30 Ekim 2011 Pazar

Pazartesiniz sendromsuz olsun

Pazartesi önemli bir gündür arkadaşlar...
Pazartesi'nin kendisine has bir sendromu vardır mesela. Haftanın başını çeken gündür ya o; o yüzden hafta sonu tatiline doyamayanlar için tam bir 'kâbus'tur. 
Bir türlü başlanamayan, gelmesi hiç istenmeyen, mümkünse takvimlerden kaldırılması gereken bir gündür. 
Hani bazı insanlara "Siz haftaya Salı'dan başlayın" deseniz, Salı'dan başlanacak kadar istenmeyen bir gündür şu zavallı Pazartesi. 
Tabii bu çalışanlar tarafından bakıldığında böyle.
Ev kadınlarının ise bir an önce gelsin diye dört göz beklediği bir gündür o.
Hafta sonunun gelmesiyle ev ahalisinin her odaya yayılarak evin her tarafını ele geçirmesi kadın için kendi kalesinin ele geçirilmesidir sanki. 
Çocukların her yana saçtığı kitaplar, her duştan çıkanın bir tarafa savurduğu havlular, aynasına kadar ıslanmış banyolar, denenmiş, beğenilmemiş ve yerine geri yerleştirilmemiş kıyafetler, her köşeden çıkan CD'ler, bir masa üzerinde ya da bir koltuk kenarında okunmak üzere katlanmış ama unutulmuş, yarısı açık kalmış gazeteler, çoğu yatak altlarına kaçmış, diğer eşinin nerede olduğunun bir türlü bulunamadığı çoraplar, meyveler, çerezler, içecekler, mutfak tezgâhına dizi dizi dizilmiş tabaklar, çanaklar, bardaklar....
Ve ev kadının makus kaderi her pazartesi sabahı herkesi evden yolcu ettikten sonra bu dağınıklıkla baş başa kalmaktır.
Kadın, evi bir çırpıda eski haline geri getirmek, kalesini geri almak ve eski düzeni sağlamak için insanüstü bir gayretle çalışır ve zafere ulaşır, bayrağı kalesine diker.
İşte ev kadınları için pazartesi böyle meşakkatli ama bir o kadar da beklenen bir gündür.
Hafta sonu izni için evine gelen öğrenciler, askerler ya da çalışanlar için pazartesi ayrılık günüdür. Pazartesi'nin hüznü daha cumartesi gecesinden çökmeye başlar
O kısacık zaman içinde hem aileyle, hem de arkadaşlarla hasret giderilir. O hasretini dindirirken eve getirdiği kirli çamaşırlar anne tarafından yıkanır, ütülenir, gelen çantaya yerleştirilir. Giderken götürmesi için yapılan yemekler paketlenir, gideceği yerdekilerin bu kadar lezzetli olmayacağı düşünülerek alınan peynirler, sucuklar, domatesler çantadaki boş yerlere tıkıştırılır. 
Genelde kural olarak eve 1 çantayla gelinir, 2 çantayla dönülür...
Bu kısa ziyaret ve hızlı tempo sonucunda pazar akşamı ya da pazartesi sabahı nefes nefese dönülecek yere gitmek için yola çıkılır.
Yola çıkan yolcu da bu koşturmadan yorgundur, o yolcuyu yolcu eden de...
Hele de öğrenciler için pazartesi sabahı erken kalkmak ve okula gitmek ne kadar zordur Ya Rabbim...
Cuma gecesi biraz geç yatılmıştır, cumartesi sabahı da biraz geç kalkılmıştır. Haliyle cumartesi gecesi biraz daha geç yatılır ve pazar sabahı biraz daha geç kalkılır. Böylece pazar gecesi erken yatılsa dahi uykuya doymuş beden bir türlü uykuya dalamaz. Sağa dönülür, sola dönülür. Uyunamaz Allah uyunamaz. Sabah olduğunda da uyanılamaz Allah uyanılamaz.
Okula uyuklayarak gidilir, dersler uyuklayarak dinlenir. Netice itibariyle o günden kimseye bir hayır gelmez...
Pazartesilerin en meşhur özelliği de, bitmek bilmeyen rejiimlere başlama günü olmasıdır.
Her rejim bir pazartesi günü başlar ve genellikle de diğer pazartesi başlanmak kaydıyla hemen ertesi gün olan salı günü sona erdirilir
Nasılsa pazartesiden bol bir şey yoktur.
Böylece bir hafta daha rahat rahat yenilir, içilir. 
Gelen ilk pazartesi hedef seçilmiştir nasılsa, o zamana dek her şey serbesttir.
Pazartesi gelsindir bak nasıl bir düzenli beslenilecektir, nasıl bir düzenli spor yapılacaktır...
Kilolar verilecek, ipincecik olunacak, her giyilen yakıştırılacaktır...
Ah ama neden o kebaplar o kadar güzel kokuyordur? Tanrım, bu tam bir işkence olmalıdır...
Neyse artık şu kebap da bir yensindir de, rejime-diyete bir daha pazartesiye başlamak en hayırlısıdır.
İşte böyle diye diye geçer gider bütün pazartesiler.
Kimi özlenir, kimi özlenmez ama çoğu pazartesi birbirinden farksızdır.
Kısacası; Pazar'ın ertesidir o.
Ve eğer ki yaşanacak pazartesilerden kaçış yoksa, bütün pazartesilerin keyfini çıkartmak lâzımdır...

29 Ekim 2011 Cumartesi

Bugün Cumhuriyet’e vefa günü


Küçücük bir beylikten muhteşem bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı Devleti, 600 küsur yıllık varlığının son günlerinde kurtlar sofrasında pay edilmekteydi.
Bir yanda savaşlardan bitap düşmüş bir halk, diğer yanda hazinesi boşalmış, borç batağında bir devlet. Sonuç olarak; itibarı elinden alınmış bir padişah ve artık eski gücü kalmamış, küçüldükçe küçülmüş bir imparatorluk...
İmparatorluğun halktan, halkın da imparatorluktan umudunu kestiği günler... "Osmanlı" tebaasından olmanın vasfını kaybettiği günler...
Yenilmiş ve ezilmiş bir halk, dağılmış bir ordu...
Ancak;
Artık "BİTTİ" denildiği anda açılan yeni bir sayfa, yazılan yeni bir tarih ve küllerinden doğan yeni bir devlet...
Bunu nasıl başardılar? Nasıl bir ruh oluşturdular ki onca yıkılmışlıklara rağmen, onca yokluklara rağmen her şeyin üstesinden gelebildiler...Kaybedecek bir şeyi kalmamış insanların can havliyle hayata tutunmaları değil midir bu?
Bu canlanmayı sağlayan, bu ateşi yakan kişi doğduğundan beri bu güne mi hazırlanıyordu? Hayatındaki bütün evreler onu adım adım bu yeni başlangıca mı getiriyordu?
"Mustafa Kemal" olmak O'nun kaderi miydi?
1923'de henüz 42 yaşında genç bir adamdı. Genç, kararlı, dinamik, ileriyi çok iyi görebilen, yenilikçi ve cesurdu... Birçok savaş görmüş, birçok memlekette yaşamış, farklı kültürleri gözlemlemiş, çok okumuş, çok dinlemiş, çok tartışmalarda bulunmuştu...
O; savaş meydanlarında askerî dehasını defalarca kanıtlamıştı da, şimdi onu tecrübeli olmadığı devlet adamlığı bekliyordu.
Gelişme, büyüme ve istikrarın sağlanması için, uluslararası ilişkilerde rejimin niteliğinin ne olduğu sorununun çözülmesi için, öncelikle ideal yönetim şeklinin tam olarak belirlenmesi ve kabul görmesi gerekiyordu.
Mustafa Kemal yeni yönetim şeklinin Cumhuriyet olmasını uygun buluyordu. Bunu arkadaşları ile paylaşarak gereken yasa tasarısını hazırlattı ve yapılan oylamalar sonucunda devletin yönetim şeklinin "Cumhuriyet", devletin adının da "Türkiye Cumhuriyeti" olmasına karar verildi. Böylece 29 Ekim 1923'den Cumhuriyet ilân edildi.
Kurtuluş Savaşı'nın askerí ve siyasí zaferi, Cumhuriyet'in ilânı olmuştur.
Yüzyıllardır süren bir padişahlık düzeninden sonra bambaşka bir düzene geçebilmek, bu düzen içinde var olabilmek, gelişip büyüyebilmek, her alanda ilerleyebilmek inançsız ve güvençsiz insanların yapabileceği bir şey değildi...
Atatürk'ün açtığı bu yolda topyekún bir mücadele veren, silkelenip üzerlerindeki ataleti atan, yeni kurdukları vatanlarının devamlılığı için durmaksızın çalışan bu halk müthiş bir başarı göstermiş ve Cumhuriyetin ilk on yılına eşsiz zaferlerle girmişti.
Onların ilk senelerde gösterdikleri o heyecanlı büyümeyi bizler devam ettirebildik mi?
Onlar yurdu demir ağlarla ördüler de, biz o ağları ne kadar geliştirebildik?
İlk on yılın hızıyla devam etmesi gereken o gelişmeler nerelerde durakladı, nerelerde geriledi? Heyecanımızı ne zaman kaybettik? Balayı ne zaman bitti?
Ben kendi adıma; Onuncu Yıl Marşı'nı coşkuyla söylemeyi dahi içime yeterince sindiremiyorum. Bunu hak ettiğimi düşünmüyorum.
O marş, ülkeyi onuncu yıla başarıyla getirmiş olanların marşıdır.
Bizler o marşı sadece özel zamanlarda coşmak için söylüyor, tempo tutuyor, sonra da unutuyoruz. Ne öncesi var, ne de sonrası...
Aslında köklerimiz 700 yıl öncelerine kadar uzansa da sadece 87 yıllık toy bir devletiz biz. İçeriden ve dışarıdan yıkmaya çalışanların niyetlerinden asla vazgeçmedikleri bu devlet, her türlü zorluklara ve tahriklere rağmen hâlâ daha ayakta kalmayı başarabiliyorsa eğer, bunu sağlam temeller üzerine inşa edilmesine borçludur diyebiliriz.
Kurtarılması ve kurulması için çok büyük bedellerin ödendiği bu vatana sahip çıkmak, yaşatmak ve yüceltmek hepimizin birinci vazifesidir...
Kurtuluş ve kuruluş aşamasında en küçüğünden en büyüğüne emek veren, can veren her vatan evladına vefa borcudur...
Bunu hiçbir zaman unutmayalım, unutturmayalım.
Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!

24 Ekim 2011 Pazartesi

Evim evim güzel evim

Geçinemeyen karı-kocalar vardır hani, bilirsiniz. 
Hâttâ evlilerin neredeyse yarısından fazlası bir türlü geçinemezler. 
Sürekli bir itişme, sürekli bir gerginlik, sürekli bir laf çarpma, sürekli bir huzursuzluk ortamında yaşarlar. 
Böyle yaşamaya alışmışlardır da. 
Bir gün kadın baskındır, dır dır eder yer adamın başının etini. Bir gün gelir adam dellenir bakmaz kadının gözünün yaşına. 
Gerginliğini boşaltan taraf rahatlar ama bu sefer de diğeri gerilmeye başlar. Bir o, bir o derken ömürleri bu itiş kakış içinde geçer gider.
Onların bu geçimsizlikleri en çok da çocuklarını etkiler. Onlar da kendi içlerinde bölünürler. Bazıları anneye daha yakındır, onu tutar. Bazıları da babasına toz kondurmaz, onun yanında alır safını.
Heyhat, bir çocuğun hem anneye hem de babaya ihtiyacı vardır...
Dişe dokunur işler yapan çocuklar sahiplenilirler, bir baltaya sap olamayanlar itelenip kakalanırlar.
Başarılı olan çocuklar “benim aslan oğlum, benim güzel kızım” sözleriyle ödüllendirilirken, diğerleri “senin oğlun, senin kızın” olur.
Ta ki o çocuklardan birisinin başına bir felaket gelinceye kadar bu ayrışma, bu kamplaşma sürer gider.
O zaman anne de, baba da, diğer kardeşler de, hepsi birlik ve beraberlik çatısı altında toplanıp başına bir hâl gelenin yanına koşarlar.
Şimdiye kadar yaşadıkları her ne varsa bir anda anlamını kaybeder, değersizleşir, etkisizleşir. 
Meğer yıllardır incir çekirdeğini doldurmaz davalar için mi edilmiştir bunca kavga, bunca gürültü?
Sanki onlara bir çeşit derstir şimdi bu elim vak’a.
İşte şimdi ocağa ateş düşmüştür ve evin içinde kim var kim yoksa aynı ateşle yanmaktadır...
Haklısı da haksızı da, başarılısı da başarısızı da başlarını ellerinin arasına alıp, şapkalarını da önlerine koyup düşünmelidirler şimdi...
Bu evi bu kadar kamplara bölerek, birbirleriyle bu kadar didişerek kazandık zannettikleri nedir?
Gidecek başka evleri mi vardır, kenetlenecek başka aileleri mi?
Artık evi de adamakıllı bir sağlam tutmak lâzımdır, içinde yaşayanları da.
Ve marifet, o evi sevgiyle doldurarak sıcacık bir yuvaya çevirmektedir...

Viva Zapata

Televizyonun tek kanallı olduğu dönemlerde yayınlanan yabancı filmleri izlemek yeni yeni büyüyen bizler için dış dünyayı tanımaya başlamanın ilk adımlarıydı.
Özellikle de Amerikan menşeli filmlerin büyüsüne kapılmamak mümkün değildi.
Babamın gençlik dönemlerinde sinemalarda izleyip de masal niyetine anlattığı bütün o filmler televizyon sayesinde artık karşımdaydı işte.
Hepsini siyah-beyaz izlediğim o filmlerin arasından etkilendiğim çok film oldu.
Günlük hayat içerisinde pek çok olayla karşılaştıkça aklıma düştüler.
Anı anına uymayan, karakterini çözemediğim, dengesiz ve hasta ruhlu insanları gördükçe "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" filmini hatırladım.
Yağmurlu gecelerde Gene Kelly'nin "Singin' in the Rain" filmindeki o meşhur dans sahnesi düştü aklıma.
Ailesinin sözlerinden çok erkek arkadaşının sözlerine kıymet veren genç kızları gördükçe, "Gelinin Babası" filminde Elizabeth Taylor'un babasına çektirdikleri bir bir geçti gözlerimden.
Saymakla bitmez filmin, saymakla bitmez sahneleri kazınmıştı sanki beynimin her bir kıvrımına...
Bugünse Libya'nın devrik lideri Kaddafi'nin öldürülüşü gördüğümde dilimden kontrolsüzce "Viva Zapata" kelimeleri dökülüverdi...
Size biraz Viva Zapata filminden bahsedeyim.
John Steinbeck'in, Zapata the Unconquerable (Yenilmez Zapata) adlı biyografik kitabından uyarlanarak yönetmen Elia Kazan tarafından çekilen filmde Meksika Devrimi'nin en önemli kişiliklerinden biri olan köylü lider Emiliano Zapata'nın hayatı anlatılır.
1909 yılında aralarında Emiliano Zapata'nın da bulunduğu bir grup Meksikalı köylüden oluşan heyet, yaşadıkları bölgedeki adaletsizlikleri aktarmak üzere Meksika'nın devlet başkanı Porfirio Diaz'ın huzuruna çıkarlar. Üzerleri hakaret edilircesine aranarak huzura kabul edilen bu pejmürde kıyafetli insanlar oldukça ezik tavırlar içindedirler. Hükûmete yakın toprak ağaları tarafından verimli topraklarına el konmuş, çorak ve kayalık bir bölgede yaşamaya zorlanmışlardır. Çekinerek arz ettikleri bu şikâyetleri Diaz tarafından kulak ardı edilir. Bu duruma heyettekilerden bir tek Zapata itiraz eder ama bu karşı gelmesi Diaz tarafından mimlenmesinden başka işe yaramaz.

Yasal yollardan haklarını alamayınca Emiliano Zapata, kardeşi Eufemio Zapata ile birlikte Meksika'nın güneyinde bir isyanı başlatırlar. Meksika'nın kuzeyinde de aynı şekilde Pancho Villa ayaklanmıştır. Her iki isyancı da naif reformcu Francisco Madero'nun liderliği altında güçlerini birleştirirler.
Sonunda Diaz ülkeyi terk etmek zorunda kalır ve yerine Madero geçer. Madero iyi niyetli ve inançlı bir reformcudur ama işleri kısa sürede çözecek gibi gözükmemektedir. Zayıf karakterli bu lider Zapata'nın köylülerinin toprak sorununa köklü bir çözüm getiremediği gibi hemen General Huerta'nın etkisine girer.
Durumdan hoşlanmayan ve kendine sunulan nimetleri de geri tepen Zapata güneye, kendi bölgesine geri döner.
Bir darbeyle Madero'yu öldürüp idareyi ele alan General Huerta, Zapata'nın peşine düşer ama Zapata'ya yenilir.
Artık General rütbesi almış olan iki devrimci, Zapata ve Pancho Villa merkezde buluşurlar. Zapata'ya saygı duyan ve onun gerçek bir lider olacağına inancı tam olan Villa, ülkenin başına geçmekte çekimserdir. Pancho Villa'nın ısrarı ile bir süreliğine ülke yönetimini alan Zapata'nın, mevcut rejimin de en az öncekiler kadar yozlaşmış olduğunu anlaması uzun sürmez.
Politik veya askeri gücü eline geçirenlerin, uğruna savaştıkları halkı unutup, tıpkı devirdikleri despot liderler gibi halka zulmetmeyi sürdürdüklerine şahit olur.
(Burada araya girerek filmin beni en etkileyen sahnesinin alttaki paragrafta tırnak içerisine aldığım cümlelerde yaşandığını belirtmek istiyorum)
"Kendi bölgesinden gelen bir köylü heyetini kabul ettiğinde onlardan kardeşi Eufemio Zapata'nın bölgesinde diktatör kesildiği ve kendi kanunlarını uyguladığını, köylülerin topraklarına ve hatta kadınlarına el koyduğunu öğrenir.
Bıkkın bir şekilde sorunla ilgileneceğini söyleyip köylüleri başından savmaya çalışırken filmin başındaki Diaz gibidir. Hatta köylülerden biri de tıpkı onun yıllar önce yaptığı gibi ısrarcı davranınca köylünün adını tıpkı Diaz'ın yıllar önce kendisine yaptığı şekilde kalemle işaretlerken birden kendine gelir."
Her şeyi olduğu gibi bırakarak bölgesine döner ve kardeşinden hesap sorar. Kardeşi karısını elinden aldığı köylü tarafından gözlerinin önünde öldürülür. Kardeşinin haksız olduğunu bilen Zapata buna ses çıkarmaz.
Köylülere kendi topraklarını kendi silahlarıyla savunmalarını, bunu yaparken de sadece kendilerine güvenmelerini, asla liderlerden veya kurtarıcılardan medet ummamalarını salık veren Zapata mücadelesine kaldığı yerden devam ederken yalnız başına gittiği bir köyde kendisine tuzak kurulur ve delik deşik edilerek öldürülür.
Tanınmaz hale gelmiş cesedi ibret için kendi köyünün meydanına bırakılır. Ancak köyün sağduyulu yaşlıları bu cesedin tanınmayacak durumda olduğunu ve Zapata'ya ait olmadığını yayarlar.
Önemli olanın kişiler değil bir inanç sistemi olduğu yönündeki Zapata'nın öğretilerinin böylelikle hayata geçmiş olduğu anlaşılır.

İşte bugün bana Viva Zapata dedirten filmin kısaca öyküsü budur.
Politik veya askeri gücü eline geçirenlerin, uğruna savaştıkları halkı unutup, tıpkı devirdikleri despot liderler gibi halka zulmetmeyi sürdürmelerinin sonucu mudur bütün bunlar?
Yoksa dünya düzenine başkaldırıp, isyankârı oynamanın sonucu mu?

Dün seni alkışlayan ellerin yerine gelen yeni ellerin seni boğazlayabileceği ihtimalinin olduğu bir dünyada yaşadığını unutmamak lâzım belki de.
Her şeyi güncellerken en güncellenmesi gereken kavramın "adalet" kavramı olduğunu unutmamak lâzım.
Ve;
Her ne kadar mükemmel olursan ol, insanların senden sıkılabileceği ihtimalini de bir kenara yazmak lâzım...

23 Ekim 2011 Pazar

Dünya dönüyor sen ne dersen de

İnsanoğlunun yaşadığı bütün o acılardan sonra nasıl olup da hâlâ hayatta kalabildiğine şaşırır insan.
Nasıl olup da hâlâ acıkabildiğine, susayabildiğine, uyuyabildiğine, yiyebildiğine, içebildiğine, sevişebildiğine, gülebildiğine, eğlenebildiğine inanamaz.
Bütün bunlar acılarının geçtiğine mi dalâlettir acaba? Yoksa gaflete düştüklerine mi?
Büyük felaketlerden sonra sağ kalanlar günlük hayatlarını yaşarkenki hallerinden bile hicap duyarlar aslında.
Hâlâ nefes alıyor olmalarından yüksünürler.
Gülerken bile bir burukluk vardır dudaklarının kıvrımlarında.
Aslında acıları hiç geçmemiştir ki. Unutmamışlardır da hiçbir şeyi.
Sadece kabullenmişlerdir.
Nefes aldıkları sürece de dünyevî olan her şeyi yaşayacaklardır.
Bundan kaçışları yoktur.
İnsan acılarını taze tutarak yaşamanın -yaşamak- olmayacağını bildiğinden olsa gerek, içgüdüsel bir davranışla gerilere bir yerlere iter acılarını.
Zaman zamansa ya bir şarkıda, ya bir anıda ya da okuduğu bir romanın satırlarında canlanıp koşarak gelir bütün o yaşananlar.
Süzülür gözlerden yaşlar, küllendi zannedilen yürek ateşi harlar aniden.
Ah ederek çekilir iç ve çaresizlikle soğumaya bırakılır yanan yürek.
Tıpkı eskisi gibi...
Olması gereken de budur aslında.
Düzen böyledir.
Bazıları gitse de, kalanlar düzeni devam ettireceklerdir.
Caddeler-sokaklar, evler-okullar, çarşılar-pazarlar hiç bir yer boş kalmayacaktır...
Yine evlerden çıkılacak, yine kahveler içilecek, yine kafalar çekilecek, yine sinemalara-alışverişlere gidilecektir.
Yine aşık olunacak, yine evlenilecek, yine dünyaya yeni bebekler gelecektir.
Yine geçim derdine düşülecek, yine faturalar ödenecek, yine yakalar bir araya getirilemeyecektir.
Yine metrolara-otobüslere yetişilecek, yine trafikte çile çekilecek, ağır aksak giden bütün araçlara yine ana avrat küfür edilecektir.
Caddelerde insanlar, yerlerde karıncalar, göklerde kuşlar, denizlerde balıklar olacaktır.
O kuşlar ki bir sene önceki kuşlar değilseler de, gökyüzü hiç boş kalmayacaktır.
O caddelerde telaşeyle koşuşturan insanlar geçen seneki insanlar olmasalar da, caddeler hiç boş kalmayacaktır.
Umutsuz düşüncelerimizi yerle bir eden, hayata tutunabilmek adına ibretlik misaller çıkacaktır bazen karşımıza.
Şehirleşme sevdasıyla her yerini betonla kapladığımız toprağın nasıl olup da hâlâ canlı kaldığının delilleri çarpacaktır gözümüze mesela.
Bütün o beton kaplamaların arasında bulduğu minik bir çatlaktan başını uzatıveren üç yapraklı bir yonca. Ya da bir ayrık otu...
Bir istinat duvarının en olmaz yerinden fışkıran narin bir mor çiçek.
Ya da bir binanın su oluğunun çatıyla birleştiği yerde biriken toprak tortusuna kök salmış, minik yapraklarıyla gökyüzüne uzanmaya çalışan minik bir incir ağacı...
Henüz gözleri dahi açılmamışken annelerini kaybetmiş kedi yavrularının hayata tutunuşları, yemek peşinde koşturmaları ve neşeli oyunları...
Koparılan çiçekler, ezilen çimenler, yakılan ya da yerinden sökülen ağaçlar.
Hayvanların kendi aralarındaki avlanmaları ve birbirlerinin besin zincirine dahil olmaları.
Ve insanoğlu eliyle uğradıkları talan!
Bütün bu yok edişlere karşı dünyanın hâlâ canlılarla dolu olmasının sebebi, doğadaki her canlının hayatta kalma, üreme ve türünü sürdürme güdüsü olsa gerek.
Yoksa bunca kıyım, bunca savaş, bunca felaket, bunca afete rağmen dünya üzerinde gezinen ve hâttâ dünya üzerine sığamayacak kadar çoğalan bunca insan olamazdık.
Ve lâkin insanların ruhlarının bu direnci bedenlerini çok yoruyor.
Yüzlerindeki çizgiler derinleşiyor, gözlerine hüzün yerleşiyor. Yorgun bedenleri, sevdiklerine bir an önce kavuşmak istercesine toprağa doğru biraz daha eğiliyor.
Kavuşma zamanı gelene dek ise yaşanması gereken günler 'acısıyla-tatlısıyla' yaşanmaya devam ediyor...

19 Ekim 2011 Çarşamba

Senin oğlun şehit oldu mu?

Hadi şimdi herkes anlatsın kahpe bir savaşta can veren bu insanların ailelerine siyaseti, politikayı, stratejiyi, savaşı, terörü, savunmayı, kutsallığı, mertebeyi, şehitliği, cenneti, cehennemi…
Anlatsın uzun uzun yarın bir gün rûz-i mahşerde şehit evladın ailesine şefaatçi olacağını ya da yaradanın sevdiklerini yanına erken aldığını…
Teselli dolu bu sözlerin hangisini duyar zannediyorsunuz şehidin ailesi?
Hangi lâfla ikna olur?
Hangi lâfla soğur ateşi?
Hangi lâf getirir yavrusunu geri?
Hangisini işitir?
O sadece evladının hain pusulara düşürülüşünü bilir.
O sadece kuzusunun bir daha geri gelmeyeceğini bilir.
Hain pusuda canını nasıl verdiği gelir gözünün önüne döne döne. Tekrar tekrar yaşar o anı. İzanını yitirir adeta. Ne bir şey görür ne de bir şey işitir…
Onun aklı tek bir yerdedir.
Evladının ölüm anında…
Can çekişerek mi vermiştir son nefesini?
Ne olduğunu anlamadan aniden mi yoksa?
Yoksa arkadaşlarının birer birer can verdiğini görerek mi?
Çocukluğunu, gençliğini, ailesini, arkadaşlarını, sevdiğini, hayal ettiği geleceğini, hepsini geçirmiş midir gözlerinin önünden?
Çocukluğunda başı her sıkıştığında “Anne!” diye seslendiği gibi seslenmiş midir yine annesine? Belki sessizce içinden, belki de can havliyle haykırarak…
Ya da “Baba yardım et, elimi tut, çek al beni buralardan” demiş midir çıktığı ağaçtan inemediği o çocukluk günlerindeki gibi…
Hiçbir açıklamanın telafi edemeyeceği bir yokluğun başlangıcında olduklarını bilir şehit aileleri…
Kâh kaybettikleri çocuklarının akranlarında görürler kendi çocuklarını, kâh evlerindeki minicik bir eşyasında…
Bazen sesini duyarlar, bazen de kokusu gelir odasından…
Ayak sesleri dolanır koridorlarda…
Ah bu yokluk yok mudur bu yokluk…
Yüreğin tam ortasına çöreklenmiş, yeri dolmaz bu boşluk…
Kör bir kuyuya düşer gibi düşer durur söylenen her teselli sözü.
Kimse bilmez ki o sözler kuyunun körlüğünde çınlaya çınlaya anlamını kaybederek yiter gider…

Yaşanan şokun üzerinden geçen üç beş gün sonra ülke normale döner.
Derler ya hani, zaman tüm acıların üzerini örter diye.
Bir dahaki felakete kadar her şey olurunda akar gider.

Ya şehit aileleri ne zaman döner normale?
40'ı çıkınca mı? 52'si dolunca mı? Senesinde mi? Bir dahaki senesinde mi? On yıl, yirmi yıl, yirmi beş yıl?
Zaman biçin haydi...
Biçemediniz değil mi?


O yüzden ulu orta konuşan her insana acıyla bakan gözleriyle sorar şehit ailesi;
"Senin oğlun şehit oldu mu?"

18 Ekim 2011 Salı

Uyumak mı, uyanmak mı, uyanmamak mı?

Hani insan kendi dünyasına döner ya bazen...
İşleri, sorunları, yoğunlukları, yorgunlukları derken dış dünyayla bağını keser gider.
Borsa mı çıkmış, dolar mı düşmüş, kim evlenmiş, kim boşanmış, kim kime ne demiş, kim kiminle nereye gitmiş ve ne de nereden gelmiş...
Ne Amerika, ne Libya, ne Almanya, ne Fransa ve ne de başkanları...
Ne cinayetler, ne tacizler, ne tecavüzler ve ne de şehitler...
Ne Somali'nin milleti, ne Kıbrıs'ın Türkleri ve ne de Irak'ın Kürtleri...
İşte birkaç gündür hayat benim için de böyle “olaysız” ve dolayısıyla da “acısız” idi.
Ne bir gazete, ne de bir televizyon haberine göz atamamış olmanın boşluğuyla her şeyin yolunda gittiği fikrine kapılıverdim.
Kendi küçük dünyamın kendine has sorunlarıyla boğuşurken, kendi dışımdaki dünyada yaşanan her olaya körleştim, her habere sağırlaştım.
Sonra uyandım...
Acıların tükenmek yerine daha da arttığını haykıran haberlerin tam ortasına düştüm.
Çatışmalar, atışmalar, zamlar, kadın cinayetleri, çocuk tacizleri, trafik kazaları, doktor hataları, hepsi bıraktığım yerden devam ediyordu.
Okuduğum her haberle yine canımdan canlar koptu.

Hepsinin üzerine çıkan haberse Kıbrıs'ta askerliğini yapan Uğur Kantar'ın ölüm haberiydi.
Vatani görevini yapması için sapasağlam teslim ettikleri evlatlarının, işkence gördüğü için tükenmiş bedenini toprağa veren acılı, öfkeli ve çaresiz ailenin haklı feryatlarına duyarsız kalmak mümkün değildi.
Bu çocuk savaş şartlarında esir düşmemişti.
Bu çocuk düşmana vatanını satmamak adına işkence görmemişti.
Bu çocuk kendi vatandaşları tarafından, kasten, bilerek ve isteyerek, yani taammüden, ölümüne bir işkenceye tabi tutulmuştu.
Bu çocuk sadece arkadaşıyla bir tartışma yaşadı diye “disko”ya atılmıştı. Oraya atılabileceğini ve oradan da sağlam çıkılmadığını annesine söylemişti zaten...
Tartışmanın bahane olduğu, bu işkencelerin sistematik olarak tekrarlandığı da yazıyordu haberde.
Ne kadarı doğru bilemem ama bir tanesinin olmuş olması bile yeterince büyük suç değil mi zaten?
****
İnsanoğlu karşısındakinin acı çekmesinden nasıl bir haz alabilir, buna nasıl dayanabilir anlamak mümkün değil.
Gerçi bu davranışın; çocukluğundan itibaren babasının anasını, anasının kendisini, kendisinin de kardeşini hırpaladığı; kediye, köpeğe, kargaya zulmetmiş, kendisinden zayıf gördüğü her kim varsa hepsinin canına okumuş insanlar için gayet sıradan bir davranış olduğu su götürmez.
İşkence teknikleri geliştirmek, kurbanı öldürmeden canını daha uzun süre ve daha fazla nasıl yakarım diye düşünmek, buna kafa yormak, işkence esnasında kurbanın karşısında sakin kalabilmek normal bir insanın yapacağı işler değil bence.
Esas bunu yapabilen insanların toplumdan tecrit edilmeleri lâzım. Tecrit edilmek bir yana ceza uygulayıcı yetkiyle donatılmaları da bu yetkiyi onlara verenlerin sorumsuzluğu.
            
Diyeceksiniz ki hassas bir insan da zaten bunu yapmakla görevlendirilmez. Doğrudur.
Peki ama bu derece keyfi işkencelerin yapılması şart mıdır?
İnsanın, doğumuyla birlikte insanca yaşama hakkına sahip olduğu gerçeğini hep görmezden geliyoruz.
Herkes aynı şartlara sahip olamasa da insanlık adına aynı haklara sahip değil midir?
Yaratanın indinde birileri birilerinden daha mı imtiyazlıdır?
Kendilerinin imtiyazlı olduklarını düşünerek diğerlerine üstünlük işkencesi uygulayanlar aslında en alçak yaratıklar değiller midir?
Okulda öğretmeninden, askerde komutanından, işyerinde patronundan, evinde kocasından işkence gören bir topluluğun insanlarıyız biz.
Bazıları bedenen, bazıları da ruhen göçertiyorlar insanları.
Sahip oldukları sıfatların arkasına saklanarak diğerlerine işkence edenler kendi ruh bozukluklarını diğerlerinin halet-i ruhiyelerini bozmak için kullanıyorlar sanki. Sağlam olanları hazmedemiyorlar belki de.
Böylece de zincir halinde hastalıklı insanlar yaratıyorlar.

Sorarım sizlere; 
Bu zincirin halkalarının kırılabilmesi, bu gidişatın durdurulabilmesi ve insanların ruhen özgürleşebilmesi için daha kaç nesil heba edilecek?
Daha kaç ocağa ateş düşecek?
Daha kaç anne-baba yavruları yerine kara toprağa sarılacak?
Daha kaç çocuk annelerinin babaları tarafından öldürülüşünü izleyecek?
Ve daha kaç insan mutluluk oyununun kifayetsizliğinde boğulup gidecek?

11 Ekim 2011 Salı

O kadın bir kez de o manşette öldürüldü

Bir kadın daha kocası tarafından öldürülmüşken, bu cinayetin gazeteye yansıma biçimi ne yazık ki acı olayın önüne geçti.
Görenlerin lanet ettiği o görüntüde ne bir buzlanma ne de bir sansürleme kullanılmıştı. Kadın öylece anadan üryan fotoğraflanmıştı.
Olur olmaz her şeyi sansürlemeye meraklı RTÜK'ün bir benzerinin basılı yayın kurumları için de oluşturulması lâzım galiba diye düşündüm o anda.
Baksanıza biz kendi kendimizi denetleyip engelleyemiyoruz. En kanlı, en vahşice olan resmi seçip onun üzerinden reyting yapıyoruz.
Reyting canavarı bütün ahlâk kavramlarının üzerine çıkıp iyice belden aşağıya vurmaya başlamış demek ki.
Cinayetin ne menem bir şey olduğunu göstermek için böyle bir fotoğraf sergilendi desem, herkes neyin ne olduğunu biliyor zaten.
Bu kadar göze sokmanın ne alemi var.
Şimdiye kadar yüzlerce kadın benzer şekillerde katledildi ama hiçbirisi bugünkü kadar ses getirmedi desem, cinayete mi daha duyarlıyız, yoksa duyurulma biçimine mi deyip orada tıkanıp kalıyorum.
İnsanoğlu 'insan'a saygı olmalı öncelikle. Sağına da ölüsüne de.
Hadi sağına saygıyı duymayan duymamış, yapacağını yapmış. Hiç olmazsa kadının o halinin sergilenmesi mi engellenseydi acaba?
O insanın gelmişine, geçmişine, ailesine, çevresine, her şeyine bir saygısızlık değil midir bu?
Bu kadar göze sokulmayınca da herkes hemen unutup gidiyor.
Ertesi gün bir yenisi daha, ve sonra bir başkası daha, kadınlar art arda cinskırıma uğramaya devam ediyorlar. Bir-iki protesto ve sonra yine kaldığımız yerden devam...
Ben'ce; haberin sunum şekline ettiğimiz bu toplu isyanı haberin kendisine etsek belki de bu cinayetler bir nebze olsun engellenebilir.
Bu olaylarda kim daha duyarsız anlamış değilim zaten ben.
Olayı yapanları saymıyorum bile, onlar başlı başına klinik birer vak'a.
Devlet kurumlarının hepsinden tutun da, en merkezdekinden en ücra mahallesine kadar bu memlekette yaşayan kadın-erkek her kim varsa, bence hepsi bu olayları kanıksayıp duyarsızlaştıkları için suçludurlar.
Bu ahval ve şerait içinde elbette ki kafası kızan insan karşısındakinin canını kolayca alabiliyor.

Nasılsa “N'apıyorsun?” diye soran yok.
“Madem ki bunu yaptın cezan da şudur” diyen yok.
Kadını korumak için gereken önlemlerin hiçbirisi yok.
Kadının şikayetlerini umursayan bir Allah'ın kulu yok.
Kadının ve dolayısıyla insanın değerli olduğunu belleten bir eğitim sistemi yok.
Hattâ üstüne üstlük o cinayet kutsal bir kavram adına işlendi deyip mertebelendirilme bile var.
Ee, cinayetin oluşması için şartlar bu kadar uygunsa, geriye yapacak tek bir şey kalıyor. Yapan da onu yapıyor zaten...
Cinayetin bir diğer halkası olan insanlara duyurulması aşaması da cinayetin kendisinden pek farklı olmuyor.
İşte o zaman kadın bir kez daha, bir kez daha ölüyor....

9 Ekim 2011 Pazar

Esra Abla bizi eversene

Çöpçatan programlarını izliyor musunuz?
Bütün günlerini evlerinde televizyon başında geçirenler ilgiyle izliyorlardır eminim.
Belki de orada yaşanan olayların sahiciliği insanları bu programları bu kadar merakla izlemeye yöneltiyordur.

Salondan gelen televizyonun sesine zaman zaman benim de kulak misafiri olduğum oluyor. İster istemez bazı konuşmalar kulağıma çalınıyor. Dinlemesem de duyuyorum. İlgimi çeken konuşmalar olduğunda da televizyonun karşısına geçip neler oluyor diye bir göz atıyorum.
Ekran karşısına geçince de komik mi desem trajikomik mi desem, ne diyeceğimi bilemediğim manzaralar çıkıyor karşıma.
Televizyondaki insanların davranışlarına sosyolojik bir durum olarak bakmaya çalışıyorum, olmuyor.
Eğlenceli bir durum olarak bakmaya çalışıyorum, o da olmuyor.
"Yayın saati belli bir televizyon programı" diye bakınca, hah işte o zaman oluyor.

Eşinden ayrılmışından hiç evlenmemişine, eşini kaybetmişinden evli olduğu halde kendisini bekar tanıtanına kadar herkes tası tarağı toplayıp gelmiş sanki oraya.
Evlenme arzusunda olan karakterler sahnenin bir tarafında, ekranda görünme arzusuyla programa koşarak gelen karakterler bir diğer tarafta.
Bu oyunun baş rolündekilerin kim olduğu zaman zaman birbirine karışıyor. Nedense figüranlar başrol oyuncularından sürekli rol çalma sevdasındalar.
İzleyenlerin sadece orada gördükleri insanlar hakkında nasıl veryansın ettiklerini duydukça da kulaklarıma inanamıyorum.
Belki de onlar oraya zaten veryansın etmeleri için çağrılmışlardır. Kim bilir...

Bu programların tarzını pek sevmesem de, yetişkin bir insanın kendi inisiyatifini kullanarak bir evlilik yapmak istemesinden doğal bir şey olamaz diye düşünüyorum.
Yaşını başını almış bir insanın orada ne işi var diye düşünülür ya bazen. Çocuklarını yetiştirmiş bir insanın geri kalan hayatını paylaşmak için, sohbet için, keyif için, gönül için, sıcak bir ten için yanında birini istemesi garibimize gider.
Evlilik sanki sadece gençler için ve sadece çocuk yapmak içindir.
Bu programlara yaşlıların dışında kısmet aramak için gelen gençler de yok değil. Gencecik kızlar, yakışıklı delikanlılar da kendilerine uygun eş aramaktalar.
Yaşı biraz büyükçe olanların televizyondan eş bulmak istemesini anlayabiliyor insan da, gençlerin bu yaşta ekranlara çıkıp eş aramasına akıl erdiremiyor nedense.

Herkes bir eş arıyor kendisine ama kimseler de kimseleri beğenmiyor.
Erkekler hem kendilerine hizmet edebilecek sağlıkta, hem de gönüllerini hoş edebilecek gençlikte kadın istiyorlar.
Kadınlar da hem hayatın ekonomik yükünü üzerlerinden alabilecek güçte, hem de erkeğin vefatından sonraki günlerde kendilerinin ortalarda kalmayacağı güvencesini sunabilen bir erkek bekliyorlar.
Haksız da sayılmazlar.
Bu zamana kadar hayat içinde bir şekilde mücadele etmişler ve yorulmuşlar. Şimdi rahat etmek istiyorlar.
Erkek, evinde sıcak bir yemek ve güler bir yüz görmek istiyor, kadın da evin direği olacak bir erkek...

Ve lâkin şu elektrik denen şey bütün bu akıllıca ve mantıklıca isteklerin önüne engel olup çıkıyor.
Bir türlü tutturamıyorlar elektrik alma işini.
Başın keldi, boyun kısaydı, dişin yoktu, tenin koktu diyemediklerinden olsa gerek, hemen elektrik alma konusunu sürüveriyorlar öne.
Elektriği tutanın da şartları tutmuyor çok zaman.
Bilenler bilirler de, bilmeyenler için diyelim; eskinin “yıldızı barışmadı” sözünün yeni versiyonudur elektrik alma sözü de. Bazen de perilerim almadı deriz hani. İşte o misal...
Hakikaten de nedense bazen bir insana hemen ısınıverirken, bir diğerini nedensizce hiç hazzetmeyiz. Ne huyunu biliriz, ne suyunu, ne başka bir şeyini.
Bakışı, gülüşü, duruşu, yani kısacası beden dili bizi kolayca çeker ya da iter. Bu sadece karşı cins için değil, hemcinslerimiz için de geçerli.

İnsanların birbirini reddetme nedenleri üzerine esprili bir anlatım paylaşmak isterim sizlerle:

KADININ ERKEĞİ REDDETME MASALLARI
1- Seni ağabeyim gibi severim.. (Saz heyetinde on dördüncü keman..)
2- Aramızda bu kadar yaş farkı olmasaydı keşke.. (Babam yaşındasın..)
3- Seni düşünemiyorum.. (Çirkinsin..)
4- Hayatım, kafam şu anda karmakarışık.. (Eve gideceğiz ve eski erkek arkadaşım gelecek, olay çıkacak..)
5- Bir başkasını seviyorum.. (Evde kedimi okşar, pasta-börek yerim..)
6- Aynı iş yerinde çalıştığım biriyle çıkamam... (Aslında aynı güneş sisteminde olsak da seninle olamam..)
7- Sorun senden değil, benden kaynaklanıyor.. (Sorun senden kaynaklanıyor..)
8- Şu sıralar kariyerime konsantreyim.. (İş yapmak bile seninle birlikte olmaktan daha ilginç..)
9- Sözlüm var.. (Seninle beraber olmaktansa her yalanı söylerim..)
10- Arkadaş kalalım.. (Benim yanımda ol da erkek arkadaşlarımın yaptıklarını anlatacak bir adamım olsun..)

ERKEĞİN KADINI REDDETME MASALLARI
1- Seni kız kardeşim gibi severim.. (ÇİRKİNSİN)
2- Aramızda bu kadar yaş farkı olmasaydı keşke.. (ÇİRKİNSİN)
3- Seni düşünemiyorum.. (ÇİRKİNSİN)
4- Hayatım, kafam şu anda karmakarışık.. (ÇİRKİNSİN)
5- Bir başkasını seviyorum.. (ÇİRKİNSİN)
6- Aynı iş yerinde çalıştığım biriyle çıkamam... (ÇİRKİNSİN)
7- Sorun senden değil, benden kaynaklanıyor.. (ÇİRKİNSİN)
8- Şu sıralar kariyerime konsantreyim.. (ÇİRKİNSİN)
9- Sözlüm var.. (ÇİRKİNSİN)
10- Arkadaş kalalım.. (ÇOK AMA ÇOK ÇİRKİNSİN!!)

Bu reddetmeler dışında kadınların hangi yaşta olurlarsa olsunlar hep bir beyaz atlı prens beklediklerini görüyorum ben bu programlarda. Bir adayı gördükten sonra illa ki bir diğer adayı da görmek istiyorlar.
“Ya o daha iyiyse?”
Kadınların müşkülpesentliğini ve meraklılığını anlatan ufak bir öyküyle bitirelim bugünkü yazımızı.

“Tatile çıkmış bir grup kız arkadaş beş yıldızlı bir otelin önünden geçerken bir an duraklarlar. Otelin kapısında; "Yalnızca bayanlar için..." yazan bir afiş asılıdır.Yanlarında eşleri ya da erkek arkadaşları olmadığı için bu otelde konaklamaya karar verirler.
Resepsiyondaki akıllara ziyan derecede yakışıklı genç bayanlara otelin "usulleri" üzerine küçük bir brifing verir: "Otelimiz beş katlıdır. Teker teker katları çıkın. Arzunuza hitap eden katta kalabilirsiniz. Hangi katta ne olduğunu açıklayan küçük tabelalar size yardımcı olacaktır. Yalnız dikkat edin, bir kez üst kata çıktınız mı bir daha bir alt kata inemezsiniz. “
Mükemmel adamın peşinde bizimkilerin içini bir heyecan kaplar. Bu epey ilginç bir tatil olacağa benziyordur. Hemen merdivenlere davranırlar.
Birinci kattaki tabelada; "Bu kattaki erkeklerin hepsi kısa boylu ve vasat tiplidir" yazmaktadır. Hep birlikte burun kıvırıp, ikinci kata doğru hareket ederler. Buradaki tabela da çok parlak şeyler vaat etmez: "Bu kattaki erkeklerin hepsi kısa boylu ve yakışıklıdır."
Kadınlar elbette ki buna da bir omuz silkerler. Üçüncü kata geldiklerinde gözlerine üzerinde; "Bu kattaki erkeklerin hepsi uzun boylu ve vasat görünümlüdür" yazan tabela çarpar...
Doğal olarak dördüncü katta şanslarını dememeye karar verirler.
Nihayet karşılarına; "Bu kattaki erkeklerin hepsi uzun boylu ve yakışıklıdır" yazan ilan çıkar. Fakat yine de o galeyan içinde hala yukarıda bir kat daha kalmış olduğunu hatırlarlar...
Kısa ama yoğun bir istişare sonucu son katta şanslarını denemeye karar verirler. Öyle ya, sonuçta her çıktıkları kat bir öncekinden daha iyi bir "çeşit" vaat etmektedir. Heyecanla beşinci ve sonuncu kata tırmanırlar.
"Zirve"deki tabelada yazanları dehşet içinde okurlar:
"Burada erkek falan yok. Bu kat yalnızca kadınları memnun etmenin bir yolu olmadığını kanıtlamak amacıyla inşa edilmiştir..." “

Kendini mükemmel addedip de mükemmeli aramanın sonucu bazen işte böyle hayal kırıklığı olabiliyor.
Ya da bu beklentiler çerez tabağının dibinde en son kalan bir leblebiye ram olmakla nihayetlenebiliyor.