Turgut Özakman'ın "Korkma İnsancık Korkma" kitabını okuyorum bu aralar.
Cumhuriyet’in ilan edilmesinden önceki ve sonraki dönemde geçiyor kitap.
Henüz daha doğmadan babası savaşta şehit düşmüş, annesi ise o daha bebekken hastalanıp ölmüş bir çocuğun dilinden anlatılıyor kitap.
Zamanında Ege'deki Rum baskısından Edremit'teki zeytinliklerini bırakıp İstanbul'un Bakırköyüne göçen dedesi ve babaannesinin evinde büyüyen çocuğun, okul çağına geldiğinde anne tarafına da gitmeye başlaması, çocuğun iki farklı kültürdeki iki ayrı evi yaşayışı, bir yandan da anneannesinin evinde babası gibi şehit olmuş dayısının yirmi iki yaşındaki dul eşi tiya Eleni ile tutkulu aşkı, içindeki ilk kıpırtılar, ilk uyanışlar...
Roman bir yandan küçük çocuk ve Eleni arasında yaşanan tutkulu aşkın etrafında dönerken, bir yandan da Cumhuriyet öncesi dönem akıyor arkada.
Bizim tarih kitaplarında okumadığımız dönemin 'sosyal hayat yüzü', tüm detaylarıyla, kanlı canlı ve an be an kitabın sayfalarında yaşanıyor. Yıkılış öncesi ülkenin içinde bulunduğu vahim durum ve diriliş öncesi verilen insan üstü mücadeleler bireyler üzerinden ta derinlere dokunarak aktarılıyor.
Dönem içinde adeta bir zaman yolculuğuna çıkıyorum kitabı okurken.
Kitapta anlatılanların benzerlerini duyarak büyüdüğümden olsa gerek, kitabın sayfalarında hafızamın derinliklerinde, hücrelerimde, iliklerimde, daha doğrusu mitokondirlerimde barınan acılar körükleniyor.
Halkın Mustafa Kemal Paşa'ya duyduğu tedirginlik ve güvensizlik, Ankara'dan yapılan açıklamalarla halkın bir anda ümide, yayılan yalan haberler ile de bir anda ümitsizliğe kapılması, sürüp giden hayat gailesi, gittikçe sıkışan ekonomi, sarayın basiretsizliği, Türkler üzerinde yabancıların sokağa kadar inen hayasız baskısı ve dahası...
332 sayfalık kitabın 132. sayfasındayım henüz ve kitap bittiğinde şimdi 6-7 yaşlarında olan küçük çocuk on altı yaşında genç bir delikanlı; Türkiye Cumhuriyeti de her savaştan alnının akıyla çıkmış on yaşında genç bir devlet olacak...
****
2000'lilere uzak belki ama 1919'lar, 1923'ler 1950'lilere, 60'lılara, 70'lilere çok uzak değil.
30 Ağustos 1922'den 30 Ağustos 2017'ye yüz yıl bile geçmedi henüz. Hepi topu beş nesil.
Beş nesil sonra geldiğimiz noktada; Cumhuriyet'in bacaklarına indirilen darbeler ile Atatürk Türkiyesine diz çöktürülmeye çalışıldığı günlerdeyiz.
Bizler, bu cânım ülkeyi işgalden kurtaranların kurduğu ülkede doğup büyümüş ve vatan olarak burayı bilmiştik. Kuranların emanet ettiği devleti yükseltecek ve devam ettirecek olan yükselen yeni nesil bizlerdik. Ancak yaşadığımız şu günlere bakarsak, demek ki o sözlerin anlamını yeterince idrak edememişiz, edenlere de itibar etmemişiz.
Demek ki insan hiçbir şeyi yaşamadan anlamıyor. Ne kadar okusa da, ne kadar bilse de, ne kadar dinlese de, tecrübe etmedikçe "bana olmaz" zannediyor.
Lakin, su uyuyor ama düşman uyumuyor...
****
Osmanlı döneminde de, Türkiye Cumhuriyeti döneminde bu topraklar üzerinde farklı insanlar yaşıyormuş gibi bir algı yaratılıyor şimdilerde..
Sanki 1919'a kadar olan dönemin her anı âlâ, 1919'dan sonrası ise; kötü bile değil, YOK!
Resmi törenlerde bile sadece Çanakkale şehitleri ile 15 Temmuz şehitleri anılıyor artık.
Kurtuluş Savaşı yok, Kıbrıs yok, Kore yok, Güneydoğu yok, kimse yok...
Bu milletin evlatları devletinin gönderdiği savaşlarda şehit olup yitip gitmişken ya da gazi olup her anlamda paramparça yaşamaya çalışırken ve yıllardır memlekette neredeyse her haneye ateş düşmüşken, şehitleri yok saymak demek bir milleti yok saymak demek değil de ne?
Boş küme misali "{ }" koskocaman bir boşluk...
Öyle değil efendiler öyle değil.
Yeni yeni icatlar çıkartmayın başımıza, olmayan olmayan tarihler yazmaya kalkmayın.
Üç günlük ömrünüz var şurada.
Öyle olun ki; Alparslan'ı yazdığı gibi, Atatürk'ü yazdığı gibi sizi de tarih yazsın...
Kapak fotoğrafındaki "Alparslan" portresi Alper Faruk Seven'e aittir...
Cumhuriyet’in ilan edilmesinden önceki ve sonraki dönemde geçiyor kitap.
Henüz daha doğmadan babası savaşta şehit düşmüş, annesi ise o daha bebekken hastalanıp ölmüş bir çocuğun dilinden anlatılıyor kitap.
Zamanında Ege'deki Rum baskısından Edremit'teki zeytinliklerini bırakıp İstanbul'un Bakırköyüne göçen dedesi ve babaannesinin evinde büyüyen çocuğun, okul çağına geldiğinde anne tarafına da gitmeye başlaması, çocuğun iki farklı kültürdeki iki ayrı evi yaşayışı, bir yandan da anneannesinin evinde babası gibi şehit olmuş dayısının yirmi iki yaşındaki dul eşi tiya Eleni ile tutkulu aşkı, içindeki ilk kıpırtılar, ilk uyanışlar...
Roman bir yandan küçük çocuk ve Eleni arasında yaşanan tutkulu aşkın etrafında dönerken, bir yandan da Cumhuriyet öncesi dönem akıyor arkada.
Bizim tarih kitaplarında okumadığımız dönemin 'sosyal hayat yüzü', tüm detaylarıyla, kanlı canlı ve an be an kitabın sayfalarında yaşanıyor. Yıkılış öncesi ülkenin içinde bulunduğu vahim durum ve diriliş öncesi verilen insan üstü mücadeleler bireyler üzerinden ta derinlere dokunarak aktarılıyor.
Dönem içinde adeta bir zaman yolculuğuna çıkıyorum kitabı okurken.
Kitapta anlatılanların benzerlerini duyarak büyüdüğümden olsa gerek, kitabın sayfalarında hafızamın derinliklerinde, hücrelerimde, iliklerimde, daha doğrusu mitokondirlerimde barınan acılar körükleniyor.
Halkın Mustafa Kemal Paşa'ya duyduğu tedirginlik ve güvensizlik, Ankara'dan yapılan açıklamalarla halkın bir anda ümide, yayılan yalan haberler ile de bir anda ümitsizliğe kapılması, sürüp giden hayat gailesi, gittikçe sıkışan ekonomi, sarayın basiretsizliği, Türkler üzerinde yabancıların sokağa kadar inen hayasız baskısı ve dahası...
332 sayfalık kitabın 132. sayfasındayım henüz ve kitap bittiğinde şimdi 6-7 yaşlarında olan küçük çocuk on altı yaşında genç bir delikanlı; Türkiye Cumhuriyeti de her savaştan alnının akıyla çıkmış on yaşında genç bir devlet olacak...
****
2000'lilere uzak belki ama 1919'lar, 1923'ler 1950'lilere, 60'lılara, 70'lilere çok uzak değil.
30 Ağustos 1922'den 30 Ağustos 2017'ye yüz yıl bile geçmedi henüz. Hepi topu beş nesil.
Beş nesil sonra geldiğimiz noktada; Cumhuriyet'in bacaklarına indirilen darbeler ile Atatürk Türkiyesine diz çöktürülmeye çalışıldığı günlerdeyiz.
Bizler, bu cânım ülkeyi işgalden kurtaranların kurduğu ülkede doğup büyümüş ve vatan olarak burayı bilmiştik. Kuranların emanet ettiği devleti yükseltecek ve devam ettirecek olan yükselen yeni nesil bizlerdik. Ancak yaşadığımız şu günlere bakarsak, demek ki o sözlerin anlamını yeterince idrak edememişiz, edenlere de itibar etmemişiz.
Demek ki insan hiçbir şeyi yaşamadan anlamıyor. Ne kadar okusa da, ne kadar bilse de, ne kadar dinlese de, tecrübe etmedikçe "bana olmaz" zannediyor.
Lakin, su uyuyor ama düşman uyumuyor...
****
Osmanlı döneminde de, Türkiye Cumhuriyeti döneminde bu topraklar üzerinde farklı insanlar yaşıyormuş gibi bir algı yaratılıyor şimdilerde..
Sanki 1919'a kadar olan dönemin her anı âlâ, 1919'dan sonrası ise; kötü bile değil, YOK!
Resmi törenlerde bile sadece Çanakkale şehitleri ile 15 Temmuz şehitleri anılıyor artık.
Kurtuluş Savaşı yok, Kıbrıs yok, Kore yok, Güneydoğu yok, kimse yok...
Bu milletin evlatları devletinin gönderdiği savaşlarda şehit olup yitip gitmişken ya da gazi olup her anlamda paramparça yaşamaya çalışırken ve yıllardır memlekette neredeyse her haneye ateş düşmüşken, şehitleri yok saymak demek bir milleti yok saymak demek değil de ne?
Boş küme misali "{ }" koskocaman bir boşluk...
Öyle değil efendiler öyle değil.
Yeni yeni icatlar çıkartmayın başımıza, olmayan olmayan tarihler yazmaya kalkmayın.
Üç günlük ömrünüz var şurada.
Öyle olun ki; Alparslan'ı yazdığı gibi, Atatürk'ü yazdığı gibi sizi de tarih yazsın...
Kapak fotoğrafındaki "Alparslan" portresi Alper Faruk Seven'e aittir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder