7 Aralık 2021 Salı

"Kadına Şiddet Haberlerinde Medyanın Sorumluluğu"

“25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”
İstanbul Rumeli Üniversitesi tarafından, “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”ne istinaden, 25-26 Kasım tarihlerinde düzenlenen "Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Sempozyumu"nda kadına şiddetin eğitim boyutu, hukuk boyutu, psikoloji boyutu ve medya boyutu akademisyenler tarafından enine boyuna konuşuldu. 
İstanbul Rumeli Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü öğrencileri tarafından hazırlanan sokak röportajında, sokaktaki insanın "kadına şiddet"e nasıl baktığını izledik. 
İkinci günün konuşmacılarından birisi de bendim. Yazan bir kişi olarak ben de "Kadına Şiddet Haberlerinde Medyanın Sorumluluğu" başlıklı bir sunum yaptım.
Program Zoom ve YouTube üzerinden gerçekleşiyordu, ben de kendi yayınımı kendim kayda aldım. İstanbul Rumeli Üniversitesi yetkililerinin de onayıyla kendi sunumumun olduğu bölümü kendi sosyal medya hesaplarımda paylaştım. Sunumun çalışma metnini de yazı olarak saklamak istedim.
Video metin içinde mevcut. Arzu ederseniz metni okuyabilir, arzu ederseniz videoyu izleyebilirsiniz.
Daha güzel konuları konuşmak dileğimle...
26 Kasım 2021 / C.E.Y.

"Kadına Şiddet Haberlerinde Medyanın Sorumluluğu"
Konuşmama, Fatih Altaylı’nın (25 Kasım 2019 tarihinde) Journo haber sitesine yaptığı, ‘bıçaklı manşet’ yorumu ile başlamak istiyorum. (Bu bölümde Journo’da yapılan röportajdan yararlandım. https://journo.com.tr/fatih-altayli-haberturk-bicak-manset)
Hatırlar mısınız bilmem, 7 Ekim 2011 tarihli Habertürk'te sarsıcı bir manşet epey büyük bir tartışma yaratmıştı. 
Manisa’da iki çocuk annesi bir kadın 6 Ekim 2011 tarihinde kocası tarafından sırtından bıçaklanmış ve kaldırıldığı hastanede can vermişti. 
Habertürk ertesi gün haberi ve dehşet verici o fotoğrafı buzlamadan, “Kadına şiddette son nokta” başlığıyla sekiz sütuna manşet yapmış, “Günün olayı” vinyetini de eklemişti.
O tarihte bu vahşeti okurlara, Guy Debord’un ‘Gösteri Toplumu’ kehanetine uygun bir biçimde, gerçek şiddetin ne olduğunu göstermek için yayımlandığı gerekçesiyle sunmak tartışmalara yol açtı. 
Erkek şiddeti ile öldürülen bir kadının yarı çıplak halde ve sırtında bıçakla iç organları parçalanmış olarak gösterilmesi, haberde böyle bir fotoğrafın kullanılması, bir bakıma maktulü tekrar öldürmek anlamına geliyordu. Ki ben de o tarihte yazdığım yazımın başlığını “O kadın bir kez de o manşette öldürüldü” olarak atmışım. 
Fatih Altaylı haberi o gün (2011) verdiği şekle 8 yıl sonra bakıp, “O gün yazı işlerindeki ortamla bugünkü ortam farklı. Ben bu haberi kadın cinayetlerine dikkat çekmek için yaptığımı defalarca kez söyledim. Ama bugün aynı haber yazı işlerinde nasıl bir hava oluşturur, bilmiyorum. O yüzden bugün yapar mıydım, bilemiyorum.” diyor.
“Fatih Altaylı bu haberden sonra kadın cinayetleriyle ilgili bir yazı dizisi ya da kampanya yaptı mı? Yok. Demek ki farkındalık yaratmak için değil, gazetesinin tirajı artsın diye manşet yapmış. Dolayısıyla burada etik bir durum yok.” diyebilirsiniz.
Burada ben de şunu belirteyim:
Gazeteci ya da yazar sorun çözmez, soruna işaret eder. Kamuoyuna sunar, gereğinin yapılması onun vazifesi değil, yetkililerin vazifesidir.
İyi gazetecilik bu mu değil mi diye soralım.
İyi gazetecilik yapmak adına; kan ve vahşet görüntüleri altında kadın bedenini vermek yerine, kadına yönelik şiddetin arka planında yatan namus kavramı, erkeğin kadın üstünde kurmak istediği denetim, erkeğin kadın davranışı üzerine kurduğu kontrolü kaybetmesinden kaynaklanan utanç veya bu yöndeki algısı ile bu utancı tetikleyecek, kışkırtacak aile veya mahalle baskısı gibi etmenleri irdeleyip, insan hakları, kadın hakları odaklı habercilik yapmak gerekir diyebilirsiniz. 
Gazetecinin hakları, halkın haber alma hakkının ve ifade özgürlüğünün, meslek ilkeleri ise dürüst ve doğru iletişimin temelini oluşturur.
Gazeteci olmadıkları halde çeşitli biçimlerde gazetecilik faaliyetine katılanlar da bu sorumluluklar kapsamındadır. 
Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi; dijital platformlarda yapılan yayıncılık, gazete ve dergilerin sosyal medyadaki faaliyetlerini de kapsar.

Mesela Fotoğraf ve görüntü için der ki:
Cesetleri yakın plan gösteren, kan ve şiddet unsurları içeren fotoğraflara yer verilmemelidir. Gizli kamera gibi teknolojik yöntemler sadece yayınlanmasında kamu yararı olan ve başka türlü elde edilemeyecek istisnai durumlarda kullanılmalıdır.
Drone gibi insansız hava araçlarıyla fotoğraf ve görüntü çekimi sırasında özel hayatın gizliliğine saygı gösterilir. Hava trafiği ve uçuş güvenliği dikkate alınır, insan ve diğer canlıların hayatını tehlikeye atacak tutum ve davranışlardan kaçınılır.
Bu arada; çağımızın en büyük tehlikelerinden birisi de DRONE TERÖRÜ aslında.

Dijital Teşhir Çağı, Dijital Vahşet Çağı
Gazeteciliğin üzerine sosyal medya geldi, vatandaş gazeteciliği geldi. Gazeteler vatandaş gazeteciliği ile baş edemediler, çareyi Whatsapp iletişim hattı kurmakta buldular.
Yine de vatandaşın yayınladığı videolar, bir gazetede ya da televizyonda izlendiğinden daha fazla izleniyor. Görsel ya da yazılı medya da (her haberi yapamadığından, eli kolu bağlı olduğundan dolayı) ayakta kalmak, daha fazla tık almak, daha fazla satılmak adına verdiği haberleri adeta pornolaştırdı. 
(Üstelik bir de sizin bizim görmediğimiz, Deep internet diye bir şey var.
Oralarda ise canlı canlı kafa kesmeler, canlı canlı işkenceler ve daha pek çok vahşi davranışın canlı canlı yayınlandığı söyleniyor.)
Sonunda hepimiz şiddetin röntgencileri haline geldik. Böylelikle şiddet normalleşti, sıradanlaştı; kadın cinayetleri toplumsal bir olay değil de adli bir vakaymış gibi haber olmaya başladı.
Maktulün fotoğrafı kullanılmadan da bu alanda farkındalık yaratmanın mümkün müydü, başka bir bakış açısıyla farkındalık yaratılır mıydı, Habertürk’teki bu fotoğraf farkındalık yarattı mı bilmem ama bu olayın iletişim fakültelerinde okutulduğunu duymuştum.
Mesela o fotoğrafı ya da diğer şiddet fotoğraflarını görmeseydik bu da sıradan bir cinayet gibi algılanacaktı.
Bu da işin diğer bir yanı.

Kamera Hakkı, Ölme Hakkı
Ölüme, ölüye, ölü yakınlarına saygının rafa kaldırıldığı ve adeta ‘kamera hakkı’nın, ‘ölme hakkı’nın önüne geçtiği günümüzde medya tarafından şiddetin röntgencileri haline getiriliyoruz. Böylelikle şiddet normalleşiyor, sıradanlaşıyor; kadın cinayetleri toplumsal bir olay değil de adli bir vakaymış gibi haber yapılıyor.
Kötülüğün sıradanlaşmasına en büyük katkı görsel medyadan geliyor. Diziler olsun, gündüz kuşağı programları olsun toplumu ahlaksızlığa ve kötülüğe duyarsız hale getirdi.
İbret olsun amacıyla kurgulanması gereken programlar “örnek” oldu.

Nazi Almanya'sında Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Otto Adolf Eichmann, savaş sonrası kaçtığı Arjantin'de, Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde 11 Mayıs 1960 tarihinde  yakalanır ve İsrail'e getirilir. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne çıkartılır ve on beş ayrı iddiayla suçlanır. 
Kudüs'teki yargı sürecini felsefeci olarak değil, New Yorker dergisi adına izleyen Yahudi kökenli New Yorklu politik teorisyen Hannah Arendt, bu duruşmalarda Yahudilerin çektiği acıların, soykırımın ve insanlık suçunun göz ardı edildiğini, duruşmaların sadece kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini söyleyen ve terfi etmekten başka bir şey düşünmeyen, savaşın tam ortasında Bratislava'da İçişleri Bakanı'yla bowlinge gittiğinden başka bir şey hatırlamayan Eichmann'ın yaptıklarına indirgendiğini söyler.
Arendt, Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann'ın sadist bir canavardan ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeker. Özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurgular. 
Arendt, kötülüğün sadece zalim ruhlu insanlar tarafından yapılan bir fiil olmadığını, şartlar sağlandığında ve yeterli motivasyonla sıradan insanların da korkunç zulümleri soğukkanlılıkla yapabilecek potansiyele sahip olduğunu savunur. 
Eichmann da savunmasında Hannah Arendt'in dava sonrasında ortaya attığı "sıradan kötülük" kavramının arkasına saklanıp, "Ben hiç kimseyi öldürmedim. Sadece üstlerimin emirlerine uydum. Bir makinenin çarklarının sade bir dişlisiydim. Antisemitist değilim, hatta Yahudi arkadaşlarım bile vardı. 1937'de Filistin'e gittiğimde Siyonizm projesine de hayran kalmıştım. Bana Siyonist bile diyebilirsiniz." der.
Lakin daha sonra ortaya çıkan bazı gizli belgelerde Eichmann'ın Arjantin'de yaşarken bir gazetecinin, "En büyük pişmanlığınız nedir?" sorusuna şu yanıtı verdiği ortaya çıkar: "En büyük pişmanlığım, Yahudilerin tümünü öldürememiş olmamdır". 
(Eichmann'ın bu söylediklerini dikkate alırsak; Arendt’in, "O bir şeytan değil, sıradan bir 'kötü'dür. Emirlere uymuştur, o kadar" yaklaşımı bu dünyada kendine yatacak yer bulamaz.)
Daha sonra Aralık 1944'te savaşın bitimine doğru patronu Himmler'in "Dur!" emrine rağmen toplu Yahudi cinayetlerini uygulamaya devam ettiği de ortaya çıkar!
Yazılanlara göre Eichmann dava boyunca suçsuzu oynar, 31 Mayıs 1962'de Ramla'da idam edilirken son sözleri "Holokost'un Yahudilere karşı işlenmiş tarihin en büyük katliamı olduğunu kabul ediyorum. Savaşın kurallarına ve bayrağıma sadık olmak zorundaydım. Aileme ve eşime sevgiler. Artık hazırım." olur.

Milgram Deneyi
Adolf Eichmann yargılandığı bu dava Stanley Milgram'ı harekete geçirir. Doktora tezini psikoloji profesörü Solomon Asch’ın 1951 tarihli ünlü 'uyum' deneyi üzerine hazırlayan Milgram otoriteye boyun eğip eğmeme üzerine bir deney hazırlar ve deney için (günlüğü 4 dolardan) gönüllüler bulur ve deney başlar.
Deneyde; deney odasında her defasında biri deney yöneticisi kılığında olan üç kişi bulunuyor. Aslında denek gibi davranan diğer kişi de bir işbirlikçi ve denek odadaki tek deneğin kendisi olduğunu bilmiyor, diğer kişiyi de denek sanıyor. 
Denek bir paravanın arkasına oturtulan öğrenciye elektro şok kablolarının bağlanmasına bizzat nezaret ediyor ve şokun fiziki etkisini hissetmesi için de deney başlamadan deneğe 40 voltluk hafif bir şok uygulanıyor. Öğrenci rolünü oynayacak olan işbirlikçi sandalyesine bağlandıktan sonra denek paravanın öbür tarafındaki elektro şok makinesinin başına oturtuluyor.
Denekten elektro şok makinesine bağlanan öğrenciye elindeki kâğıttaki kelime eşleme sorularını sorması isteniyor. Yanlış cevapta öğrenciye elektrik şoku vermesi ve her yeni yanlış cevapta da bu şokun voltajını 15 volt arttırması isteniyor. Denek, paravanın öbür tarafındaki öğrencinin her yanlış cevapta gerçekten de elektrik şokuna maruz kaldığını sanıyor Ama gerçekte öğrenciye herhangi bir şok verilmiyor. Her voltaj artırımından sonra deneğe (daha önce kaydedilmiş olan) acı dolu çığlıklar banttan dinletiliyor.  
Voltaj derecesi yükseldikçe öğrencinin çığlık derecesi de yükseliyor. Belli bir voltajdan sonra öğrenci paravanı yumruklamaya başlıyor ve kalbinin sıkıştığını haykırıyor. Daha yüksek voltajda ise öğrencinin sesi ve tepkisi tamamen kesiliyor. Bu aşamada birçok denek deneyi durdurup, öğrencinin iyi olup olmadığını kontrol etmeleri gerektiğini söylüyor yöneticiye. 135 volttan sonra bazı denekler, deneyin amacını sorgulamaya başlıyor. Ancak çoğunluk, sonuçlardan sorumlu tutulmayacakları garantisi verilince, öğrenciye şok vermeye ve voltajı artırmaya devam ediyor.
Denek, deneye son vermeleri gerektiğini söylediği her an, yöneticinin 4 aşamalı sözlü uyarısına maruz kalıyor. Deney yöneticisi rolünü oynayan kişi, şok vermekte tereddüt eden deneğe ilk olarak, 'Lütfen devam et' diye sesleniyor. Ardından, ‘Deneye devam etmenizi gerektiriyor’ diyor. Eğer yine tereddüt gösterirse, 'Devam etmeniz çok önemli' deniyor. Son olarak, 'Başka seçeneğiniz yok, devam etmeniz lazım' uyarısı yapılıyor. Bu son uyarıdan sonra da denek, deneye devam etmeme iradesi gösterirse, deney sonlandırılıyor. Aksi halde deney, öğrenciye verilen şokun voltajı 450 volt olana kadar devam ediyor ve bu seviyede üç kez elektro şok uygulanıyor.
Deney başlamadan önce deneklerin çoğunun bir başkasına 150 volttan fazla elektrik şoku vermeyi reddedeceği tahmininde bulunan Milgram'ın, Yale Üniversitesi'ndeki bir grup psikiyatrist ve psikolog arasında yaptığı ankette de deneklerin sadece yüzde 1'inin 450 volta kadar çıkacağı tahmini yapılır. Ama deney sonunda herkesi şok eden bir sonuç ortaya çıkar. İlk deney grubunda bulunan 40 denekten 26'sı, yani yüzde 65'i, acı içinde bağıran öğrenciye kulaklarıyla duydukları halde, otoriteye itaat ederek 450 voltaj uygulamaya kadar ulaşır. Daha da vahimi, deneklerin bir tanesi bile, 300 volt seviyesinden önce deneyi bırakmaz.
Milgram, "İtaatin Riskleri" başlıklı makalesinde, deneklerin kötülük yaptıklarını düşünmediklerini, bir zulmün parçası olan sıradan insanların, sadece görevlerini yaptığını düşündüklerini, böylece, içinde herhangi bir nefret ve düşmanlık hissetmeden de muazzam bir yıkıcılığın parçası haline gelebildiklerini söylüyor. Milgram'a göre buradaki kritik eşik, itaatin zararlı sonuçlarının oluşmaya başladığı an. Bu eşiği geçen bir kişi her kötülüğü yapmaya hazır hale geliyor.

Doğurgan Kötülük
Hırsızlık, taciz, tecavüz, cinayet, iş cinayeti, kadın-çocuk-yaşlı-genç-hayvan-doğa-arkadaş-dost-akraba-komşu-evlat-anne-baba demeden herkes her türlü kötülüğü bir diğerinin üzerinde uygular oldu.
Televizyonlar, gazeteler ve sosyal medya bu haberlerden geçilmiyor.
Öyle ki bu kötülükler sıradanlaştıkça medya da dikkat çekmek için daha kanlı ve daha vahşi haber arar oldu. (Bazen mizansen bile yapar oldular)
Gazeteler ve televizyon kanalları kendilerine özel Whatsapp numaralarına gelen kayıtlar üzerinden vatandaşın ulaştırdığı canlı canlı kötülük haberlerini yapar oldu.
Bir aksaklık, bir haksızlık, bir yanlışlık haberinden ziyade "sıkı" bir kötülük haberi daha çok okunur oldu.
İyilik ve güzellik anlatan yapımlar değil, kötülük ve hainlik içeren yapımlar daha çok izlenir oldu.
Kötü haberler okundukça ve kötülük fışkıran yapımlar izlendikçe kötülük hem sıradanlaştı, hem de bu yapımlar insanlara kötülük öğreterek onları daha da kötüleştirdi.
Sıradanlaşan kötülük içinde "iyiler sıra dışı", kötü köleler ise “sıradan” oldu.
Olaylar aynı, isimler değişiyor.
Artık yazmak da anlamsızlaştı.
****
New York Times gazetesi, Milgram deneyini duyurduğu haberinde, 
"Kim bir köle gibi kendine her emredileni yapıp, milyonları gaz odalarına gönderebilir?" 
diye sorar,
ve yine kendisi, 
"Herhangi birimiz" 
diyerek cevaplar sorusunu...
(Bu bölümü Sıradanlaşan Kötülüğün Sıradan Köleleri başlıklı yazımdan alıntıladım.)

İnsan ne kadar ilerlerse ilerlesin içindeki vahşeti bir türlü yok edemiyor.
Her şey yolundayken efendi, sakin, birçok kavram ile donatılmış bir insan, kendi çıkarları söz konusu olduğunda ya da ceza sistemi ortadan kalktığında (savaş gibi) bir anda mağara adamına dönüşebiliyor.
Bakınız Pandemi'de karantinanın başlayacağı ilan edilince insanların markette birbirlerine saldırmaları. Ya da dün gördüm, akaryakıt sırasında neredeyse cinayet çıkacaktı.
Muhabirler her yere yetişemiyor ama vatandaşın kamerası her an teyakkuzda olduğu için bunları görebiliyoruz.
Dünya eskisinden kötü değil ama artık televizyon var diye bir söz duymuştum. Televizyonu geçtik, internet var, sosyal medya var, akıllı telefonlar var…

Bu arada; Yasalarımız Var, Evet. Lakin meselemiz o yasaları uygulamakta.
Bir suçluyu saçını yana yatırdı diye, takım elbise giydi diye, namus töre ve en önemlisi de ölen kişinin ispatlayamayacağı bir şekilde iftira atarak ceza indirimi alıyor ya da salıveriliyor. Kendisinden zayıf canlılara karşı işlenen tüm suçlar İnsanlık Suçu olarak değerlendirilmeli aslında.
Yurt dışında da şiddet var! Deniliyor.
Var da, yasaların en sert uygulanması da var.
When They See Us (Gerçek Suç) filmini izlediyseniz, orada da suçlunun bir an önce bulunması odaklı polis şiddetini, suçsuz yere tutuklanan gençlerin yıllar ve yıllar boyunca cezaevlerinde yaşadıklarını görürsünüz. 

Erkek dünyasında kadının saygı görmesi için ya erkekleşmesi ya da yaşlanması, yani cinselliğini yok etmesi/kaybetmesi gerekiyor.
Erkek gibi kadın derken kadın yüceltiliyor, karı gibi erkek gibi deyince kadınlık aşağılanıyor.
Kadınlar da mecburen gittikçe erkekleşiyor.
Erkekler, kendilerine muhtaç olmayan kadına hem imreniyorlar hem de sinir oluyorlar.
Kadınlar da gücü ellerine geçirince bunu (genetik kodlarındaki yılların ezilmişliği ile) erkeğin burnundan getiriyorlar. 
İki taraf da insan olmayı bilemiyor.
Cinsinin kıymetini bilmiyor.
Birbirini tamamlamak için yaratıldıklarını bilmiyor.
Topuklularımı hiç çıkartmadım demişti Gülden Türktan. (Ben de o günkü sunumu bu başlıkla köşeme taşımıştım) Erkek gibi olmadan var olmuştu. 

Siyasi iklim insanlara insanlıklarını unutturdu. 
Kötülük sıradanlaştı.
Sadece kadına değil, bu kötülük kendinden güçsüz herkese yöneldi.

Kabataş yalanını destekleyen “kadın gazeteciler” oldu.
Kadın şiddetini yerden yere vuran ama evde karısına şiddet uygulayan erkek gazeteciler oldu. Fatih Altaylı olsun Cüneyt Özdemir olsun pek çok gazeteci eşlerine/kadınlara değer veren söylemleriyle benim gönlümü fethediyorlar.
Kadıköy metrosundaki bıçak çekme olayını görmüşsünüzdür. 
Cüneyt Özdemir bunu da gündeme getirdi ve bıçaklı adama karşı duran kadını kahraman ilan etti.
Bu da kadınlara ve kadınları destekleyen erkeklere güç veriyor.
Bu ülkede kadın olmak zor.
Emin olun erkek olmak da zor. (“Ben erkek olsaydım” başlıklı bir yazım vardır mesela.)

Sonuç itibarıyla,
Toplum mühendisliğinde ve yönlendirmede medya üzerine düşen sorumluluğu taşımayı öğrenmeli.
Medyayı toplumsal cinsiyet eşitliğini öğrenmiş, vicdanlı, ahlaklı ve iyi yöneticiler yönetmeli. Medyada eril dil hakim. (En basitinden, kadın şoför, kadın gazeteci, kadın jokey, kadın doktor, kadın vs vs diye her mesleğin başına kadın konulur illa ki. Ama erkek şoför denmez, erkek doktor denmez. Ama iş adamı denir. Kadın dernekleri bu dili ısrarla düzeltmeye çalışıyorlar. Ben de kendilerine destek veriyorum. İş adamı-iş kadını ayrımı yapılmaksızın iş insanı tanımı kullanılıyor. Burada da ayrıma gidemiyor. Genel tanım iş insanıdır. Lakin Rahmi Koç iş adamıdır, Güler Sabancı iş kadınıdır)
Haberi yapan kişinin kendisi de şiddet kullanıyor belki. Ya da kadının başvurduğu polis de. Ve kadını, “kim bilir sen ne yaptın” sözü ya da bakışı ile suçlayabiliyor.
Uğur Şahin ve Özlem Türeci haberlerini bile Uğur Şahin ve Eşi olarak verenler oldu. Bu tanım çok da ciddi tepkiler aldı. 
Tepki vermekten çekinmemeli. Bana ne dememeli. Artık utanan taraf kadın olmamalı.
Sarı inek hikâyesine dönüyor yoksa.

Gazeteyi gazeteci değil de iş insanı yönetince maalesef ki böyle oldu. 
Gazetecilik ne kadar reklam o kadar paraya geldi. Gazete okunsa da okunmasa da, tv izlense de izlenmese de sorgusuz sualsiz akan reklam gelirleri var. (Malum bunları da siyaset belirliyor.) 
Gazeteci de para kazanacak, aç kalıp sürünmeyecek, özgürlüğünün bedeli parasızlık olamayacak. Ancak yaptığı haberler ile (artı-eksi) haksız kazanç sağlamayacak.   
Basın İlan Kurumu kaynaklarının yönlendirilmesi de ayrı mevzu.
Medya konusu çok boyutlu, çok katmanlı bir konu.

Medya bozuldu her şey bozuldu.
Özdemir Asaf’ın, “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.” sözünü bilirsiniz. 
Beyaz, dalga boylarındaki tüm renkleri kapsayan renktir. Tüm renklerin bileşimidir.
Kısacası, tüm renkler bozuldu...

2 yorum:

  1. Şiddet konusunda toparlayıcı bir yazı olmuş. Sadece kadına değil ,tüm canlılara şiddet uygulayanlara gerekli cezalar verilmediği sürece devam edecektir bu durum.Keşke eğitimle olabilse .Ne yazık ki bazı şeyler içgüdüsel, ne kadar eğitilirse eğitilsin pek değişen bir şey olmuyor.
    Şiddet içerikleri gösterimi /dizi/sosyal medya/bilgisayar oyunları vs. arttıkça gerçekleşme oranları da artıyor. Sanki aklında olmayana da akıl veriyor gibiler.Kesinlikle karşı olanlardanım.
    Emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil