26 Şubat 2013 Salı

Ya siz neredeydiniz?


Bugün Hocalı katliamının 24. yıl dönümü...
26 Şubat 1992 yılında akıllara sığmaz bir katliamın yaşandığı Azerbaycan'ın Yukarı Karabağ Bölgesi'nde, Hocalı şehrinde yaşayan insanlar bu vahşet ile karşı karşıya kalmış iken 'ben neredeydim' diye sordum kendi kendime.
Ve sonrasında bu yazı çıktı ortaya.

Naziler’in Yahudiler’e uyguladığı soykırımı anlatan filmleri izlerken aklımdan geçen tek bir soru olurdu;
“Bu vahşet yaşanırken nasıl oldu da diğer insanlar sanki her şey yolundaymış gibi yaşayabildiler?”
1939’dan 1945’e kadar süren ve 40 ilâ 50 milyon insanın öldüğü söylenen dünya tarihindeki bu en büyük savaşta, savaşa taraf olmayanlar savaş esnasında ne yapıyorlardı?
Belki de savaşın girdabına kapılmamak için azami bir gayret sarf ederek her şeyi görmezden geliyorlardı.
Ya da iletişim teknolojisi şimdiki kadar gelişmiş olmadığından yaşananlardan bihaberlerdi.
O savaştan sağ çıkıp da yaşadıklarını aktaranların hikâyelerinden oluşan filmlerle birlikte, savaşın harlı yüzü insanların yüreklerini dağlamış, savaş gerçekleri tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilmişti…
****
Kendi çağımıza dönecek olursak;
1992-1995 yılları arasında yaşanan Bosna Savaşı’nda yaşananlardan benim ne kadar haberim vardı?
Ayşe Kulin’in Sevdalinka’sını okuyana kadar her şeyin had safhada canice olduğunu biliyor muydum?
O kadar ki, kitabı okurken midem kasılıyordu.
Üstelik bu kurgu bir roman değildi. Benim okumakta dahi zorlandığım vak’aların hepsi yaşanmıştı.
Çevirdiğim sayfalarla birlikte şimdi ben de o savaşın içindeydim.
O insanları anlıyordum, o havayı soluyordum, onlarla yaşıyor, onlarla ölüyordum…
****
Henüz çok da uzak olmayan bir tarih, 2001 ekimindeki Afganistan Savaşı’ndan ne kadar haberdardım?
Ya 2001 öncesinden?
11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırılarını an be an canlı izlemiştim. Ardından da ABD Afganistan’a saldırmıştı.
Taliban, Usame, Amerika, savaş, bomba, burka…
Bunların hepsi sadece birer haberdi sanki.
Uzaklardan bana ulaşana dek önemini kaybeden, duyduğum ilk anda kızgınlıkla karışık üzüldüğüm, sonra da kendi dünyama dalıp unuttuğum haberler.
Ta ki Afgan yazar Khaled Hosseini’nin Bin Muhteşem Güneşi‘ni okuyana dek…
****
Ya 1990’da ABD Kuveyt’e saldırdığında neredeydim?
Gökten yağan bombalar bir yanda, uçaksavarların takırtısı bir yanda, sanki bir savaş oyunu izliyormuşcasına herkesle birlikte canlı yayın savaş izliyordum.
Bombaların yağdığı şehirlerdeki can pazarını değil, sadece televizyonda gördüklerimi biliyordum.
****
26 Şubat 1992’de Ermeni kuvvetlerince gerçekleştirilen Hocalı katliamında birçok insan yakılırken, gözleri oyulurken, başları kesilirken ve bu vahşete hamile kadınlar ve çocuklar da maruz kalırken ben neredeydim?
Ya İran, Irak, Myanmar, Filistin ya da Afrika’nın kimsesizliğinde yaşanan kıyımlarda.
Yıllardır belimizi büküp ciğerimize on binlerce ateş düşüren Güneydoğu karmaşasında.
Ve şimdi şu anda devam etmekte olan Suriye İç Savaşı’nda.
Açıkça görülüyor ki kendi çağımızda yaşanan katliamlara karşı “dur” diyemiyoruz.
Ya gaflet ya da “Bana dokunmayan yılan…” misali önce kendi canımızın güvende olması daha ağır basıyor.
****
Unuttuğumuz ya da umursamadığımız savaşlarda da herkesin kendince bir öyküsü var ve bir gün birileri o öyküleri yazacak.
Sanatı doğru kullanan taraf yaşananların gerçek yüzünü anlatacak.
Sanatın gücünü yanlış kullanan taraf da çıkacak ve o taraf kendisini haklı çıkartmak adına yayın üzerine yayın yapacak.
Ne uluslararası toplantılar, ne alınan kararlar, ne bildiriler ve ne de kınamalar sanat kadar etkili olmayacak.
İnsanın kendisiyle yüzleşebilmesi için yüzüne ayna tutan, yüreklere dokunan, geçmişe saygı duyurup geleceğin sorumluluğunu taşıtan, belki de bu sayede dünyayı daha yaşanabilir kılan sadece sanat.
“Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” demiş Atamız.
Hayatı daha iyi anlamanın ve daha iyi anlatmanın tek yolu da böyle bir dışa vurum olsa gerek…

20 Şubat 2013 Çarşamba

En birinci kim?

Yarışmaların da suyunu çıkardık ya, helâl olsun.
Telefon mesajı marifetiyle oylamalar halkın inisiyatifine verildi, demokrasi denildi, atılan mesajlarla demokrasi delindi...
Oturduğu yerden mesaj bombardımanına tutabilmenin keyfiyeti, olması gereken hakkaniyeti yok etti.
Birbirinden bağımsız hareket eden yüz binlerce mesaj kanalın kapısında birleşti.
Ardından herkes kendi tarafına geçti.
Sizin taraf, bizim taraf.
Sonuç mu?
Sonuç: "Bu da size kapak olsun" dercesine bir ayrışma...
****
Hatırlarsınız bundan birkaç ay önce Bugün Ne Giysem yarışmasında da iki kesim çarpışmıştı.
Yapılan oylamalar sonucunda Cumhuriyet Kadını birinci seçilmiş, üçüncü olan muhafazakâr kızımız üçüncülüğüne isyan etmişti.
Aslına bakarsanız ne seçilen birinci birinciydi, ne de seçilen üçüncü üçüncü...
Finale kadar gelmeleri ayrı mevzu, finaldeki oylamalarda iki kesimin hırsının ete kemiğe bürünmüş haliydi onlar sadece.
Geçtiğimiz Pazartesi gecesi de 'O Ses Türkiye'nin finalindeydi sessiz savaş.
Birinci seçilen Mustafa Bozkurt yarışma boyunca Ahmet Kaya şarkıları söylemişti.
Biraz Azer Bülbül, çokça da Ahmet Kaya gibiydi sanki.
İyi güzel de, esas oğlan olan Mustafa nerede idi?
Yarışma sonunda Ahmet Kaya'yı sahiplenenler Mustafa'ya verdiler bütün oyları.
Bu kez kapak Ahmet Kaya taraftarları tarafından gelmişti.
Ne Ayda Mosharraf'ın sesi, ne de elenen diğer sağlam sesler yeterince önemliydi.
Mustafa'yı birinci seçtiren bir ses vardı ve o ses bir ideolojinin sesiydi...
****
Belirlenen kriterlere verilmesi gereken oylar siyasileşince ne güvenilirliği kaldı yarışmaların, ne de çekiciliği.
Şimdiye dek yapılan yarışmalarda seçilen birincilerin unutulduğu gibi, en son seçilenler de unutulacak.
Birinci seçilmemelerine rağmen zaman içinde aradan sıyrılanlar çıkacak.
Gerçek birinci işte o zaman anlaşılacak.
Kendi seslerini duyurmak için kullanıp, sonra da bir kenara atanlar sayesinde birincinin esamesi okunmayacak.
Bu da seçilene ve halka yapılan en büyük saygısızlık olacak...
****
Yarışma oylamalarında dahi ortaya çıkan bu ayrışma Matematik dersindeki kümeleri hatırlatıyor hep bana.
Beyaz Türkler denilen kesim bir küme.
Muhafazakârlar denilen kesim bir küme.
Güneydoğu kökenli vatandaşlarımız bir küme.
Bu üç küme kesişim kümelerinin ortak elemanlarında buluşsalar, birbirlerini kapsasalar ve birleşim kümesini oluştursalar da kavgasız gürültüsüz yaşasalar olmaz mı?
Farkında mıyız ki bir arada yaşamayı unutttuğumuzdan beri ayrı ayrı da var olamıyoruz.
Gün geçtikçe güçten düşüp daha fazla zayıflıyoruz.
Bu gidişle sonunda ne küme kalacak ne de etkili eleman.
Herkes olacak birer etkisiz eleman...

Reyting Çocukları

Acun’un fikri firar ettikçe arayıp bulup yeni yarışmalarla çıkıyor karşımıza.

Bu yarışmaları keşfederken çok yoruluyor olmalı ama ne yapsın, bu da onun işi.

Daha değişik, daha farklı, daha canlı, daha heyecanlı, daha daha daha... derken,

Hizmette sınır tanımıyor malum.

Yeter ki izleyici şenlensin.

Ha bir de, hep kendisi izlensin.

Farkındaysanız aralardaki reklamlarda bile ekiptekileri oynatıyor ki sadık izleyicisi yabancılık çekmesin.

Oylama vakti gelince de mesaj atan eller dert görmesin.

İlgiyi uzun süre canlı tutabilmek herkesin harcı değil elbet.

Sineğin son damla yağını dahi ziyan etmemek ve her milisaniyeyi bile reytingi kaç eder hesabıyla değerlendirmek.

Hayatını bu çerçevede yaşayan insanların televizyon camiası için bulunmaz birer Hint Kumaşı olmaları su götürmez bir gerçek.

Onlar da haklı, ne kadar reyting o kadar reklam.

Ne kadar reklam, o kadar pasta.

Ne kadar pasta, o kadar reyting.

Dönüp duran bir sarmal bu...

Hazır  iyi süt veriyorken ineği bol bol sağmak, etinden yararlanmayı da süt vermediği zamanlara bırakmak lâzım tabi.

Düşünün bir, O’nun gibi Kimler Geldi Kimler Geçti. 

....

Yarışma programlarında reyting ve pasta hesaplamaları yapılırken oyunun parçası olan yarışmacıların kazançları nedir bir de onu sormak lâzım.

Onlar sadece figüranlık yapıp kenara mı çekilirler?

Neredeyse ergenlik çağına ulaşmış bu yarışma programlarından niçin bir tane bile meşhur çıkmaz?

Birinciyi seçmek için atılan onca mesaj sayesinde mi birinci olur yarışmacı, yoksa birinci baştan bellidir de maksat servis sağlayıcıların da sebeplenmesi midir?

Finale kalan her yarışmacı diğerinden daha mı iyidir, yoksa öyle olması mı gerekmiştir?

Peki ya birincilik meşhur olmayı garanti edecek midir?

Henüz etmemiştir.

Yine de bir ihtimal.

Yarışmaya katılanlar için de umut dünyası işte.

Bir bakar ki hiç ummadığı yerde kırılıvermiş şeytanın bacağı.

Çıkıvermiş karşısına sihirli değneğiyle bir peri.

Dokunuvermiş omuzuna.

Hadi yürü ya kulum...

****

Yarışma programlarının izleyici tarafına bakacak olursak; orada da tuttukları taraftara birincilik kazandırmak için edilen Bilmemkaçıncı Mesaj Savaşları’nı görüyoruz.

Konu-komşu- eş-dost-akraba bir yandan yağdırır mesajları, yarışmacıyı kendisine yakın bulan ablalar- abiler öte yandan.

“Sizin taraf mı birinci olacak bizim taraf mı?”

“Hadi bakalım görürsünüz siz!”

“Al bu da size kapak olsun!”

Bir gecede çıkar savaş,

Ve biter bir gecede.

Ertesi gün sorarsınız kimdi birinci olan, adını dahi hatırlamaz.

Telefon faturası gelince biraz sarsılsa da yiğitlik pürü pak olmalıdır.

Kime hizmet etti, kazancı neydi sorgulamadan geçer gider.

Ta ki bir sonraki yarışmaya dek...

****

Bu kadar anlattığıma dudak büküp de “Ben bu tarz programları izlemem” demeyin.

Onlar sizin de izleyeceğiniz bir program yaparlar nasılsa.

Belgesel kanallarından sıkıldıkça o kanala zaplarsınız.

Kitabınızdan başınızı kaldırıp kulak kabartırsınız.

Kim bilir belki gün gelir oy bile atarsınız...

18 Şubat 2013 Pazartesi

Babadan oğula, oğuldan dünyaya

Nostaljik anlatımlar genelde “Bizim zamanımızda…” diyerek başlar, “Ah ah nerde o eski günler….” diyerek nihayetlenir.
O sohbetler aynı günleri yaşayanları geçmiş zamanlara yolculuğa çıkartır, yaşamayanları ise pek sarmaz.
Eski diye anlatılan ‘şimdikinin temeli’ ise eğer, değerli bir geçmiş olur.
Şimdiki zamanı yaşayanlarda geçmişin merağını uyandırır…
****
Şimdiki zamana ulaşmış bir kurumun bende kalan geçmiş izlerinden bahsederek gireceğim söze.
Karacabey Cumhuriyet İlkokulu’nun bir öğrencisi olarak öğretmenimiz eşliğinde yaptığımız gezilerden biri de o zamanlar saban, pulluk benzeri tarım alet edavatı üretimi yapan NSK fabrikasına idi.
Elimizde sorularımız ile gitmiştik Bandırma yolundaki fabrikaya.
Minik gazeteciler olarak neler sorduk, neler öğrendik, neler not aldık hiç hatırlamıyorum.
Hatırladığım en net görüntü kanallardan akan erimiş metal.
Yıllar sonra NSK grubunun 2012’nin Ağustos ayında kurdukları yeni fabrikası Ran Oto’nun tanıtımı için gelen basın daveti ile canlanan o görüntü, fabrikayı dolaşmaya başladığım anda yerini bambaşka karelere bıraktı.
Fabrika artık ağır ticari araçlar, traktör ve iş makinelerinin rot ve süspansiyon üretimi üzerineymiş.
Benim hatırladığım fabrikada sıcak çelik dövme yapılıyormuş.
Teknolojinin nimetleriyle harmanlanarak üretilen 6 bin çeşit ürün beş ayrı kıtada 40’tan fazla ülkeye ihraç ediliyormuş.
Sevk edilmeye hazır ürünlerin ayrıştığı kutuların üzerinde yazan ülke isimlerine özellikle dikkatimizi çeken NSK Group İcra Kurulu Başkanı ve Genel Müdür Ömer Kazangil’in en gururlandığı yanı bu ihracatlar olmalıydı.
ISO 9001 ve ISO/TS 16949 sertifikalarına sahip olmaları onlara uluslararası pazarlarda söz hakkı veriyordu.
Dövme fabrikalarında yeni bant ve yeni pres sistemini, rot fabrikasında da yeni makineleri devreye alıp üretim kapasitelerini arttıracaklardı.
2013 yılında da ISO 14000-18000 belgelerini alacaklardı.
2015 yılında 28 bin metrekare alanda, 400 milyon Euro ciro ve 380 çalışana ulaşacaklardı.
2023 yılında toplam faaliyet alanını 50 bin metrekareye çıkartarak ağır vasıta süspansiyon üretiminde dünyanın en büyük ilk 3 üreticisi arasına gireceklerdi.
Gelecekteki hedeflerinden bugünkü konumlarına dönersek;
Çalışanlarına ve çevreye olan duyarlılıkları sözde kalmıyordu.
Düzenli olarak uluslararası fuarlara katılıyorlardı.
AR-GE çalışmalarına önem veriyorlardı.
Bütün bunların yanında bir önemli ayrıntı da aile şirketi olmaları idi.
Basın tanıtımına gelen 80 yaşlarındaki baba Nurettin Kazangil’in gözlerindeki gurur görülmeye değerdi.
Oğul Ömer Kazangil’in günceli yakalayan atılımları ve torunlarının da fabrika yönetimine katılmaları ile yıllar önce kurulan mütevazi şirketin daha da köklenmesi ve filizleriyle daha çok yeşermesini görmek, o yıllar içinde yaşanan her zorluğa değmiş olmalıydı.
Anlaşılan oydu ki eski Türk Filmleri’ndeki fabrikatör babanın isyankâr evladı modeli, yerini fabrikayı devralabilecek niteliklerle donatılmış evlat modeline bırakıyordu.
Ve bir kez daha anlaşılıyordu ki;
Suyun gücü damlaların sürekliliğinde idi…

12 Şubat 2013 Salı

Baharın müjdecisi Kır Çiçekleri

Sınırlı imkânlar ya da sınırlı düşünceler hayatlarımızın seyrini ne kadar değiştirdi kim bilir.
Ya da tam tersi…
Sınırsız imkânlar ve sınırsız düşünceler…
Malum; bazen sınırların darlığından doğar başarılar, bazen de doğamadan yitip gider sınırsızlıktan.
İstisnaları bir yana bırakırsak; imkân sağlandığı zaman kişilerin ne kadar gelişebildiği tecrübelerle sabit.
Yeter ki insanın içinde öğrenme arzusu ve gelişme azmi olsun.
Hani bazı insanlar için deriz ya, okusaydı şöyle olurdu böyle olurdu diye; işte kim bilir kaç yetenek su yüzüne çıkamadan yok olup gitti bir yerlerde.
Kim bilir kaç dahi beyin hayatın zorluklarıyla örselenerek dehasını doğuramadan, hattâ belki farkına dahi varamadan kendini tüketti.
"Biterek ölmek güzel şey, başlamadan ölmek korkunç…"  demiş Cemil Meriç.
Başlamak lâzım demek ki bir yerlerden.
İçindekileri doğurarak bitmek.
Giderken gözü arkada kalmamak.
Yoksa;
Açılmadan iade...
****
Doğudaki kızların okutulmadığından bahsederiz hep.
Hep o kızlar okuyup da birer kardelen olsunlar diye kampanyalar düzenleriz.
Okutulmayanların sadece doğudaki kızlar olduğunu zannederiz.
Oysa doğudakilerle aynı kaderi paylaşan o kadar çok kızımız var ki yanı başımızda.
Anlaşılan uzağa bakmaktan yakını göremiyoruz.
****
Bursa ve çevre köylerde yeterli geliri olmayan ailelerin okumaya hevesli kızlarına destek olan Çağdaş Eğitim Kooperatifi'nin basınla buluştuğu kahvaltıdaydım birkaç gün önce.
İmece geleneğinden yola çıkılarak 1995 yılında kurulan ÇEK, yardımlaşma ve dayanışma örgütlenmesi olarak Türkiye'deki ilk eğitim kooperatifi imiş.
1924 tarihinde kabul edilen Öğretim Birliği Yasası'nın kabul ediliş tarihi olan 3 Mart'ı kendilerine özel bir tarihe dönüştüren ÇEK, bu tarihi isimleştirerek 816 öğrenci kapasiteli Özel 3 Mart Azizoğlu İlköğretim Kurumu'nu kazandırmış Bursa'ya.
Çekirge'de Mustafa Dörtçelik Kız Öğrenci Yurdu'nu, Görükle'de 73'ü burslu 330 öğrencisi olan Yüksek Öğrenim Karma Öğrenci Yurdu'nu ve Beşevler'de de Özel Beşevler Anaokulu'nu.
Yetmiş mi?
Yetmemiş.
Yetmemeli de...
****
Çekirge'deki Kız Öğrenci Yurdu'nda 52 öğrenciye hizmet veren ÇEK, bu binadan ayrılmak zorunluluğu oluştuğu için yeni bir yurt binası yaptırmak istiyor şimdilerde.
Binanın yapımına katkı sağlamak amacıyla da 2 Mart Cumartesi gecesi Çelikpalas'ta bir yemek düzenliyor.,
Geceden elde edilecek gelir ile temeli atılacak olan yurt binası sayesinde Çekirge'deki yurtta kalan kızlar yurtsuz kalmayacaklar.
ÇEK'in "Kır Çiçekleri Okusun Diye" projesine katkı sağlamak için elimizi taşın altına sokma vaktidir derim.
Ki bu kızlar ailelerine ve köylerine ışık olsunlar.
Seçmedikleri kişilerle evlenip, seçmedikleri hayatları yaşamak zorunda kalmasınlar.
Ekonomik ve sosyal güvenceleri olsun.
İnsanî şartlarda yaşasınlar.
Kabûl; okuyunca her şey mükemmel olmayacak.
Lâkin daha iyi olacağı kuvvetle muhtemel...
****
Kahvaltının ardından Kurumsal İletişim Sorumlusu Ünsal Zeren, ÇEK Yönetim Kurulu Üyesi Av. Canan Şener ve Kooperatif Müdürü Zeki Baştürk ile kahve eşliğinde keyifli bir sohbete daldık.
Hepsinin heyecanı görülmeye değerdi.
Çocuklara olan sevgileri ve sadece öğretime değil, eğitime de olan inançları ile sanki birer yel değirmeni savaşçısıydılar.
ÇEK Yönetim Kurulu Başkanı Ali Arabacı'nın başkanlığı devraldığı Prof. Dr. Ulviye Özer, "Bir şeyler yapmalı demiyoruz, bir şeyler yapıyoruz…" demiş bir konuşmasında.
Görüyoruz ki;
Eğitime yapılan ya da yapılmayan her yatırım kat be kat geri dönüyor topluma.
Ya kır çiçeği olup açıyor tarlalarca, ya kara bir çığ olup yutuyor açan çiçekleri acımasızca...

ÇEK Gönüllüsü olarak yazdığım yazılar:

Baharın müjdecisi Kır Çiçekleri / 12 Şubat 2013
Geleceğe imza atan adam... / 14 Temmuz 2013 
Zafer Akıncı bu kez ÇEK'in konuğuydu / 20 Ağustos 2013
Çağdaş çocukların çağdaş yuvası / 29 Eylül 2013
Sabahattin Ali'nin yalnızlığı ilk değil / 13 Aralık 2013
ÇEK, Feyzioğlu, eğitim, ülke, gelecek ve dahası / 8 Şubat 2014

Çiçek gibi kızlara 5 yıldızlı yurt / 29 Ekim 2014
91. Yılında Öğretim Birliği Yasası ve ÇEK ödülleri / 5 Mart 2015
İmece’nin adı ÇEK olmuş / 28 Temmuz 2015
İlmek ilmek dokuyup, zincir zincir büyüteceğiz / 1 Aralık 2015
'ÇEK'e destek yurtseverlik görevidir / 15 Aralık 2015
Atatürk Bizim Bütünümüzdür / 4 Mart 2018
Orada Duruverdi Zaman / 6 Mart 2019
'Çağdaş Eğitim'e Gönül Verenler / 7 Mart 2020
ÇEK Çıldırmış Olmalı! / 11 Ekim 2020
ÇEK Durmuyor, Koşuyor! / 5 Mart 2022

8 Şubat 2013 Cuma

Gittik, Gördük, Döndük…


Okul gezilerinin keyfini hiç unutamayanlardan mısınız siz de?
Arkadaşlar ve öğretmenlerle bir otobüse doluşup, fazla uzak olmasa da başka bir şehire gitmek ne kadar eğlenceli gelirdi hepimize değil mi?
Arabadaki tantana bir yanda, yeni yerler keşfedecek olmanın heyecanı bir yanda.
Farklı şehrin insanı olmanın verdiği Turist Ömerlik öte yanda.
İnsanın yaş alsa da bu duygusundan pek bir şey yitirmediğini gazetemiz ile yaptığımız Ankara gezisi esnasında bir kez daha teyit etmiş olduk.
Tan yeri ağarmadan çıktığımız yolculukta biraz uyuklayarak, çokça da sohbet ederek ulaştık başkentimize.
Meclis'e ulaşmadan önce de birkaç dokunuş ile kendimize çeki düzen verdik.
Epey sıkı güvenlik aşamalarından sonra nihayet heybetli meclis binasına ulaştık.
Toplantı salonuna girdiğimizde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli kürsüde haftalık olağan konuşmasını yapıyordu.
Bir yanda kulağım kendisini dinlerken öte yanda gözlerim mekânı inceliyordu.
Tahta sıralar, haşmetli avizeler, ahşap kaplamalar, salonun sağ tarafındaki epey büyük bir vitray cam.
Ve sıralarda oturanlar...
Ön sıralar milletvekillerine ait idi.
Arka sıralar ise 'herkes'e.
Pala bıyıklısı, çoluklu çocuklusu, çatık kaşlısı, ak saçlısı, delikanlısı.
Gazetecileri, canlı yayın ekipleri ve kameraları.
Sıraların doluluğundan dolayı ayakta duranları.
Konuşma boyunca MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, sakin bir sesle konuşmasını yapan Bahçeli'nin arkasındaki Başkanlık Divanı Kürsüsü'nden salonu izledi.
Sıralarda oturanlar konuşmayı pür dikkat dinleyip zaman zaman alkışlarla destekliyorlardı.
Ayakta duranlar arasına Bahçeli'yi gözünü kırpmadan dinleyen gençler vardı.
Onlar Bahçeli'yi, ben de onları izledim.
Hem ülke için, hem de kendi gelecekleri için ne düşünüyorlardı acaba?
Konuşulanların ne kadarına katılıyorlardı?
İlerleyen günlerde partide ve dolayısıyla ülke yönetiminde yer alacaklar mıydı?
2000'li yılların ilk yüzyılına imza atmaya hazır mıydılar?
15-20 yıl sonra buradaki gençlerden birisi partiye başkan olacaktı belki de.
Kim bilir...
****
Konuşmasının sona ermesinden sonra kısa bir bekleyişin ardından Bahçeli bizleri kendi odasında kabul etti.
Sade ve şık döşenmiş odadaki Kahramanlık ve Kurtuluş Savaşı konulu yağlı boya tablolar dikkat çekiciydi.
Devlet Bahçeli'nin zarif davranışları bu buluşmayı soru-cevaptan ziyade samimi bir sohbete çevirdi.
Hele de kendisini ziyaret eden ilk yerel basının biz olduğumuzu söylediğinde daha bir keyiflendik.
Bir buçuk saat süren sohbetin ardından Bahçeli'nin yanından ayrılarak  MHP Genel Sekreteri İsmet Büyükataman eşliğinde Meclis Lokantası'na indik ve meclisin fiyatlarıyla meşhur yemeklerinden yedik.
Bizi gören Turhan Tayan masamıza gelince başka bir şehirde hemşehrisini görenlere has bir sevinç geldi üzerimizde.
Çevre masalarda da tanıdık simalar göze çarpıyordu.
Yemek salonunda her partiden milletvekili görmek mümkündü.
O anda aklıma Meclis Toplantı Salonu'nda birbirlerine olmadık lâflar eden milletvekillerinin yemek salonunda karşılaştıklarında ne tepkiler verdikleri düştü.
Bu merakımı Büyükataman'a yönelttiğimde yemek salonunda böyle bir durumun oluşmadığını, herkesin kendi halinde yemeğini yediğini söyledi.
Keşke hep öyle olsalar dedim.
Ne kadar ilginç ki yemek savaş sebebidir, sofrada ise barış vardır...
****
Meclis binasından ayrıldığımızda hemen yola koyulmak istemedik.
Ankara'ya kadar gelip de Anıtkabir ziyareti yapılmadan dönülmezdi elbet.
Atamız'a ve İsmet İnönü'ye saygı duruşunda bulunup birer fatiha okumadan gidilmezdi.
Anıtkabir kapsamında bulunan Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi'ni zamanımızın fazla olmamasından dolayı koşar adımlarla geçmek aklımızın müzede kalmasına sebep oldu.
Tarihimizi tarih dersi kitapları arasına sıkışmaktan kurtarıp gözler önüne seren canlandırmalar herkesin, özellikle de yeni neslin görmesi gereken sahnelerdi.
Görerek ve yaşayarak olan bir öğrenme daha kalıcıydı.
İnternetten de ziyaret edilebilen müzeye tekrar gelinmeli ve sindire sindire gezilmeliydi...
****
Dönüşe geçtiğimizde yorgunluğun verdiği rehavet ile uyuyanlar artmış, bazılarına ise bu gezi daha bir can katmıştı.
Sohbetin koyuluğundan zamanın ve yolun nasıl aktığını anlamadık.
Hele de İnegöl'ü geçtikten sonra çevredeki her şey gittikçe aşinalaşmaya başladı.
Yaşasın, artık evdik...
****
Eve döndüğümde gezinin bende bıraktığı en önemli iz, uzaktan izlediğimiz siyasetçiler ve siyasi ortama yakından bakınca her şeyin biraz daha farklı olduğuydu.
Siyasiler için de uzaktan izledikleri halk ve günlük yaşam tahayyüllerinden farklıydı belki de.
Halk devletine, devleti de halkına yakın durmalıydı besbelli ki.
İç içe geçip bütünleşmeli, vekalet alınan halktan uzaklaşılmamalıydı.
Gerekirse tebdil-i kıyafet ile en derinlere inmeli, iletişim en hakikisinden, birebir kurulmalıydı.
Ve bu iletişimdeki en etken ayak olan basın; gördüklerini ve bildiklerini çarpıtmadan, taraf tutmadan, gizlemeden ve provoke etmeden, açık ve net olarak aktarabilmeliydi.

Eee, ne de olsa elçiye zeval olmaz...