Dersim üzerine yapılan tartışmaları izledikçe aklımdan sürekli şu düşünce geçiyor:
Bilim-kurgu filmlerinde gördüğümüz Zaman Makinesi icat edilse de, tarihte ne olmuştu ne bitmişti kavgaları artık bir sona erse.
Gitmek istediğimiz tarihi söylesek makinemize, uçup gitsek istediğimiz tarihe, görsek her şeyi bütün gerçekliği ile ve bu dalaşmalara hiç gerek kalmasa.
Olayların yaşandığı zamanlarda tarihçilerin tuttukları kayıtların hangisi doğru hangisi yanlış bilemiyoruz. Ortalarda dolaşan belgeler var ama canı isteyen o belgelere itibar ediyor, istemeyense etmiyor.
Bazı belgelerin ise kozmik odalarda saklandığı, ortalara çıkartılmadığı söyleniyor.
Bir kesim Dersimliler’den devlet adına özür diliyor, diğer bir kesim de yaşananlara devlet adına bahane gösteriyor.
Hepsi de sanki bu olay daha dün olmuş gibi bir tavır içindeler.
Daha önce hiç konuşulmayan, hiç bilinmeyen bir olaymış da yeni ortaya çıkmış gibi.
Belki de yeni gelen nesiller için yaşananlar bir kez daha yinelenmek isteniyor.
Evet, geçmişini bilmeyen geleceğini kuramaz, doğrudur.
Yeter ki o geçmiş tüm hatlarıyla doğru olarak anlatılabilsin.
Tarihi aydınlatma işi tarihçilerden çıkıp siyasetçilerin işi haline gelince bu çaba samimiyetini kaybederek politik malzemeye dönüşüyor. Herkes ayrı telden çalmaya başlıyor ve yaşananlar ya saptırılıyor ya da üzeri örtülüyor.
Dünya üzerinde yapılan soykırımları kınayan herkes bu konuyla ilgili biraz araştırma yaptığında görecektir ki dünya tarihi soykırımlarla dolu.
Fransızlar Cezayirliler’e, İspanyollar ve Amerikalılar Kızılderililer’e, Norveçliler Taterler’e, İngilizler Avusturalya yerlileri Oberjinler’e, Almanlar Namibyalılar’a, Yahudilere ve Çingeneler’e, 2.Dünya Savaşı sırasında Amerika ve İngilizler Almanlar’a, Danimarkalılar Alman mültecilere, Rumlar Kıbrıs Türkleri’ne, Yunanlılar Batı Trakya Türkleri’ne, Bulgarlar Türkler’e, Amerikalılar Felluce’de Iraklılar’a, Sırplar Srebrenitsa’da Müslüman Bosnalılar’a....
Bütün bunların hepsinin açılımında yüz binlerce ölüm, yüz binlerce tecavüz, kısırlaştırma, işkence, asimilasyon, kan, gözyaşı ve acı var.
Yeni topraklar fetheden her kim olursa olsun, o toprakların sahiplerini topraklarından sürerek ya da hepsini yok ederek kendilerine yer açıyorlar. Ele geçirdikleri bölgelerdeki doğal zenginlikleri kendi milletlerine aktarırken, bir yandan da o zenginliklerin gerçek sahiplerinin kanlarını akıtıyorlar.
Bu değişmez bir kural ve hâlâ daha uygulanmakta.
Benim büyüdüğüm zamanlarda ASALA Ermeni terör örgütü vardı ve “ermeni soykırımı” adına sürekli Türk diplomatlarına saldırıyorlardı.
İnternette ufak çaplı bir sorgulama sonucunda ASALA tarafından şehit edilen diplomatlarımızın isimlerini listeledim:
MEHMET BAYDAR 27 Ocak 1973 Los Angeles / ABD, BAHADIR DEMİR 27 Ocak 1973 Los Angeles / ABD, DANİŞ TUNALIGİL 22 Ekim 1975 Viyana / Avusturya, İSMAİL EREZ 24 Ekim 1975 Paris / Fransa, TALİP YENER 24 Ekim 1975 Paris / Fransa, OKTAR CİRİT 16 Şubat 1976 Beyrut / Lübnan, TAHA CARIM 9 Haziran 1977 Roma / İtalya, NECLA KUNERALP 2 Haziran 1978 Madrid, BEŞİR BALCIOĞLU 2 Haziran 1978 Madrid / İspanya, AHMET BENLER 12 Ekim 1979 Lahey / Hollanda, YILMAZ ÇOLPAN 22 Aralık 1979 Paris / Fransa, GALİP ÖZMEN 31 Temmuz 1980 Atina / Yunanistan, NESLİHAN ÖZMEN 31 Temmuz 1980 Atina / Yunanistan, ŞARIK ARIYAK 17 Aralık 1980 Sidney / Avustralya, ENGİN SEVER 17 Aralık 1980 Sidney / Avustralya, REŞAT MORALI 4 Mart 1981 Paris / Fransa, TECELLİ ARI 4 Mart 1981 Paris / Fransa, M. SAVAŞ YERGÜZ 9 Haziran 1981
Cenevre, CEMAL ÖZEN 24 Eylül 1981 Paris / Fransa
KEMAL ARIKAN 28 Ocak 1982 Los Angeles / ABD, ORHAN GÜNDÜZ 4 Mayıs 1982 Boston / ABD, ERKUT AKBAY 7 Haziran 1982 Lizbon, ATİLLA ALTIKAT 27 Ağustos 1982 Ottawa / Kanada, BORA SÜELKAN 9 Eylül 1982, NADİDE AKBAY 7 Haziran 1982, GALİP BALKAR 9 Mart 1983 Belgrad / Yugoslavya, DURSUN AKSOY 14 Temmuz 1983 Brüksel / Belçika, CAHİDE MIHÇIOĞLU 27 Temmuz 1983 Lizbon / Portekiz, IŞIK YÖNDER 28 Nisan 1984
Tahran / İran, ERDOĞAN ÖZEN 20 Haziran 1984 Viyana / Avusturya, EVNER ERGUN 19 Kasım 1984 Viyana / Avusturya
1910-1922 yılları arasında Ermeni çetelerinin yaptığı katliamlar sonucunda yaşanan ölümler de rakamlarla ifade edilecek gibi değil.
Birkaçını yazmam bile durumun vahametini anlatmaya yetecektir.
22 Mayıs 1916 Van (80 bin ölü), Şubat 1914 Kars-Ardahan (30 bin ölü), 17 Ekim 1920 Pasinler (9 bin 287 ölü), 18 Ekim 1920 Tortum (3 bin 700 ölü), 19 Ekim 1920 Erzurum (8 bin 439 ölü), 26 Ekim 1920 Kars civarı (10 bin 693), 7 Aralık 1920 Kars-Digor (14 bin 620 ölü), 14 Aralık 1920 Sarıkamış (5 bin 337 ölü)...
Liste o kadar uzun ve rakam o kadar kabarık ki nedense bunlar katliamdan sayılmıyor.
Toptan yok edilen köyler, kaybolan gençler, yakılan çocuklar, tecavüz edilerek öldürülen kadınlar...
Okurken dahi can dayanmıyor.
Şimdi; bütün bunlar yaşanmışken birilerinin diğerlerine karşı mazlumu ve günahsızı oynaması haksızlık değildir de nedir?
Günah keçisi ilan edilenin devletine sahip çıkmaması ve her şeyi kabul etmesi de akıllara şu soruyu getiriyor:
Bu kabulleniş; Dersim olayları sırasında iktidarda, şu anda da muhalefette olan partiye karşı yapılan bir saldırı mıdır, yoksa gerçekten bir taziye midir?
İsyanlarla uğraşacak meşru otorite devlet olduğuna göre, devletin bekasını sağlamak için isyan çıkartanlara karşı her türlü müdahaleyi yapmak da devletin göreviyse bu görevin ifa edilmiş olması mıdır suç?
Yıllardan beri PKK ile mücadele ediyoruz. Pek çok terörist öldürüyoruz. Pek çok şehit veriyoruz.
Bir gün de bunların hesabının sorulmayacağı ve bugünkü hükümetin bunlar yüzünden suçlanmayacağı ne malum...
Tarihimizle gerçekten yüzleşecek isek ve her şeyi dosdoğru ortaya dökeceksek ne alâ.
Yok bu çıkışlar gündem yaratmaksa,
O başka...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder