14 Kasım 2011 Pazartesi

Eşeğin sağlam kazığa bağlı mı?

Sosyal paylaşım sitelerinin durmaksızın dönen çarklarından sıyrılmak lâzım bazen.
Bir çeşit sosyal detoks yapmak lâzım.
Büyüyüp genişleyen dünyayı daraltıp küçültmeli, bildiğimiz öğrendiğimiz her ne varsa bir süreliğine unutmalı.
Ne kimin kime ne dediği, ne de kimin kime ne ettiği.
Ne Van’da soğuktan donan minik eller, ne vadilerde şehit düşen gencecik askerler, ne de tatilde trafik terörüne kurban verilen tatilciler. .
Ne Yunanistan krizi, ne de İsrail tehdidi.
Ne Almanya'nın Merkel'i, ne de İtalya’nın Berlusconisi...
Ne işlenen cinayetler, ne edilen tecavüzler ve ne de kurban keserek sevap kazanmak isteyenlerin girdiği veballer...
Hepsinden bir nebze olsun uzaklaşarak her şeyi öğrenmenin yüreğimize yüklediği yükten arınmalı.
Hafiflemeli.
Hiç farkında olmadan izlediğimiz, dinlediğimiz, gördüğümüz her olay minik bir taş olup oturuyor içimize. Taşlar biriktikçe ağırlaşıyor. Ağırlaştıkça bastırıyor. Bastırdıkça da içimiz eziliyor, sanki etlerimiz çürüyor.
Sürekli bir tedirginlik hali, sürekli bir güvensizlik, sürekli bir gerginlik.
İnsan; dünyayla pek alâkası olmayan “duyarsız” dediğimiz insanların mutluluğuna gıpta eder hale geliyor.
Ne gam, ne kasavet.
Varsa yoksa akşam yemeğinde ne yesek, televizyonda hangi diziyi izlesek...
Ben bu satırları yazarken (daha fazla uzak kalamadığım) sosyal medyadan, Van’ın 5,6 ile tekrar sallandığını ve yine yerin yerinden oynadığını öğreniyorum. Yine çöken binalar, yine kaybedilen canlar...
Çöken binaları gördükçe o binaları yapanlara da, o binalara ruhsat verenlere de okkalı bir rahmet okumadan edemiyorum.
“Deprem öldürmez bina öldürür” lâfını, “deprem öldürmez insan öldürür” olarak değiştirsek yeridir hani...
Bizi üzen olaylardan uzaklaşmak, olanları görmezden gelmek iyi de, hafiflemek ve arınmak için bir çözüm yolu değil ki...
Sadece bir kandırmaca. Var saymaca ya da yok saymaca...
Her şeyin aslında devam ettiğini (içten içe) bildiğimiz sürece ne kadar arınmış olabiliriz.
Gerçek çözüm, felaket zamanlarında dahi ayakta kalınabileceğinin güvenini duymakta.
Eskilerin tabiriyle; eşeğin sağlam kazığa bağlandığını bilmekte...

Minik bir hikayeyle bağlayalım;
Genç bir adam Amerika'nın batısındaki bir çiftliğe iş başvurusunda bulunmuştu.
Çiftliğin sahibi ona özelliklerini sorduğunda adam kendine güvenen bir edayla şöyle cevap vermişti:
"Rüzgar estiğinde dahi uyuyabilirim..."
Bu söz yaşlı çiftlik sahibinin kafasını çok karıştırmıştı, fakat bu zeki genç adamdan da çok hoşlanmıştı. Bu yüzden onu işe aldı.
Birkaç gün sonra yaşlı çiftlik sahibi ile karısı gece yarısı çok sert ve şiddetli bir rüzgarla uykularından fırladılar.
Bir sorun çıkma ihtimaline karşı her yeri kontrol etmeye başladılar. Pencere ve kapıdaki kepenklerin sıkıca kapatılıp kancalarının yerlerine takıldığını gördüler.
Kalın ağaç kütükleri sıra sıra şöminenin yanına dizilmişti.
Tarım araçları güvenli bir şekilde hangara yerleştirilmişti. Traktör garajdaydı.
Ahırın kapısı düzgün bir şekilde kapatılmış ve kilitlenmişti. Hâttâ içerideki tüm hayvanlar da oldukça sakindiler.
Genç adam ise hemen ilerideki kulübesinde huzurlu bir şekilde uyuyordu.
İşte o anda yaşlı çiftlik sahibi genç adamın o gün kendisine ne demek istediğini anlamıştı:
"Rüzgar eserken dahi uyuyabilirim..."
Çünkü genç adam fırtınasız güzel günlerde bir gün şiddetli bir fırtına ile çiftlikteki her şeylerini kaybedebilecekleri düşünerek işlerini o kadar bağlılıkla ve o kadar düzgün bir şekilde yapmıştı ki, en sert, en şiddetli fırtına dahi kopsa yatağında huzurla uyuyabiliyordu.

Son yıllarda memleketimizde yaşadıklarımızı düşünürsek;
"Doğru ve düzgün yapılmayan her şey eninde sonunda yıkılmaya mahkûm iken, hâlâ daha inatla yalan ve yanlış işler yapmaya çalışmak, sonra da bunun bedelini hep birlikte ve en acı bir şekilde ödemek bizim kaderimiz mi, yoksa karaktersizliğimiz mi?" diye bir soru gelmiyor mu sizin de aklınıza?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder