28 Eylül 2016 Çarşamba

Oscar istemez, asılın küreklere

Uzun zaman oldu görüşmeyeli.
Nasılsınız?
İyi misiniz?

Beni soracak olursanız, değilim.
Sıkıldım, bunaldım, yoruldum. Bakmayın, gülüyoruz falan da...
Okuduğum, dinlediğim, izlediğim, gördüğüm, bildiğim, bilmediğim her şey anlamını yitirdi.
Bir bilinmezlik, bir boşluk içerisindeyim sanki.
Yerçekimsiz bir odada savrulur gibi dönüp duruyorum havada.
O kadar çok şey konuşuluyor ki etrafta, o kadar çok ağız açılıp kapanıyor ki odada ve ben öyle sağırım ki, hiçbirisini duymuyorum artık.
Gözlerinin kısılmasından, çenelerinin kasılmasından, boyun damarlarının kabarmasından, ağızlarından akan salyalardan, birbirlerine müstehzi edalarla bıyık altından fırlattıkları sırıtmalardan anlıyorum ne konuştuklarını. Kin ve nefret bürümüş gözlerini. Tüm bedenlerinden öfke fışkırıyor. Sanki bir adım ötesi, katliam...
Tiksiniyorum.
Gözlerimi kapatıyorum.
Belki duymazsam, görmezsem... Kim bilir belki... 
Susarlar mı, bilmem...
Kim olduklarını hatırlarlar mı, bilmem...
Kavgadan yorulup vazgeçerler mi ya da birbirlerini yok mu ederler bilmem...
Gözlerimi sıkı sıkı kapatmaya biraz daha dayanabilirsem, açtığımda hepsi sona ermiş olur belki...
Lakin bakmadan da görebilirken, duymadan da işitebilirken, konuşmadan da anlatabilirken nasıl olacak bu saklanış...

Üç maymunu oynamak değil arzum.
Bakın etrafınıza bir; bakan ama görmeyen açık gözlerle dolu her yan.
Duyan ama anlamayan açık kulaklarla dolu.
Hele de konuşan ama ne söylediğini bilmeyen diller var ya...

İşte onların gördüğü, duyduğu, konuştuğu dünyada varsın benim gözlerim kör, kulaklarım sağır, dillerim lâl olsun... 
****
Gözlerimizin önünde en canlısından bir film çevrildiğini siz de görüyorsunuz değil mi?
Film platosu tüm memleket sathı.
Senaryo yazılmış, roller dağıtılmış, çekimler sahne sahne son sürat yapılmakta.
Sesçisi, ışıkçısı, makyözü, kostümcüsü, aktörü, figüranı...
Kayıttı, montajdı derken bir bakmışsınız gösterimdeyiz.
Oscar'a mı aday oluruz artık, Cannes'da mı yarışırız bilmem.
Kırmızı halıda kimler yürür, kimler kameralara poz verir onu hiç bilmem...
****
Bu yazının başı yok, sonu yok, mesaj kaygısı taşıyan bir içeriği yok, bir öğretisi yok. 
Biraz da ensesi kararık bir yazı. Kusura bakmayınız.

Bir fıkrayla neşelenmeye ne dersiniz?

Titanic buzdağına çarpınca kaptan yolcuları güverteye toplar ve şöyle der: 
"Size bir iyi bir de kötü haberim var, önce hangisini söyleyeyim?
"Kötüyü" der yolcular.
"Batacağız" der kaptan.
"Ya iyi haber neydi?" der yolcular.
"14 dalda Oscar'a aday olacağız!"
****
Ya ben ne diyorum?
"Oscar istemez, asılın küreklere!"

18 Eylül 2016 Pazar

Yakışıklılığından vazgeçen yakışıklı

Cep fotoroman dönemlerinde cep fotoroman aktörü bir Franco Gasparri vardı hatırlarsınız. 
Birbirimizden değişerek okuduğumuz cep fotoromanları çoğunlukla ders kitaplarının arasına saklar, o kitap sayfalarında ne romantizmler, ne platonik aşklar yaşardık.
Gasparri'nin genç yaşta dünyadan ayrıldığını öğrendiğimde artık çocuk değildim. Üzülmüştüm ölümüne o anda. Gasparri'ye mi, yoksa kendi ilk gençlik hayallerime mi üzülmüştüm bilmem. 
Sanki güzeller ve yakışıklılar ölmezdi, ölmemeliydi...

70'li yıllarda Tarık Akan girdi hayatımıza.
En az Gasparri kadar yakışıklı, onun kadar sevimli, onun kadar jön, onun kadar çapkın, onun kadar fırlama, onun kadar romantik, karizmatik, atletik ve dahası.
Bir anda daha önceki Türk sineması karakterlerinden farklı bir yüz ve farklı bir duruş ile karşılaştı izleyici.
Epey uzundu boyu öncelikle. Boyu biraz fazla uzamıştı ama ruhu adeta haylaz bir çocuktu. Şımarık, havalı, samimi, duygusal, hınzır... 
İçinde her şeyi bir arada barındıran bir bebek surat vardı o uzun bedenin üzerinde.
Ediz Hun'lara, Ayhan Işık'lara aşık kadınların kızlarının tümden Tarık Akan'a aşık olması kaçınılmazdı.
Ha arada "Ben Tarık Akan'ı hiç beğenmiyorum" diye arıza çıkartanlar da yok değildi. 
Onların hali biraz 'ulaşamadığı ciğere mundar diyenlere' benzediğinden, önemsizdi.

Sonra Tarık Akan yakışıklılığından vazgeçti. 
Yakışıklılığı onu yarı yolda bırakmadan, yakışıklılığı ondan vazgeçmeden o erken davrandı ve sıyırıp attı o kabuğu üzerinden. Adeta deri değiştirdi.
Derisinin altından çıkan yeni deri ise ona gerçek yakışıklılığı getirdi.
Kırış kırış alnı, seyrelen saçları, bıraktığı sakalları, kısacası artık aldırmadığı bir yakışıklılığı vardı şimdi.
Yaşlanmamak için savaş vermiyor, eski zıpkın çapkın delikanlıyı yaşatmaya çalışmıyordu.
Tüm yaşadıklarına ve tüm yaşlanma çabalarına rağmen ise gözleri hep gülerek, hep hınzır bakıyordu. 
****
Şimdi vefatının ardından yazılanlara bakıyorum da, bilenler zaten Tarık Akan'ı biliyorlar, bilmeyenler ise atarken mangalda kül bırakmıyorlar.
Atanlar arasında aynı dönemde yaşadığı insanlara bakıyorum; belki bir kez bile sinemaya gitmediler, bir kez bile onu perdede izlemediler, bir kez bile genç olmadılar, aşık olmadılar, hayal kurmadılar.
Aynı dönemde yaşamadığı halde Akan'ın sosyal içerikli filmlerinden kendisinin terörist olduğu fikrine kapılanlara bakıyorum; bir kez bile onu izlemediler, bir kez bile ne dediğini dinlemediler, bir kez bile söylediklerine kulak vermediler.
Serseri mayın misali akıntı nereye biz oraya kıvamında savrulup duruyorlar yine. O kadar vahşi, o kadar sevgisiz, o kadar kötü, o kadar hain ki sözleri; ben burada hiçbirisini yazamam.
Başbakan Binali Yıldırım taziye açıklaması ile hepsine kapak yaptı neyse de, biraz sesleri kesildi sanki.
Hoş, dedikleri neyi değiştirecekse...
Bilmezler ki nesiller geçer gider, Tarıklar hiç ama hiç değişmez, hiç ölmez... 
**** 
Ben bu satırları yazarken, Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde dostları anlatıyor onu gözyaşları içerisinde...
Salonun dışı kim bilir kaç katı kalabalık içinden. Sevenleri onu uğurlamaya gelmiş tüm söylenenleri çürütürcesine. 
Yıllar önce Kemal Sunal Teşvikiye'den Zincirlikuyu'ya götürülürken, tesadüfen Pangaltı'daydım ve el sallamıştım ardından...
Şimdi Bursa'da evimde, ekran karşısından el sallıyorum Tarık Akan'a.
Onlar orada buluşuyor diyorum. 
Hoş geldin Tarık diyerek kucaklıyor Akan'ı Sunal. Sarılıyor can dostuna sımsıkı Tarık. 
"Çok özlemişim ağabey!" 
Onlarla birlikte yavaş yavaş kapanıyor bir dönem de.
O taraftaki tanıdıklarım bu taraftaki tanıdıklarımdan daha çok oluyor.

O zaman;
Güle güle Tarık Akan. 
Selam götür bizden tüm sevdiklerimize...

13 Eylül 2016 Salı

OLE!


San Fermin Festivali'ni de anlamadım, yine İspanya başta olmak üzere çeşitli Latin ülkelerinde yapılan boğa güreşlerini de anlamadım, bizdeki Kurban Bayramı esnasında kurban ile kesicisi arasında yaşanan kaçma kovalamacayı da anlamadım...
****
Dar bir sokağın başında tutulan boğaların salınmasını yine o dar sokakta heyecanla bekleyen insanların, boğalar salındıktan sonra (bir boynuz ya da bir tepik ile yaralanma, hâttâ ölme ihtimali olmasına ve hâttâ ölenler olmasına rağmen) boğalar arkada kendileri önde koşturmasını turistik bir eğlence olarak yaşatan San Fermin'in bundan epey yüklü bir gelir sağladığı aşikâr...

Boğa güreşleri ona keza...
Arenaya salınan ve bugün için özel olarak yetiştirilmiş boğayı mızrakla kızdıran pikadorlar ile banderelli adı verilen renkli kağıtlara sarılmış şişleri hayvanın omuzuna saplayarak hayvanın kan kaybetmesine neden olan banderillolar, hayvana son vuruşu yapacak olan matadora yapması için hazır hale getiriyorlar.
Elindeki kırmızı pelerini ve kılıcı ile artistik hareketler yapan matador da yorgun boğayı tek vuruşla alt ediyorlar.
Ole!
Gelsin paralar...
Peki ya hep matador mu kazanır? 
Hemen bir fıkrayla cevaplayalım:
"İspanya'da tatilini geçiren turist, restoranda tipik bir İspanyol yemeği yemek ister. Listeyi uzun uzun inceler. Sonunda karar veremez, parmağı ile Cojano yazan yemeği işaret edip ister. Garson yemeği getirir. Ama adam yemeğin içindekinin ne eti olduğunu pek çıkaramaz..Garsonu çağırır:
- Bugün boğa güreşine gittiniz mi bayım?
- Evet.
- İşte bu yediğiniz yemek, bugün arenada öldürülen boğanın yumurtalıklarından yapıldı.
Adam ertesi gün yine aynı restorana gider ve tadı damağında kalan Cojano'dan ister. Gelen yemeği afiyetle yer. Garson dünkü müşteriyi tanımıştır, sorar:
- Nasıl, memnun kaldınız mı bayım?
- Kaldım kalmasına da, bir şey dikkatimi çekti. Dün yediğim Cojano biraz daha büyüktü.
Garson başını iki yana sallar:
- Haklısınız, ama her zaman boğa kaybetmez bayım..."
**** 
Kurban bayramlarında bizim sokaklar daha farklı olmuyor. Bu yıl elden kaçan danaya çektiği karate hareketleriyle Brucee Lee'yi mezarında ters döndürecek adamlar yansıdı ekranlara. Korkudan deliye dönmüş danayı hep birlikte kovalayıp sonra da üzerine hep birlikte çullandılar. Kesme işini göremedim, onu da hep birlikte yapmış olmalılar.
Hoş, her zaman kaybeden boğa olmadığı gibi her zaman kesilen danalar olmuyor. Hastaneler kurban keseceğiz diye kendini kesenlerle dolup taşıyor.
Ee kasaplar fiyat tarifelerine bayramlık ayar çekince insanlar da kendileri sarılıyorlar bıçağa.
Artık bıçak kimi keserse....


Acemi kasaplardan ya da heyecanlı esnaftan kaçan danalarla dolu hep sokaklar.
Koyunlar ise fıtratları gereği itaatkâr ve uysallar. Onların kaçma kovalamaca öyküleri yok. Koçlar biraz daha gergin olabilirler. Boynuzlular ne de olsa...

Satıcı, satmadan önce malını kaçırırsa kaçan malının peşinde deli divane oluyor.
Alıcı, aldıktan sonra malını kaçırırsa kaçan malının peşinde deli divane oluyor.

Her iki tarafta da maddi yatırım var.
Üstelik alıcının bir de manevi yatırımı var.
Sırat geçilecek malum...

Satıcı aylarca yatırım yaptığı mallarını sattığına bakıyor, alıcı da ödediği para ile kazanacağını düşündüğü sevaba.
Hep alış, hep veriş...

Bu uğurda iki taraf da hayvanın bir canı olduğunu unutuyor. İki dakika sonra hayatta olmayacağını düşündüğü bir canlının korkmasını, ürkmesini, canının yanmasını hiç ama hiç kale almıyor.
İşkenceye dönen kurban kesme esnasında kanlar oluk oluk akıtılırken günahlardan arınmanın huzuru vuruyor yüzlere.
Arındık zannederken sol tarafa çok daha büyük günahlar yükleniyor.
Kurban keseceğiz diye çıkılan yollarda aslında oluk oluk kanın aktığı cinayetler işleniyor.
Ha bir de son zamanlarda kurbanlar dağıtmak için değil de dolaba atmak için kesiliyor...
Alış veriş ve yatırıma bir de stoklama ekleniyor...
****
Sözün özü, 
Eğlenmek(!) için olsun, sevaba girmek(!) için olsun hayvanlara böyle eziyet etmeyin.
Öbür dünyada o hayvanın sizi Sırat Köprüsü'nden geçirmesi bir yana, dikkat edin de o boynuzları geçirmesin bir tarafınıza...
OLE!

Nice bayramlara / 15 Kasım 2010
Bir 9 gün tatili daha / 28 Ağustos 2011
İki bayram bir arada 
/ 25 Ekim 2012
‘Dokuz Gün’ barajına takılanlar / 18 Ekim 2013
Hayvan kes(eme)me bayramı!
 / 30 Eylül 2014
Tam bir ‘kurban’ bayramı
 / 23 Eylül 2015
OLE!
 / 13 Eylül 2016
Hangi Oğlunuzu Seçerdiniz?
 / 24 Ağustos 2018

Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018

3 Eylül 2016 Cumartesi

Yaptığınızı beğendiniz mi?

Eğri oturup doğru konuşalım, mümkünse konuşulanları da oraya buraya yamamayalım.
Allah'ın izniyle ve yurdumun vatansever bireyleriyle darbeyi savuşturduk.
Ancak ve ancak yüce Türk milleti, demokrasi, bayrak, cumhuriyet derken bir anda kadın polisin kafasına türban geçirilip Taksim'e salındı, ardından Beştepe'de zikir çekiliverdi ya, olmadı...
En hassas zamanlarda, herkes birlik beraberlik türküleri tutturmuşken, FETÖ'cü diyerek sistemin en ufak bir kararına dahi karşı duran her kim varsa hepsinin bir bir toplandığı, böylece de milletin "dut yemiş bülbüle" döndürüldüğü küresel bir kumpas döneminin içinde "olacak o kadar" değil de, "OLMADI" demek zor tabi. 
Ama vallahi olmadı.
Siyasî yanıydı, dinî yanıydı, politik yanıydı, bilmemneyiydi, bırakın hepsini bir tarafa;
Allah rızası için söyleyin, kadın polisin taktığı türban ve üzerine kondurduğu polis kebi olmuş mu, olmamış mı? Konu mankeninin yüzünden bile "yaptık ama galiba olmadı" okunuyorken üstelik...
"Doğanın kudretine karşı durmak" yazıma yapılan bir yorumdaki gibi; "Canan Hanım keşke sizden duymasaydık" gibi abuk bir laf da etmeyin lütfen.
Yazdığımı okuyun, söylediğimi anlayın.

"Dedem hacıydı, nenemin de başı bağlıydı" cümlesini kurmayacağım size şimdi. 45 yıllık arkadaşımın başının örtülü olduğunu, konu komşu eş dost arkadaş arasında türban konusunun kat'iyetle geçmediğini, yıllardır aramızda ne açıktan türbanlıya, ne türbanlıdan açığa en ufak bir söz dokundurması dahi olmadığını "yazmayacağım".
Lakin polis ablamızın (zamanında türbanlı Merve Kavakçı'nın Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sokulmasını hatırlatan, hey gidi günler hey, o gün Kavakçı'nın destekçisi bugün FETÖ'den içeri alınan Nazlı Ilıcak, görüntülerle) Taksim Meydanı'na "türban üzeri kep" ile salınıvermesini "yazacağım".

Hadi bırakalım görüntünün güzel olup olmadığını bir kenara, ne kadar anlamsız ve ne kadar karaktersiz bir görüntüydü ortaya çıkan onu konuşalım.
Türban üzeri kep'in altından bize bakan kadın eski Türk kadını desen değil, Osmanlı dönemi kadını desen değil, Cumhuriyet dönemi kadını desen değil.
Yine bu görüntü dinî desen değil, siyasî desen değil, estetik desen değil, bir skeçte canlandırılan komik karakter desen, komik bile değil... 
****
Merak ediyorum, kim düşündü de böyle bir görüntüye karar verdi. 
Hangi erkek? Malum, ülkemizde kadını ilgilendiren her konu için hep erkekler karar verir. 
Hangi kadın? Malum, zamanında bazı kadınlar kendilerini daha çok kapatmak için "türbana özgürlük" diye çok bağırmıştı. O eylemlerin altından da neler çıktı neler. 
Şimdi siz bu yaptığınızı beğendiniz mi?
Bu hale soktuğunuz kadının karşısına geçip "Oy maşallah, pek de güzel oldu canım benim!" dediniz mi?
Basında çıkan fotoğraflara bakıp bakıp "İşte benim eserim!" diye böbürlendiniz mi?
Bir yerlerinize kına yaktınız mı, içiniz dışınız yağ bağladı mı, yumruklarınızı birbirine vurup OH OLSUN dediniz mi, milleti bir kez de böyle böldünüz diye gerindiniz mi? 
Amacınız neydi, hedefiniz neydi?
Biz burada paralelden kurtulduk diye saf saf sevinirken.
Tövbe tövbe...

Kapak fotoğrafı: Hürriyet