleri ot içindedir. Saksıda yetiştirilip cam önlerini süsleyen çiçekler bile susuzluktan kurumuştur.

Fakirleşen ülkelerin sokaklarındaki hayvanlar da açtır. Bir yandan da eve alınıp da bakılamayan evcil hayvanların sokağa bırakılması sebebiyle sokaklarda yaşayan hayvan nüfusu artmıştır. 

Fakirleşen ülkelerin kadınları saçlarına olsun, ciltlerine olsun, giyimlerine olsun eski özeni gösteremezler. Yine de birbirlerinin kaşını alır, birbirlerinin saçını bir şekilde boyarlar. Boya bulamazlarsa kına yakarlar. Durum daha kötüleştikçe kadınların dip boyaları gelmiş, alttan gelen beyaz saçlar boyalı saçları uca doğru itmiştir. 

Fakirleşen ülkelerde sokaklar köhne, araçlar köhne, evler köhne, insanlar, hayvanlar, ağaçlar, her şey köhnedir.
Canlı renkler yerini soğuk renklere bırakmış, kırmızılar, pembeler, yeşiller, maviler, sarılar grilere, siyahlara, kahvelere yenik düşmüştür.
Cıvıl cıvıl seslerin yerini sessiz çığlıklar almıştır.
Küskünlük, kırgınlık ve çaresizlik zaman içinde sessiz çığlıkları sesli hale getirecek, canından başka kaybedecek bir şeyi kalmayana kadar zorlanan insanlar, atıldıkları bu hiçliğin ortasında tüm doğru bildiklerini bir kenara savurarak ciğerlerini parçalarcasına isyan edeceklerdir. 

Fakirleşen ülkelerin çocukları da bu fakirleşmeden nasibini alır. Eğitimleri, giysileri, beslenmeleri, en çok da ebeveynlerinin çaresizlikten kaynaklanan özeni sekteye uğramıştır.
Yine de çocuktur. Her hâlükârda kendisine oynayacak bir oyun bulur. Henüz eski ile yeniyi mukayese edeceği, yorum yapacağı ve gidişatı anlayacağı kadar yaşamamıştır. O, bu düzen ne ise onun içine doğmuş, onu normal bilmiştir.
Gidişat kötüleştikçe düzen onu da içine alacak, o masum yavruyu dişlerinin arasında ezecek, öğütecek, sonunda onu da yutacaktır.

Fakirleşen ülkelerin hastaları ilaç bulamaz, doktorları çaresizlik içinde kıvranır, düzen 'sağlıklı olanla devam edelim' mantığına evrilir. Hastanın da canı kıymetlidir, doktorun da. Bazen ölüp giden bir hastanın ardından doktorun da canına kıyılır acımasızca. Yakınları kaybın hırsını en kolay yoldan, doktordan çıkartmıştır. Bilmez ki bir dahaki sefere hırslanacağı bir doktor dahi bulamayacaktır.

TABLODAKİ YERİMİZ
Resmettiğim bu tabloda biz neredeyiz, nasıl görünüyoruz, nereye koşuyoruz diye düşündüm şöyle bir.
Başında mıyız, ortasında mı, yoksa sonundayız da farkında mı değiliz?
Bu daha iyi günlerimiz mi?
Dahası ve dahası ve dahası mı var? Çok da uzak olmayan bir zamanda bizi neler bekliyor? 

Marketler etiket değiştirmeye yetişemeyip, yeni bir iş kolu olarak "hızlı etiket değiştirme uzmanlığı" doğmuşsa, esnaf sattığını, üretici ürettiğini yerine koyamıyorsa, hekimler istifa ediyor, bazıları da yurt dışına kaçıyorsa, gençler ülkelerinde gelecek görmüyor, gözlerini ülke dışına dikiyorsa, toplumun her kesimi hızla irtifa kaybediyorsa ve sade vatandaş 'bu rotada kim ısrar ediyor, bu ısrar kime yarar sağlıyor' sorusunu soramıyor, sorsa da cevap alamıyorsa, dişsiz günlerin çok da uzak olmadığını düşünürüm ben.

Yazının başında; dişsizlik, diş bakımının yapılmaması ile başlar, diş etlerinin çekilmesi, diş minesinin zayıflaması ve dişin adeta boşalması ve un ufak olmasıyla devam eder demiştik.
Şimdi yerinizden kalkıp aynanın karşısına geçin ve dişlerinize şöyle bir bakın.
Sallanan var mı, ağrıyan var mı, damaklarınızda çekilme var mı?
Gördüğünüz tablo sizin tablonuzdur.
Gördüğünüz tablo ülkenin tablosudur..

15 Aralık 2021 / C.E.Y.

10 Aralık 2021 Cuma

Karışan Bavullar Tragedyası

Başrolünde üç bavulun oynadığı bir oyun izledim dün akşam.
Sahneye bir girip bir çıkan, elden ele dolaşan, sürekli birbirine karışan, birinde mücevher, birinde para, birinde de kadın çamaşırı olan üç bavul oyun boyu ortalığı birbirine kattı.
Claude Magnier'nin yazdığı, Bursa Baro Tiyatrosu-Tiyatro Advocato tarafından sahnelenen ve yönetmenliğini İzzet Boğa'nın yaptığı "Eyvah Yine Karıştı" oyunuydu izlediğim. 
Oyunda yardımcı yönetmenlik Aykan Yılmaz'a, kostümler Aslıhan Pekün'e, dekor Ertuğ Bayraktar'a, ışık ise Rahmi Ozan'a emanetti. 

Barnier'nin bir günü
Fransız hata komedisi olan oyunda bir adamın bir gün boyunca başına gelen felaketlerdi konu. 
Aynı gün içinde zengin bir adam olan Bertrand Barnier'nin kızı, babasının şoförü Oscar ile evlenebilmek için "hamileyim" yalanını uydurur, Barnier'nin muhasebecisi, Barnier'nin kızı sandığı sevgilisi ile evlenebilmek için Barnier'yi dolandırır, Barnier'nin hizmetçisi bir kont ile evlenmek için işi bırakır, zamanında Barnier'nin annesinin evinde hizmetçilik yapan ve Barnier'nin gençlik sevgilisi olan kadın, Barnier'nin evinde hizmetçi olarak işe başlamak için çıkagelir ve daha daha neler olur...
Epey bir karışık değil mi? Bitti mi, bitmedi;
Muhasebeci, patronunu soymak için yaptığı numaralar ile kendi kazdığı kuyuya bir düşer bir çıkar. Patronun da ondan aşağı kalır yanı yoktur. O da kendini kurtarmak için bir o tarafa bir bu tarafa yalpalar. Oyunun baş rolündeki bavullar sahneden hiç eksik olmaz. 
Oyun, yalancılık ve üçkağıtçılık üzerine ilerlerken, sonunda kazanan yine aşk olur.
(Bu oyundan esinle çekilen "Oscar" sinema filmlerinde, 1967 yılında Louis de Funès, 1991 yılında ise Sylvester Stallone oynamış.)

İkinci Kuşak Oyuncular
2004 yılında kurulan tiyatro 2021 itibarıyla 17 yaşında ve yola ikinci kuşak oyuncular ile devam ediyor. Yenilenen ekipteki genç kadro, oyunculukları ve doğallıkları ile sahneye çok yakışmıştı. Hepsi üstlendiği rolü üzerine tastamam giymiş, profesyonel oyuncuları aratmıyorlardı.
Bertrand Barnier rolüne can veren Ömer Vatansever ile muhasebeci Christian Martin rolünü üstlenen Said Başpınar müthiş ikili olarak izleyiciyi kendilerine hayran bıraktı. Madam Barnier'yi canlandıran Esra Nur Meral, dönemin "kızına koca bulma" krizi ile kıyasıya mücadele ederken, kızı Colette'i canlandıran Begüm Topçu da "koca olsun da nasıl olursa olsun" anlayışını şımarık ve isterik halleriyle yansıtıyordu. Kendine zengin koca bulan evin hizmetçisi Bernadatte'yi canlandıran Nisa Ören, umursamaz ve hedefine ulaşmış bir kadının mutluluğunda, muhasebecinin sevgilisi Jacqualine'i canlandıran Tuğçe Alsaç, sevgilisi ile evlenebilme telaşı ve söylediği yalanlar arasına sıkışmış bir kadının tedirginliğindeydi. Masör Philippe'i canlandıran Furkan Berk Kocaman "beden dili" ile öne çıkıyor, Oscar'ı canlandıran Murat Küçükyıldız sessiz aşık rolünde bir görünüp bir kayboluyordu. Barnier'nin eski aşkı Charlotte rolündeki Selin Yılmaz eski aşkına ve kızının babasına kavuşmuş olmanın sevincinde, emektar şoför rolündeki emektar oyuncu Çetin Cambaz klasını konuşturuyordu.
Hemşire rolündeki Barış Haçan acil durumlarda devreye giriyordu.
Oyun yıl boyunca Uğur Mumcu Sahnesi ve Görükle Kültür Merkezi’nde sahnelenecek. Oyunun tarihleri Bursa Baro Tiyatro Topluluğu Tiyatro Advocato sayfasından takip edilebilecek.

Kadraj
Oyunu izlerken sanki sinema filmi izliyormuş hissine kapıldım. Sahnede tiyatronun kocaman oyunculuğu vardı ancak her şey bir o kadar da akışındaydı. Repliği olmayan da oyunun içindeydi. Rolü biten sahneden ayrılırken de "oynamaya" devam ediyordu.
Malum, iyi bir oyun/iyi bir film, figüranları da en az baş rol oyuncuları kadar iyi oynadığı için iyidir. Bir film izlerken başrol oyuncusuna baktığımdan daha çok en arkadaki, en alt sıradaki oyuncunun oyununa bakarım ben. O da filme dahil olmuşsa o film gerçekçiliği yakalamıştır.
Hele tiyatroda her şey canlı canlı izleyicinin gözü önünde yaşanıyorken repliğiniz olmasa dahi oyundan kopma gibi bir lüksünüz yoktur. 
Sinemada kamera nereyi kadraja alırsa orayı görürsünüz. Tiyatroda ise kadraj gözünüzün gördüğü, yani tüm sahnedir. 

Hukuk Fakültesi'nden Çıkan Sanatçılar
Doktorlar arasında doktorluğun dışında sanatla ilgilenenlerin çokluğuna bakılarak, tıp fakültesinden arada sırada doktor çıkar esprisi yapılır yıllardır. 
Bu akşamki oyun dahil, 2019 yılında Bursa'da gerçekleşen ve benim de tüm oyunları izlediğim Baro Tiyatroları Festivali'ni hatırlıyorum da, bu espri hukukçular için de geçerli olmalı diyorum. 
Bir yere takılıp kalmamak, çok yönlü olmak, derdini -özellikle de sanatla- kırmadan dökmeden anlatmak, sanatın iyileştiriciliğinden yararlanmak ve topluma ışık olmak akil olan her kişinin bir çeşit hayata tutunma, hayattan keyif alma, hayatı anlama ve anlatma, kısacası hayatı yaşama yöntemi.

Ankara'da turne
Bursa Barosu Başkanı Gürkan Altun Barolar Birliği seçiminde, başkanın artık Metin Feyzioğlu değil Erinç Sağkan olduğu yeni yönetime seçilmiş ve başkan yardımcısı olmuştu. Altun oyun sonrası yaptığı konuşmada oyun için, "Son yıllarda seyrettiğin en keyifli oyundu" sözlerini söylerken, seneye rüştünü ispat edecek olan Tiyatro Advocato'ya "Ankara'da bir turne" sözünü verdi. Bursa Barosu'nun sanata bakışını ve sanatla söz söylemesini Ankara da görmeliydi.
On yedi yıl önce kurulan tiyatronun ilk oyuncularından olan Altun, "Seyirciler arasında oyun izlerken bazen oyuncuları kıskanıp 'Ben daha iyi oynardım!' derdim. Ancak bu oyunda kimseyi kıskanmadım. İlk defa hiçbirinin yerine oynayamazdım. Pardon, sadece Mösyö Bavul'u oynamak isterdim" dedi. 
Madame-Monsieur Les Valises
Sahneye giren çıkan valizlerin ardından gözüme, "sevinmemiz gereken bir habermiş gibi sunulan" bir haber takıldı. Ülkemizde artık sadece kara ve havayolu ihracatında değil, “bavul ticareti”nde de rekor kırılıyormuş. İstanbul Havalimanı Dış Hatlar Terminali, satın aldıkları malları ülkelerine götürmek isteyenlerin oluşturduğu uzun kuyruklarla doluymuş. 
Kadını erkeği ülkeyi bavul bavul götürüyorlarmış yani. 

Farkında mıyız, farkındayız
İçinden geçtiğimiz tünelin karanlığında kaybolmamak için kendimizi  sanat ile bir nebze olsun rahatlatsak da, her şeyin farkında ve derdindeyiz.
"Baro" ile başlayan değişimin en kısa zamanda "götürme ve çökme" ekonomisinin değişimi ile devam etmesini bekliyoruz.
Değişim ile gidecek olanlar dolu valizlerini alıp değil, boşaltarak gitsinler.
Değişim ile gelenler valizlerini doldurmaya gelmesinler.
Madam ve Mösyö Bavullar yer değiştirmesinler.
Atamızın "eline ülke teslim ettiği halk" bavuluna sahip çıksın.
Daha da kaptırmasın...
10 Aralık 2021 / C.E.Y. 

7 Aralık 2021 Salı

Geçmişin Geleceğinde Yaşarken

Bursa'nın ilk kadın Lions Kulüp derneği olan Lions 118-K Yönetim Çevresi Bursa Nilüfer Lions Kulübü'nün bugünkü konuğu, Senarist, MinT Film Yapım A.Ş’nin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı, Fütüristler Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Birol Güven idi. 
Kulüp üyelerinden sevgili dostum Birsen İlter'in nazik daveti ile benim de katıldığım toplantıda Nilüfer Lions Dönem Başkanı Beril Baylan, kulüp olarak yaptıkları çalışmaları paylaştı.
Beril Baylan
Bilgilendirmelerin  ardından biyografisi okunarak mikrofona davet edilen Birol Güven, (benim de ilgi alanıma şiddetle giren) gelecek üzerine yaptığı konuşmaya, "Gelecek yetişkinlerin meselesidir." sözleriyle başladı.
Konuşmasından bazı cümleler alıntılayacak olursak, ortaya güzel bir "nehir anlatım" çıkacaktır.
* Gelecek gençlerle ilişkilendirilir ama gençlerin hiç böyle bir derdi yoktur. Çünkü onlar bizim gelecek dediğimiz dünyanın içine doğdular. Onlar hiçbir şeye şaşırmıyorlar. Biz ise her şeye şaşırıyoruz.
* Herkes çok uzun yaşayacak.
* Dünyaya uyumlanamayanlar evlerinden bile çıkamayabilirler.
* Henüz ismi bile olmayan büyük bir değişimin tam ortasındayız. Bu kez galiba hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. 
Birol Güven
* Gençler her çağda eleştirilir. Shakespeare de zamanında eleştirilmiştir.
* İnterneti olan yalnız değildir.
* Çocuklar dijital dünyanın içine doğdular. Onların yazılımı çok farklı.
* Sanayi toplumunun yaşam biçimine göre düzenlenmiş olan "mesai saatleri" ve bu düzenlemenin getirisi olan günlük yaşam ritüelleri yakın bir gelecekte ortadan kalkacak. 
* Meslekler, televizyon genel yayın yönetmeni mesela, yok olmaya başladı.
* Yeni nesil istediği programı, istediği yerde, istediği saatte ve istediği kadar izlemek istiyor.
* Veriyi insandan daha iyi işledikleri için kararlarımızı yapay zekaya devreder olduk.
* ABD'de yönetim kurullarında robotlar var. 
* Yapay zeka yakında "İnsansın aklın ermez!" diyecek.
* Yapay zeka tek bir işi insandan çok daha iyi yapıyor ama (henüz) insan gibi birçok işi aynı anda yapamıyor. 
* Danışılan nesil değişti. Büyükler küçüklere değil, küçükler büyüklere öğretir oldu.
* Bu kadar büyük şehirlerde yaşamamız gerekmeyecek. İşlerimizin büyük bir kısmını işe gitmeden de yapabileceğiz. Eğitimi okula gitmeden de alabileceğiz. Eğitim evde, teneffüs "okulda" olacak.
* Türkiye'nin en yetenekli gençleri  yurtdışında ama Türkiye'den çalışıp, maaşlarını döviz ile alıyorlar.
* Yetenekli gençler işe baş vurmuyor. İşveren onların peşinde koşuyor. Bu yoğunlukta bazı tekliflere zaman bile bulamıyorlar. Bir şirket için çalışmayı düşünmüyorlar. Sadece saatlerini kiraya veriyorlar.
* Hiçbir çocuk anne-babasının yaptığı işi yapmayacak, yapamayacak. Bildiğimiz işleri değil bilmediğimiz işleri yapacak.
* Bizim de, yetiştireceğimiz çocukların da İsviçre çakısı gibi çok fonksiyonlu olması gerekiyor. 
* Bugünkü eğitim tam bir vakit kaybı.
* Gelecekten endişe etmemiz için çok neden var. Gelecekten umutlu olmak için de çok neden var.
* Tarımda yapay zeka kullanırsak dijital bolluk çağı yaşanabilir.
* Gençler dünyanın sorunlarına karşı birleşmek zorunda.
* Dijitalleşmiş bir dünyayı savaştıramazsınız.
* Çağın mülkiyet anlayışı farklı. Satın almak değil, abone olmak tercih ediliyor. 
* Ulus devletlerin üzerinde farklı bir yapılanma var. Para bile farklı.
* Gelecek bilgisini hava durumuna benzetebilirsiniz. Size sorulmayacaktır.
* Banka var e-banka var, okul var e-okul var, mektup var e-mektup var, kitap var e-kitap var, devlet var e-devlet var, insan var e-insan var. Mesela "Aypera" e-insan. 
* Yeni akım, yaşlandıkça öğrenci olmak. Dünya önce öğrenip sonra geziyor.
****
TV360'ta "Birol Güven ile Gelecek Geliyor" programlarını yapan, Kaygısızlar, Ayrılsak da Beraberiz, Çocuklar Duymasın, Seksenler, Doksanlar, Arka Sıradakiler ile birlikte birçok diziye, Mandıra Filozofu, Dersimiz Atatürk ile birlikte birçok filme imza atan, yayımlanmış dört kitabı bulunan Birol Güven'in "gelecek" üzerine yaptığı konuşma dikkatle dinlendi. 
MetaVerse, NFT gibi kavramlar anlaşılmaya çalışıldı.
Başka bir toplantıya katılacağım için Birol Güven'in konuşmasının ardından diğer konuşmaları dinleyemeden aralarından ayrıldım.

Yolda giderken, Birol Güven'in anlattıklarını zihnimde tekrar dinliyordum.
Geçmişin geleceğinde ya da geleceğin geçmişinde, yani bugünde yaşarken hem geçmişi hem de geleceği, olmadığım/olamayacağım zamanları çok merak ediyorum.
Kulüp üyeleri ve konukların çoğu, belki de hepsi "onliners" değil, yarı "onliners" idi. Hiçbirimiz dijital'e doğmamış, dijital dünya ile sonradan tanışmıştık.
Birol Güven'in konuşması boyunca eminim ki herkes kendi dijital yolculuğunu düşündü. 
İnsan nostalji hastalığına kapılıp yeniyi tümden reddetmemeliydi. Çocuklara kendi çocukluğunu dayatmamalıydı. Sonuçta herkes kendi çağını yaşıyordu.
Bir zaman biz ebeveynlerimizin gözünde "zamane" iken, şimdi çocuklarımızın gözünde "eski" oluvermiştik.
Okuduklarımız, dinlediklerimiz, izlediklerimiz diyordu ki; "Eski olmamanın yolu güncel olmaktan geçiyor. Başarı, uyumlanabilmek ile geliyor. Elektronik aletlere yazılım güncellemesi nasıl gerekliyse, insana da gerekli. Güncelleyin kendinizi.".
Kısacası, henüz e-insan formunda olmayıp otomatik güncellenemediğimize göre, güncelleme işini "manual" olarak kendimiz yapacağız.
Hayatın peşini bırakmayacağız...

7 Aralık 2021 / C.E.Y. 

"Kadına Şiddet Haberlerinde Medyanın Sorumluluğu"

“25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”
İstanbul Rumeli Üniversitesi tarafından, “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”ne istinaden, 25-26 Kasım tarihlerinde düzenlenen "Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Sempozyumu"nda kadına şiddetin eğitim boyutu, hukuk boyutu, psikoloji boyutu ve medya boyutu akademisyenler tarafından enine boyuna konuşuldu. 
İstanbul Rumeli Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü öğrencileri tarafından hazırlanan sokak röportajında, sokaktaki insanın "kadına şiddet"e nasıl baktığını izledik. 
İkinci günün konuşmacılarından birisi de bendim. Yazan bir kişi olarak ben de "Kadına Şiddet Haberlerinde Medyanın Sorumluluğu" başlıklı bir sunum yaptım.
Program Zoom ve YouTube üzerinden gerçekleşiyordu, ben de kendi yayınımı kendim kayda aldım. İstanbul Rumeli Üniversitesi yetkililerinin de onayıyla kendi sunumumun olduğu bölümü kendi sosyal medya hesaplarımda paylaştım. Sunumun çalışma metnini de yazı olarak saklamak istedim.
Video metin içinde mevcut. Arzu ederseniz metni okuyabilir, arzu ederseniz videoyu izleyebilirsiniz.
Daha güzel konuları konuşmak dileğimle...
26 Kasım 2021 / C.E.Y.

"Kadına Şiddet Haberlerinde Medyanın Sorumluluğu"
Konuşmama, Fatih Altaylı’nın (25 Kasım 2019 tarihinde) Journo haber sitesine yaptığı, ‘bıçaklı manşet’ yorumu ile başlamak istiyorum. (Bu bölümde Journo’da yapılan röportajdan yararlandım. https://journo.com.tr/fatih-altayli-haberturk-bicak-manset)
Hatırlar mısınız bilmem, 7 Ekim 2011 tarihli Habertürk'te sarsıcı bir manşet epey büyük bir tartışma yaratmıştı. 
Manisa’da iki çocuk annesi bir kadın 6 Ekim 2011 tarihinde kocası tarafından sırtından bıçaklanmış ve kaldırıldığı hastanede can vermişti. 
Habertürk ertesi gün haberi ve dehşet verici o fotoğrafı buzlamadan, “Kadına şiddette son nokta” başlığıyla sekiz sütuna manşet yapmış, “Günün olayı” vinyetini de eklemişti.
O tarihte bu vahşeti okurlara, Guy Debord’un ‘Gösteri Toplumu’ kehanetine uygun bir biçimde, gerçek şiddetin ne olduğunu göstermek için yayımlandığı gerekçesiyle sunmak tartışmalara yol açtı. 
Erkek şiddeti ile öldürülen bir kadının yarı çıplak halde ve sırtında bıçakla iç organları parçalanmış olarak gösterilmesi, haberde böyle bir fotoğrafın kullanılması, bir bakıma maktulü tekrar öldürmek anlamına geliyordu. Ki ben de o tarihte yazdığım yazımın başlığını “O kadın bir kez de o manşette öldürüldü” olarak atmışım. 
Fatih Altaylı haberi o gün (2011) verdiği şekle 8 yıl sonra bakıp, “O gün yazı işlerindeki ortamla bugünkü ortam farklı. Ben bu haberi kadın cinayetlerine dikkat çekmek için yaptığımı defalarca kez söyledim. Ama bugün aynı haber yazı işlerinde nasıl bir hava oluşturur, bilmiyorum. O yüzden bugün yapar mıydım, bilemiyorum.” diyor.
“Fatih Altaylı bu haberden sonra kadın cinayetleriyle ilgili bir yazı dizisi ya da kampanya yaptı mı? Yok. Demek ki farkındalık yaratmak için değil, gazetesinin tirajı artsın diye manşet yapmış. Dolayısıyla burada etik bir durum yok.” diyebilirsiniz.
Burada ben de şunu belirteyim:
Gazeteci ya da yazar sorun çözmez, soruna işaret eder. Kamuoyuna sunar, gereğinin yapılması onun vazifesi değil, yetkililerin vazifesidir.
İyi gazetecilik bu mu değil mi diye soralım.
İyi gazetecilik yapmak adına; kan ve vahşet görüntüleri altında kadın bedenini vermek yerine, kadına yönelik şiddetin arka planında yatan namus kavramı, erkeğin kadın üstünde kurmak istediği denetim, erkeğin kadın davranışı üzerine kurduğu kontrolü kaybetmesinden kaynaklanan utanç veya bu yöndeki algısı ile bu utancı tetikleyecek, kışkırtacak aile veya mahalle baskısı gibi etmenleri irdeleyip, insan hakları, kadın hakları odaklı habercilik yapmak gerekir diyebilirsiniz. 
Gazetecinin hakları, halkın haber alma hakkının ve ifade özgürlüğünün, meslek ilkeleri ise dürüst ve doğru iletişimin temelini oluşturur.
Gazeteci olmadıkları halde çeşitli biçimlerde gazetecilik faaliyetine katılanlar da bu sorumluluklar kapsamındadır. 
Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi; dijital platformlarda yapılan yayıncılık, gazete ve dergilerin sosyal medyadaki faaliyetlerini de kapsar.

Mesela Fotoğraf ve görüntü için der ki:
Cesetleri yakın plan gösteren, kan ve şiddet unsurları içeren fotoğraflara yer verilmemelidir. Gizli kamera gibi teknolojik yöntemler sadece yayınlanmasında kamu yararı olan ve başka türlü elde edilemeyecek istisnai durumlarda kullanılmalıdır.
Drone gibi insansız hava araçlarıyla fotoğraf ve görüntü çekimi sırasında özel hayatın gizliliğine saygı gösterilir. Hava trafiği ve uçuş güvenliği dikkate alınır, insan ve diğer canlıların hayatını tehlikeye atacak tutum ve davranışlardan kaçınılır.
Bu arada; çağımızın en büyük tehlikelerinden birisi de DRONE TERÖRÜ aslında.

Dijital Teşhir Çağı, Dijital Vahşet Çağı
Gazeteciliğin üzerine sosyal medya geldi, vatandaş gazeteciliği geldi. Gazeteler vatandaş gazeteciliği ile baş edemediler, çareyi Whatsapp iletişim hattı kurmakta buldular.
Yine de vatandaşın yayınladığı videolar, bir gazetede ya da televizyonda izlendiğinden daha fazla izleniyor. Görsel ya da yazılı medya da (her haberi yapamadığından, eli kolu bağlı olduğundan dolayı) ayakta kalmak, daha fazla tık almak, daha fazla satılmak adına verdiği haberleri adeta pornolaştırdı. 
(Üstelik bir de sizin bizim görmediğimiz, Deep internet diye bir şey var.
Oralarda ise canlı canlı kafa kesmeler, canlı canlı işkenceler ve daha pek çok vahşi davranışın canlı canlı yayınlandığı söyleniyor.)
Sonunda hepimiz şiddetin röntgencileri haline geldik. Böylelikle şiddet normalleşti, sıradanlaştı; kadın cinayetleri toplumsal bir olay değil de adli bir vakaymış gibi haber olmaya başladı.
Maktulün fotoğrafı kullanılmadan da bu alanda farkındalık yaratmanın mümkün müydü, başka bir bakış açısıyla farkındalık yaratılır mıydı, Habertürk’teki bu fotoğraf farkındalık yarattı mı bilmem ama bu olayın iletişim fakültelerinde okutulduğunu duymuştum.
Mesela o fotoğrafı ya da diğer şiddet fotoğraflarını görmeseydik bu da sıradan bir cinayet gibi algılanacaktı.
Bu da işin diğer bir yanı.

Kamera Hakkı, Ölme Hakkı
Ölüme, ölüye, ölü yakınlarına saygının rafa kaldırıldığı ve adeta ‘kamera hakkı’nın, ‘ölme hakkı’nın önüne geçtiği günümüzde medya tarafından şiddetin röntgencileri haline getiriliyoruz. Böylelikle şiddet normalleşiyor, sıradanlaşıyor; kadın cinayetleri toplumsal bir olay değil de adli bir vakaymış gibi haber yapılıyor.
Kötülüğün sıradanlaşmasına en büyük katkı görsel medyadan geliyor. Diziler olsun, gündüz kuşağı programları olsun toplumu ahlaksızlığa ve kötülüğe duyarsız hale getirdi.
İbret olsun amacıyla kurgulanması gereken programlar “örnek” oldu.

Nazi Almanya'sında Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Otto Adolf Eichmann, savaş sonrası kaçtığı Arjantin'de, Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde 11 Mayıs 1960 tarihinde  yakalanır ve İsrail'e getirilir. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne çıkartılır ve on beş ayrı iddiayla suçlanır. 
Kudüs'teki yargı sürecini felsefeci olarak değil, New Yorker dergisi adına izleyen Yahudi kökenli New Yorklu politik teorisyen Hannah Arendt, bu duruşmalarda Yahudilerin çektiği acıların, soykırımın ve insanlık suçunun göz ardı edildiğini, duruşmaların sadece kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini söyleyen ve terfi etmekten başka bir şey düşünmeyen, savaşın tam ortasında Bratislava'da İçişleri Bakanı'yla bowlinge gittiğinden başka bir şey hatırlamayan Eichmann'ın yaptıklarına indirgendiğini söyler.
Arendt, Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann'ın sadist bir canavardan ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeker. Özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurgular. 
Arendt, kötülüğün sadece zalim ruhlu insanlar tarafından yapılan bir fiil olmadığını, şartlar sağlandığında ve yeterli motivasyonla sıradan insanların da korkunç zulümleri soğukkanlılıkla yapabilecek potansiyele sahip olduğunu savunur. 
Eichmann da savunmasında Hannah Arendt'in dava sonrasında ortaya attığı "sıradan kötülük" kavramının arkasına saklanıp, "Ben hiç kimseyi öldürmedim. Sadece üstlerimin emirlerine uydum. Bir makinenin çarklarının sade bir dişlisiydim. Antisemitist değilim, hatta Yahudi arkadaşlarım bile vardı. 1937'de Filistin'e gittiğimde Siyonizm projesine de hayran kalmıştım. Bana Siyonist bile diyebilirsiniz." der.
Lakin daha sonra ortaya çıkan bazı gizli belgelerde Eichmann'ın Arjantin'de yaşarken bir gazetecinin, "En büyük pişmanlığınız nedir?" sorusuna şu yanıtı verdiği ortaya çıkar: "En büyük pişmanlığım, Yahudilerin tümünü öldürememiş olmamdır". 
(Eichmann'ın bu söylediklerini dikkate alırsak; Arendt’in, "O bir şeytan değil, sıradan bir 'kötü'dür. Emirlere uymuştur, o kadar" yaklaşımı bu dünyada kendine yatacak yer bulamaz.)
Daha sonra Aralık 1944'te savaşın bitimine doğru patronu Himmler'in "Dur!" emrine rağmen toplu Yahudi cinayetlerini uygulamaya devam ettiği de ortaya çıkar!
Yazılanlara göre Eichmann dava boyunca suçsuzu oynar, 31 Mayıs 1962'de Ramla'da idam edilirken son sözleri "Holokost'un Yahudilere karşı işlenmiş tarihin en büyük katliamı olduğunu kabul ediyorum. Savaşın kurallarına ve bayrağıma sadık olmak zorundaydım. Aileme ve eşime sevgiler. Artık hazırım." olur.

Milgram Deneyi
Adolf Eichmann yargılandığı bu dava Stanley Milgram'ı harekete geçirir. Doktora tezini psikoloji profesörü Solomon Asch’ın 1951 tarihli ünlü 'uyum' deneyi üzerine hazırlayan Milgram otoriteye boyun eğip eğmeme üzerine bir deney hazırlar ve deney için (günlüğü 4 dolardan) gönüllüler bulur ve deney başlar.
Deneyde; deney odasında her defasında biri deney yöneticisi kılığında olan üç kişi bulunuyor. Aslında denek gibi davranan diğer kişi de bir işbirlikçi ve denek odadaki tek deneğin kendisi olduğunu bilmiyor, diğer kişiyi de denek sanıyor. 
Denek bir paravanın arkasına oturtulan öğrenciye elektro şok kablolarının bağlanmasına bizzat nezaret ediyor ve şokun fiziki etkisini hissetmesi için de deney başlamadan deneğe 40 voltluk hafif bir şok uygulanıyor. Öğrenci rolünü oynayacak olan işbirlikçi sandalyesine bağlandıktan sonra denek paravanın öbür tarafındaki elektro şok makinesinin başına oturtuluyor.
Denekten elektro şok makinesine bağlanan öğrenciye elindeki kâğıttaki kelime eşleme sorularını sorması isteniyor. Yanlış cevapta öğrenciye elektrik şoku vermesi ve her yeni yanlış cevapta da bu şokun voltajını 15 volt arttırması isteniyor. Denek, paravanın öbür tarafındaki öğrencinin her yanlış cevapta gerçekten de elektrik şokuna maruz kaldığını sanıyor Ama gerçekte öğrenciye herhangi bir şok verilmiyor. Her voltaj artırımından sonra deneğe (daha önce kaydedilmiş olan) acı dolu çığlıklar banttan dinletiliyor.  
Voltaj derecesi yükseldikçe öğrencinin çığlık derecesi de yükseliyor. Belli bir voltajdan sonra öğrenci paravanı yumruklamaya başlıyor ve kalbinin sıkıştığını haykırıyor. Daha yüksek voltajda ise öğrencinin sesi ve tepkisi tamamen kesiliyor. Bu aşamada birçok denek deneyi durdurup, öğrencinin iyi olup olmadığını kontrol etmeleri gerektiğini söylüyor yöneticiye. 135 volttan sonra bazı denekler, deneyin amacını sorgulamaya başlıyor. Ancak çoğunluk, sonuçlardan sorumlu tutulmayacakları garantisi verilince, öğrenciye şok vermeye ve voltajı artırmaya devam ediyor.
Denek, deneye son vermeleri gerektiğini söylediği her an, yöneticinin 4 aşamalı sözlü uyarısına maruz kalıyor. Deney yöneticisi rolünü oynayan kişi, şok vermekte tereddüt eden deneğe ilk olarak, 'Lütfen devam et' diye sesleniyor. Ardından, ‘Deneye devam etmenizi gerektiriyor’ diyor. Eğer yine tereddüt gösterirse, 'Devam etmeniz çok önemli' deniyor. Son olarak, 'Başka seçeneğiniz yok, devam etmeniz lazım' uyarısı yapılıyor. Bu son uyarıdan sonra da denek, deneye devam etmeme iradesi gösterirse, deney sonlandırılıyor. Aksi halde deney, öğrenciye verilen şokun voltajı 450 volt olana kadar devam ediyor ve bu seviyede üç kez elektro şok uygulanıyor.
Deney başlamadan önce deneklerin çoğunun bir başkasına 150 volttan fazla elektrik şoku vermeyi reddedeceği tahmininde bulunan Milgram'ın, Yale Üniversitesi'ndeki bir grup psikiyatrist ve psikolog arasında yaptığı ankette de deneklerin sadece yüzde 1'inin 450 volta kadar çıkacağı tahmini yapılır. Ama deney sonunda herkesi şok eden bir sonuç ortaya çıkar. İlk deney grubunda bulunan 40 denekten 26'sı, yani yüzde 65'i, acı içinde bağıran öğrenciye kulaklarıyla duydukları halde, otoriteye itaat ederek 450 voltaj uygulamaya kadar ulaşır. Daha da vahimi, deneklerin bir tanesi bile, 300 volt seviyesinden önce deneyi bırakmaz.
Milgram, "İtaatin Riskleri" başlıklı makalesinde, deneklerin kötülük yaptıklarını düşünmediklerini, bir zulmün parçası olan sıradan insanların, sadece görevlerini yaptığını düşündüklerini, böylece, içinde herhangi bir nefret ve düşmanlık hissetmeden de muazzam bir yıkıcılığın parçası haline gelebildiklerini söylüyor. Milgram'a göre buradaki kritik eşik, itaatin zararlı sonuçlarının oluşmaya başladığı an. Bu eşiği geçen bir kişi her kötülüğü yapmaya hazır hale geliyor.

Doğurgan Kötülük
Hırsızlık, taciz, tecavüz, cinayet, iş cinayeti, kadın-çocuk-yaşlı-genç-hayvan-doğa-arkadaş-dost-akraba-komşu-evlat-anne-baba demeden herkes her türlü kötülüğü bir diğerinin üzerinde uygular oldu.
Televizyonlar, gazeteler ve sosyal medya bu haberlerden geçilmiyor.
Öyle ki bu kötülükler sıradanlaştıkça medya da dikkat çekmek için daha kanlı ve daha vahşi haber arar oldu. (Bazen mizansen bile yapar oldular)
Gazeteler ve televizyon kanalları kendilerine özel Whatsapp numaralarına gelen kayıtlar üzerinden vatandaşın ulaştırdığı canlı canlı kötülük haberlerini yapar oldu.
Bir aksaklık, bir haksızlık, bir yanlışlık haberinden ziyade "sıkı" bir kötülük haberi daha çok okunur oldu.
İyilik ve güzellik anlatan yapımlar değil, kötülük ve hainlik içeren yapımlar daha çok izlenir oldu.
Kötü haberler okundukça ve kötülük fışkıran yapımlar izlendikçe kötülük hem sıradanlaştı, hem de bu yapımlar insanlara kötülük öğreterek onları daha da kötüleştirdi.
Sıradanlaşan kötülük içinde "iyiler sıra dışı", kötü köleler ise “sıradan” oldu.
Olaylar aynı, isimler değişiyor.
Artık yazmak da anlamsızlaştı.
****
New York Times gazetesi, Milgram deneyini duyurduğu haberinde, 
"Kim bir köle gibi kendine her emredileni yapıp, milyonları gaz odalarına gönderebilir?" 
diye sorar,
ve yine kendisi, 
"Herhangi birimiz" 
diyerek cevaplar sorusunu...
(Bu bölümü Sıradanlaşan Kötülüğün Sıradan Köleleri başlıklı yazımdan alıntıladım.)

İnsan ne kadar ilerlerse ilerlesin içindeki vahşeti bir türlü yok edemiyor.
Her şey yolundayken efendi, sakin, birçok kavram ile donatılmış bir insan, kendi çıkarları söz konusu olduğunda ya da ceza sistemi ortadan kalktığında (savaş gibi) bir anda mağara adamına dönüşebiliyor.
Bakınız Pandemi'de karantinanın başlayacağı ilan edilince insanların markette birbirlerine saldırmaları. Ya da dün gördüm, akaryakıt sırasında neredeyse cinayet çıkacaktı.
Muhabirler her yere yetişemiyor ama vatandaşın kamerası her an teyakkuzda olduğu için bunları görebiliyoruz.
Dünya eskisinden kötü değil ama artık televizyon var diye bir söz duymuştum. Televizyonu geçtik, internet var, sosyal medya var, akıllı telefonlar var…

Bu arada; Yasalarımız Var, Evet. Lakin meselemiz o yasaları uygulamakta.
Bir suçluyu saçını yana yatırdı diye, takım elbise giydi diye, namus töre ve en önemlisi de ölen kişinin ispatlayamayacağı bir şekilde iftira atarak ceza indirimi alıyor ya da salıveriliyor. Kendisinden zayıf canlılara karşı işlenen tüm suçlar İnsanlık Suçu olarak değerlendirilmeli aslında.
Yurt dışında da şiddet var! Deniliyor.
Var da, yasaların en sert uygulanması da var.
When They See Us (Gerçek Suç) filmini izlediyseniz, orada da suçlunun bir an önce bulunması odaklı polis şiddetini, suçsuz yere tutuklanan gençlerin yıllar ve yıllar boyunca cezaevlerinde yaşadıklarını görürsünüz. 

Erkek dünyasında kadının saygı görmesi için ya erkekleşmesi ya da yaşlanması, yani cinselliğini yok etmesi/kaybetmesi gerekiyor.
Erkek gibi kadın derken kadın yüceltiliyor, karı gibi erkek gibi deyince kadınlık aşağılanıyor.
Kadınlar da mecburen gittikçe erkekleşiyor.
Erkekler, kendilerine muhtaç olmayan kadına hem imreniyorlar hem de sinir oluyorlar.
Kadınlar da gücü ellerine geçirince bunu (genetik kodlarındaki yılların ezilmişliği ile) erkeğin burnundan getiriyorlar. 
İki taraf da insan olmayı bilemiyor.
Cinsinin kıymetini bilmiyor.
Birbirini tamamlamak için yaratıldıklarını bilmiyor.
Topuklularımı hiç çıkartmadım demişti Gülden Türktan. (Ben de o günkü sunumu bu başlıkla köşeme taşımıştım) Erkek gibi olmadan var olmuştu. 

Siyasi iklim insanlara insanlıklarını unutturdu. 
Kötülük sıradanlaştı.
Sadece kadına değil, bu kötülük kendinden güçsüz herkese yöneldi.

Kabataş yalanını destekleyen “kadın gazeteciler” oldu.
Kadın şiddetini yerden yere vuran ama evde karısına şiddet uygulayan erkek gazeteciler oldu. Fatih Altaylı olsun Cüneyt Özdemir olsun pek çok gazeteci eşlerine/kadınlara değer veren söylemleriyle benim gönlümü fethediyorlar.
Kadıköy metrosundaki bıçak çekme olayını görmüşsünüzdür. 
Cüneyt Özdemir bunu da gündeme getirdi ve bıçaklı adama karşı duran kadını kahraman ilan etti.
Bu da kadınlara ve kadınları destekleyen erkeklere güç veriyor.
Bu ülkede kadın olmak zor.
Emin olun erkek olmak da zor. (“Ben erkek olsaydım” başlıklı bir yazım vardır mesela.)

Sonuç itibarıyla,
Toplum mühendisliğinde ve yönlendirmede medya üzerine düşen sorumluluğu taşımayı öğrenmeli.
Medyayı toplumsal cinsiyet eşitliğini öğrenmiş, vicdanlı, ahlaklı ve iyi yöneticiler yönetmeli. Medyada eril dil hakim. (En basitinden, kadın şoför, kadın gazeteci, kadın jokey, kadın doktor, kadın vs vs diye her mesleğin başına kadın konulur illa ki. Ama erkek şoför denmez, erkek doktor denmez. Ama iş adamı denir. Kadın dernekleri bu dili ısrarla düzeltmeye çalışıyorlar. Ben de kendilerine destek veriyorum. İş adamı-iş kadını ayrımı yapılmaksızın iş insanı tanımı kullanılıyor. Burada da ayrıma gidemiyor. Genel tanım iş insanıdır. Lakin Rahmi Koç iş adamıdır, Güler Sabancı iş kadınıdır)
Haberi yapan kişinin kendisi de şiddet kullanıyor belki. Ya da kadının başvurduğu polis de. Ve kadını, “kim bilir sen ne yaptın” sözü ya da bakışı ile suçlayabiliyor.
Uğur Şahin ve Özlem Türeci haberlerini bile Uğur Şahin ve Eşi olarak verenler oldu. Bu tanım çok da ciddi tepkiler aldı. 
Tepki vermekten çekinmemeli. Bana ne dememeli. Artık utanan taraf kadın olmamalı.
Sarı inek hikâyesine dönüyor yoksa.

Gazeteyi gazeteci değil de iş insanı yönetince maalesef ki böyle oldu. 
Gazetecilik ne kadar reklam o kadar paraya geldi. Gazete okunsa da okunmasa da, tv izlense de izlenmese de sorgusuz sualsiz akan reklam gelirleri var. (Malum bunları da siyaset belirliyor.) 
Gazeteci de para kazanacak, aç kalıp sürünmeyecek, özgürlüğünün bedeli parasızlık olamayacak. Ancak yaptığı haberler ile (artı-eksi) haksız kazanç sağlamayacak.   
Basın İlan Kurumu kaynaklarının yönlendirilmesi de ayrı mevzu.
Medya konusu çok boyutlu, çok katmanlı bir konu.

Medya bozuldu her şey bozuldu.
Özdemir Asaf’ın, “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.” sözünü bilirsiniz. 
Beyaz, dalga boylarındaki tüm renkleri kapsayan renktir. Tüm renklerin bileşimidir.
Kısacası, tüm renkler bozuldu...

5 Aralık 2021 Pazar

Antiochia'dan Xenobotlar'a

 Hatay Kronolojisi
Bu yazımın başlığını, "15-17 Kasım tarihleri arasında katıldığım Hataysız Kul Olmaz gezisi, 5 Aralık sabahı Evrim Ağacı ve Barış Özcan kanallarında eşzamanlı olarak yayınlanan Xenobotlar, 21 Kasım günü Coşkun Aral kanalından yayınlanan Afrodit ve Dionysos-Dünyanın İlk Borsasından Yeni Yüzler görüntüleri arasında şimdiki zamanı yaşamak" koyabilirdim.
Bu başlık çok uzun olduysa, "Tarih, Arkeoloji, Mozaikler, Robotlar" diyebilirim.
O da uzun olduysa "Geçmiş, Şimdi, Gelecek" diyebilirim.
Aslında, yazının başlığını bir kenara bırakıp söze Hatay gezisinden başlamak en iyisi demeliyim.

HATAYSIZ KUL OLMAZ
15-17 Kasım 2021 tarihleri arasında, Turdinaryus Özge Ersu ve Seyahat Terzisi Tarkan Arslan ile çıktığımız (isim babası Özge Ersu olan) "Hatay'sız Kul Olmaz" gezisinde, Antakya Müze Otel'de, binlerce yıllık geçmişin üzerinde konakladık. Hatay ilinin Antakya'sını, Belen'ini, Payas'ını, İskenderun'unu ve Arsuz'unu görmeyi iki gece üç günlük geziye sığdırdık. Eminim ki on gün daha kalsaydık Hatay gezmekle bitmezdi ancak ben yine de geziden, sanki on üç gündür Hatay'daymışım hisleriyle döndüm. 
Seyahat Terzisi geziyi tam üzerimize göre kesip biçip dikmişti. Özge Ersu da yılların profesyonelliği ile gittiğimiz her yeri bizlere en ince detaylarına kadar anlatmıştı.
Özge Ersu 
DOĞU'NUN KRALİÇESİ ANTAKYA
Bu üç günde nereleri gezmedik, hangi lezzetleri deneyimlemedik ki; 
Dünyanın ilk mağara kilisesi St. Pierre Kilisesi, Hatay Arkeoloji Müzesi, Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi, dünyanın en büyük mozaiği, Harbiye Şelâleleri, Eros, Apollon, Defne, Zeus, Aphrodite, Sarhoş Dionysos, Neşeli İskelet, Kem Göz, Peutinger Haritası, kafa biçimlendirme, heykeller, steller, lahitler, mağaralar, höyükler, savaşlar, tarih, arkeoloji, mitoloji, mimari, sanat, Antakya gece hayatı, Mualla'da müzikli gece, Konak Restoran'da doğum günü kutlaması, Uzun Çarşı, Vitamin Dünyası Atom, Habibi Neccar Tepesi, Habibi Neccar Camii, yerinde yeller esen Amik Gölü, kuruyan Amik Gölü'nün ortasına yapılan, yağışlarda su altında kalan Hatay Havaalanı, Arsuz'da balık, Belen Tepesi'nde "Eşeğini Kaybedenler Kulübü" kitabımın imza töreni, İskenderun Tren Garı, Payas Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, Cin Kalesi, 1360 yaşındaki zeytin ağacı, 41. Fırka Belen Şehitler Abidesi, Asi (Orantes) Nehri, Kral Şuppiluliuma, bir şehrin nereye kurulacağındaki kartal ve et hikâyesi, midye baklava, kömbe, havuç dilimi, künefe, çörek otu yağı sıkımı, kadayıf dökümü, envai çeşit baharat, damak çatlatan yeşil zeytinler, Hatay'da Fransız izleri, Atatürk'ün Hatay'ı Fransızlara bırakmamak için yaptığı hamleler, Habibi Neccar, Şem'un Safa, Aziz Petrus, Müze Otel, Kurşunlu Han, tepsi kebabı, ipek dokumalar... (Hepsi "Hataysız Kul Olmaz" Facebook albümünde.)
 Kral Şuppiluliuma / Hatay Arkeoloji Müzesi
Konakladığımız The Museum Hotel Antakya, hem mimarisiyle hem de inşaatı bu mimariye yönlendiren hikâyesiyle görülmeye ve kalınmaya değer bir otel olmuş. Otele adım atar atmaz karşılaştığınız devasa boyuttaki mozaikler, yapım aşamasında karşılaşılan mozaiklerin üzerinde (Eyfel misali) 66 çelik bacak ile kutu kutu yükselen otel, odalara ya da diğer birimlere yine mozaikler üzerine kurulmuş olan hava köprüleri ile geçiş ve modern bir kafe, bar ve bistro olan Birdy'de binlerce yıllık tarihle göz göze bir şeyler yudumlayan insanlar, alışılmış otellerin dışında bir otelde olduğunuzun ilk göstergeleriydi. 

KARTAL-BIRD-ASFUR-KUŞ
İskender'in generallerinden I. Seleukos Zeus'un hayvanı olduğuna inanılan kartala bir parça kurban eti vermiş ve kartalın bu adağı taşıdığı yere Antakya (Antiochia) şehrini kurmuştu.
Antakya'nın kuruluş öyküsündeki kartal ve otelin sahibi Necmi Asfuroğlu'nun soyadındaki serçe kuşu için tesadüf mü dersiniz, asırlarca geriden yazılan bir tarih mi dersiniz, kader mi dersiniz bilemem.
İki kuş birleşip Birdy olmuş, alçaktan da olsa mozaiklere, yani binlerce yıllık tarihe kuş bakışı bakmamızı sağlamıştı.
Forum'a giden yol
Kim daha şanslıydı, bugünden geçmişe bakan mı, geçmişten bugüne bakan mı? Çağlar arasında, konuşmadan, bakışarak kurulan bir iletişimdi bizimki.
"Eskinin şanlı ve varlıklı kenti, eğitilmiş insanların ve özgür bilimlerin yurdu Antakya" şehrinin öyküsündeki kartal misali uçmuş, o yılların üzerinde kanat çırpmıştım.
Kartal ve et
Zülfü Livaneli'nin Konstantiniyye Otel kitabındaki gibi, kaldığımız otelde geçmiş dönemlerin fısıltılarını duyuyordum, benim görünümümden pek de farkı olmayan insanların nasıl yaşadıklarını görüyordum. Bugünde uyuyup geçmişte uyanıyor, geçmişte uyuyup bugünde uyanıyordum. 
Yüzyıllar boyunca durmaksızın yükselen toprakta daha ne hazineler gizliydi, merak ediyordum.
1000 senede 1 cm toprak oluşturan dünya bugün 12 metre yükseldiyse aradan kaç yıl geçmişti, aklım almıyordu.
Gezinin son günü, otelde kaldığımız sürece yukarıdan gördüğümüz müzeyi ziyaret ettik.
Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi, 2009 yılında, Antakya kent merkezinde yapılacak bir otel inşaatının kazıları sırasında ortaya çıkan arkeolojik kalıntıların yerinde korunarak (in-situ) sergilenmesi amacıyla kurulmuş ve 2019 yılında da Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredilerek ziyarete açılmıştı.
Dünyada bilinen en büyük tek parça halindeki Antik Roma dönemine ait taban mozaiği, 1050 metrekarelik bir alanı kaplıyordu.
Dünyanın en büyük zemin mozaiği
Şehrin yerleşim planı, binlerce yıl önce Romalı askerlerin, tüccarların, şairlerin dolaştığı caddeler, sokaklar, hamamlar, forum, şehre su getiren su yolları, heykeller, mozaikler (tesseralar) derken, tarihte kayboldum. (Antakya Müze Otel ve Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi görselleri ve videoları için tıklayınız:)
Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi'nin ardından gittiğimiz Hatay Arkeoloji Müzesi, Anadolu'da ortaya çıkmayı bekleyen kim bilir daha kaç uygarlık var dedirtti bana. (Hatay Arkeoloji Müzesi görselleri ve videoları için tıklayınız:)
İhtimal ki biz de birkaç bin yüz yıl sonra arkeolojik buluntu olup, çağlar sonrasına dokunacağız. Bizi bulanlar geçmişe dokunduklarını düşünürken, biz yüzyıllar süren uykumuzdan uyanıp geleceğe dokunacağız. 
O zamana kadar da, arkeologların bir buluntu ile karşılaştıklarında, "Eğer koruyamayacaksan göm" dedikleri gibi, toprak altında gömülü uyuyacağız.

AIZANOI ANTİK KENTİ 
Arkeoloji ve mitolojinin iç içe geçtiği zamanlardan uyanıp bugünlere gözlerini açanlardan biri olan Aizanoi Antik Kenti'ni ve kentte yeni bulunan Afrodit ve Dionysos heykellerini Coşkun Aral'ın YouTube kanalından öğrendim. Farklı medeniyetlerin kalıntılarına ve dünyanın en eski borsasına ev sahipliği yapan, UNESCO'nun Dünya Mirası Geçici Listesi'nde yer alan ve “İkinci Efes” olarak bilinen, tarihi M.Ö. 3000'li yıllara dayanan Aizanoi Antik Kenti, Kütahya’nın Çavdarhisar ilçesinde, yani Bursa'ya yaklaşık üç saatlik mesafede imiş.
Coşkun Aral
Aizanoi, Avrupalı gezginlerce 1824 yılında keşfedilmiş, 1830-1840’lı yıllarda incelenmiş, tanımlanmış ve 1926 yılında M. Schede ve D. Krencker başkanlığında Alman Arkeoloji Enstitüsü'nce ilk kazılar yapılmış. 1970 yılından bu yana kazı çalışmaları her yıl düzenli olarak devam ediyormuş. (Kütahya Valiliği sayfasında yer alan Aizanoi Antik Kenti tanıtımını okumak için tıklayınız:)
Tarihi beş bin yıl öncesine dayanan bir uygarlığın izlerini sürmek, çağlar öncesinden seslenen seslerini duymak, elleri ile yoğurdukları medeniyetlerini görmek, kısaca yaşantılarına şahit olmak istiyor insan.

XENOBOTLAR ile TANIŞIN
Antiochia, Aizanoi deyip geçmiş zamanlarda dolaşırken, adeta ışınlanarak kendimi bir anda Xenobotlar'ın arasında buldum. 
Çağrı Mert Bakırcı, Evrim Ağacı YouTube kanalındaki son videosunda, "Dünya üzerindeki yaşam, tam 4 milyar yıldır, *biyolojik olarak* evrimleşiyor. Ama ilk kez bir canlı, bir yapay zeka tarafından tasarlandı ve biyolojik yollarla değil, bilgisayar programları içinde evrimleşti. Bu canlı, evrimleştiği o son hâliyle gerçek hayatta sıfırdan inşa edildi ve gerçekten de yaşamayı başardı. Tamamen bilgisayar-insan ortaklığıyla yaratılan, dünya tarihinde hiç var olmamış, canlı bir robot hayal edin! Bilimkurgu, şimdi gerçek oldu. Xenobotlar ile tanışın..." diyordu. 
Videoda, kurbağa hücreleriyle yeni canlı formları yaratmak, kök hücreleri yeni yaşam formlarına dönüştürmek, evrimsel algoritmalar ile canlı formları tasarlamak anlatılıyordu. Yapay zekanın tasarlamış olduğu, genleri hiçbir şekilde değiştirilmemiş olan Pac Man şekilli hücre yığınları, kendiliğinden su içindeki partikülleri, yani kendi vücutlarını da oluşturan tekil kurbağa hücrelerini  toplayıp yumak haline getirebiliyorlardı.
Xenobotlar
Xeno bebek inşa edecek halde toplanan hücreler bir süre sonra canlanarak ebeveynleri gibi partikül toplamaya ve öbekler oluşturmaya başlıyordu. Gücünü evrimden alan ve yapay zeka tarafından üretilen bir tasarım gerçek dünyada çalışan biyolojik bir robot yaratmıştı. 
Boston Dynamics'in endüstriyel robotları gibi, insanların istediği bir şeyi yapabilmeleri için üretilmişlerdi, lakin genlerine hiç dokunulmamıştı. (Programın tamamını izlemek için tıklayınız:)
****
Geçmişe ve geleceğe şöyle bir göz atınca bugünün siyasi çekişmeleri ve günlük sıkıntıları bir nebze de olsa anlamını kaybediyor. Bir nebze de olsa diyorum, çünkü tarih geçmişte de aynı çekişmeler sebebiyle ya da vesilesiyle yazıldı.
Lakin kendilerini kısır çekişmelere kaptıranların geleceğe uzanan yolda yaya kalacağı gün gibi ortada.
Tarih sarkacı, mağara devrinde kalan "karnını doyurup hayatta kalma" güdüsü ile geleceği inşa eden "yenilikler peşinde koşma" güdüsü arasında bir o yana bir bu yana sallanıp durur bin yıllardır.
Karnını doyuran yeniliğe, aç olan yemeğe koşar. 
İnsanı bir anda ilkel davranışlara sürükleyiveren açlık, siyasilerin yanlış politikalarının sonucudur. 
Ve açlığın sonu, siyasilerin sonu olur.

Ignazio Silone'un Fontamara kitabından minik bir pasaj ile bitirelim yazıyı:
"Papa Roma’daki kiliselere, manastırlara bir yazı göndermiş, daha fazla fukara çorbası dağıtılmasını istiyor. Bu, korku çorbasıdır. “Fate-bene-fratelli” müessesi son zamanlarda her perşembe günü çorbaya birer parça domuz yağı pastırması atıyor. Bu da korku yağıdır. Ama iki milyarı unutturmak için çok çorbalar, çok yağlar lazım!"
(Canan der ki: EYT yağı, 3600 ek gösterge yağı, asgari ücret düzenlemesi yağı gibi mi mesela?)
 
5 Aralık 2021 / C.E.Y.