16 Aralık 2020 Çarşamba

Anlattım, Roman Oldu

Her şey, okuma yazmayı okula gitmeden öğrenmesiyle başladı aslında. Annesi ona, ilkokula giden ablasının derslerini rahat çalışabilmesi ve ablasının kitabını defterini karıştırmaması, ablasını rahat bırakması için elinde kalem kâğıt verip şekiller çizerek, çizdiği şeklin ismini söyleyerek farkında olmadan okuma yazmayı öğretmişti.

Arada sırada ablası ile okula gidiyor, sınıfta, ablasının yanında sessizce oturup ders dinliyordu. Ablasının öğretmeni bu minik misafir öğrenciye ses çıkartmıyor, onun varlığından rahatsız olmuyordu. İlkokula başlama yaşı henüz gelmemişti. O yüzden henüz okula yazdırılmamıştı. Bir gün, nasıl olduğunu tam olarak hatırlayamadığı bir şekilde, sokakta oynarken, evlerinin yanı başındaki okula teyzesinin oğlu tarafından götürüldü ve bir sınıfa bırakıldı. Sınıf birinci sınıf değil, ikinci sınıftı. Sınıftaki öğretmenin onun geleceğinden haberi olmalıydı ki, sınıfta ona hemen bir yer bulundu. Öğretmen komşularının kızıydı zaten. Annesi komşu kızı öğretmen ile konuşmuş olmalıydı. Öğretmen de “Gönderin, deneyelim” demişti herhalde.

Galiba o ilk gün, iki ders arasındaki teneffüste ya da dersten dışarı alınarak, annesinin evden gönderdiği kara önlük üzerime geçirilmiş, iki ucunda ilik olan beyaz yaka önlüğün boynundaki düğmeye iliklenmişti. On beş gün boyu ikinci sınıfın yedek öğrencisi olarak gidip geldi. On beşinci günün sonunda yapılan sınavda başarılı olarak ikinci sınıfın asil kadrosuna geçmeye hak kazandı. Kendisi gibi iki öğrenci daha ikinci sınıftan devam etti, diğer iki öğrenci ise birinci sınıfa geri gönderildi.

Birinci sınıfı okumamış, hayat ikinci sınıftan başlamış, tüm hayatı bu erken adım ile şekil almıştı.

Sınıftaki arkadaşlarından hem yaşı hem de bedeni küçüktü. O yüzden de hep ön sırada oturur, öğretmeninden bir an bile gözünü ayırmaz, onu, her hareketini takip ederek dinlerdi. Ömür boyu sürecek olan odaklanabilme yeteneği o günlerden geliyordu demek. Pek çok kişinin en büyük problemi olan konsantrasyon bozukluğu onun kapısını hiç çalmamış, bilakis, içinde bulunduğun âna yoğunlaştığı zaman dünyadan kopar olmuştu.

Sınıf arkadaşları ondan büyüktü ama bu onların arasında olumlu ya da olumsuz herhangi bir ayrıcalık yaratmıyordu. Bugün, üzerinden elli yıl geçmesine rağmen hâlâ görüştüğü arkadaşlarını seviyor, onlarla kolay anlaşıyordu. Dersleri ne çok parlaktı ne de zayıf. Okul hayatı belli bir ortalama ile istikrarlı bir şekilde devam ediyordu. Dikkatli dinlemeyi ve ödevlerini özene bezene yapmayı hiç bırakmıyordu. Bu sayede çok fazla çalışmasına gerek kalmıyordu.

Cumhuriyet dönemi yapılmış olan iki katlı Cumhuriyet İlkokulu, annesine de, teyzelerine de kucak açmıştı. Okul denince aklına o kadar çok şey geliyordu ki; yüksek tavanlar, büyük ve çift kanatlı kapılar, uzun ince ve üst kısmı yukarıya doğru sivrilen oval pencereler, uzun çıtalardan oluşan, katranla parlatılmış ahşap zemin, köşede, kışın arada sırada hizmetlinin sınıfta ders yapılıyor olmasına aldırmaksızın içeriye dalarak ateşini tazelediği soba, alt rafına defterlerin kitapların konulduğu üzeri çizik çizik tahta masalar, bazen iki, bazen üç kişi oturulan tahta sıralar, önü kapalı öğretmen masası ve sandalyesi, içinde kitapların olduğu camekânlı, camlarına resimler ya da yazılar yapıştırılmış sınıf dolabı, bir duvarda asılı sınıf panosu, panoda kronolojik olarak yer alan Osmanlı Padişahları, öğretmen masasının arkasında, öğrenci sıralarının karşısında boydan boya uzanan kara tahta, tahtanın önündeki olukta renk renk, irili ufaklı tebeşirler, tebeşir tozuna bulanmış, pat pat diye birbirine vurulunca insanın ağzını yüzünü, saçını başını tebeşir tozuna bulayan silgiler, canı sıkılan öğrencilerin kalemlerini açma bahanesiyle başına dikildiği çöp kutusu, müzik dersinde tebeşir sürtülerek iyice beyazlatılan kınnap ile tahtaya çizilen porte, birkaç kişide olan ve fena şekilde özenilen melodika ve mandolin, derse göre harita odasından taşınan gezegenler ve güneş sistemi maketi, büyük boy siyasi ya da fiziki haritalar, zaman zaman yardım amaçlı dağıtılan ve üzerine paranın miktarı yazılan, içine az para konulduğu zaman utanılan Kızılay zarfları, Hababam Sınıfı filmindeki Hafize Ana’ya benzeyen hizmetlinin çaldığı çan, zilin çalmasıyla zincirinden boşanmış gibi sınıflardan çıkılıp koşturulan koridorlar, aceleden ayakları dolaşıp merdivenlerden yuvarlananlar, korkudan ya da heyecandan kusanlar ve taze kusmuğun üzerine dökülen talaş ile birlikte faraşa alınan kusmuğun yerde hiç iz bırakmaması, o kısacık teneffüs dilimlerinde ağızda sanki saatler sürmüş gibi lezzet bırakan oyunlar, bahçede kol kola girmiş ayrı ayrı gezen kız çocuklar ile erkek çocuklar, koşmaktan suratı pancar gibi kızarmış, bahçedeki çeşmeye ağzını dayayıp, annesinin her gün ettiği tembihi unutarak terli terli su içenler, yanlarında açılır kapanır mika bardak taşıyanlar, pazartesi günleri temiz mendil üzerinde yapılan tırnak kontrolü, 23 Nisan hazırlıkları, sınıf süslemeleri, rondlar, müsamereler, Yerli Malı Haftası, küme çalışmaları, her hafta sonu sırayla eve götürülerek yıkanan, ucunda hangi kümeye ait olduğu el ile işlenmiş masa örtüleri, sınıfın dışındaki askılara asılan paltolar, hırkalar…

Karnesinde notları “hepsi pekiyi” olmasa da, yaptığı resimler elden ele dolaşıyor, sınıf sınıf gezdiriliyordu. Gördüğü her şeyi resmediyor, ağaçları mum ağaç olarak çizenlerin nasıl olup da ağacın kökünü, dalını, budağını, yaprağını görmediğine şaşırıyordu. Arkadaşları masaları hem tepeden görmüş gibi kuşbakışı çizip, hem de masanın bacaklarını kare çizimin köşelerine, bacaklarını bir o yana bir bu yana açmış yatan bir kurbağa misali ekliyorlardı. Ama masa öyle miydi? Bakmıyorlar mıydı, görmüyorlar mıydı?  O çizdikleri ağaç ağaca, masa masaya benziyor muydu?

Boş bulduğu her yere bir şeyler çiziyor, hele de annesinin naylon çoraplarının ambalajının içinden çıkan pürüzsüz beyaz kâğıda dokunarak, bu ince ve beyaz kartona ne kadar güzel resim yapabileceğini düşünürken o kâğıdı paha biçilmez bir tuvalmiş gibi kendisine saklıyordu. Bazen de görmediklerini ama okuduklarını resmediyor ya da kendi hayalinden bir şeyler uyduruyordu. Yarattığı karakterleri çizdiği karikatürler ile konuşturuyor, karikatüre bakanları güldürüyordu. Eğer ki yaptığı resme el sürüp de resmini bozmaya kalkan olursa, yıllar sonrasında da yapacağı gibi, resmine müdahale edene bozuluyor, yaptığı resme el sürdürtmüyordu.

Pazartesi ve Cuma arasında geçiveren günler, birinci dönem, yarıyıl tatili, ikinci dönem, karne heyecanı, her yıl babasının köyünde geçen yaz tatili, tatil kitabı derken, üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıf ile birlikte ilkokul da bitti.

O tarihlerde olup da sonradan kaldırılan ilkokul bitirme sınavlarına giderken her sabah erkenden kalkışını, iki yanda ördüğü saçlarının ucuna kondurduğu beyaz kurdeleleri, bembeyaz çoraplarını, beşinci sınıfın sonunda artık iyice küçülmeye başlamış ama yenisi dikilmemiş siyah önlüğünü ve her zaman kendisinin kolalayarak taş gibi yaptığı beyaz yakasını, İstiklâl Marşı’nın on kıtasını birden ezberleme telaşını, sınavda başarısız olur muyum korkusunu dün gibi hatırlıyordu.

Sınavlar ve mülakat sonunda ilkokulu bitirmeye hak kazandı. Okul bitince ortaokula gönderilmeyecek kız arkadaşları vardı. Bazıları ise kız erkek karışık liseye değil de, sadece kızların eğitim gördüğü, eğitimin de ağırlıklı olarak ev kadını olmak üzerine olduğu akşam sanata gönderilecekti. Kendisi için endişelenmiyordu çünkü ablası karışık liseye yollanmış, başarılı da bir öğrenci olmuştu. Kendisi de gönderilirdi elbet.

Babası da annesi de çocukları arasında kız çocuk erkek çocuk ayırımı yapmamışlardı ama kızlar, erkek kardeşleri yaramazlık yaptığında “Senin oğlun var ya!” diyerek annelerine şikâyete başlarlardı. İki kızın ardından gelen oğlan ikinci kızın, yani bizim kızın, oğlan beklendiğinin göstergesiydi. Anne ve babası ikincide tutturamadık diyerek bir deneme daha yapmışlar ve üçüncüde muratlarına ermişlerdi. Bu da özellikle iki numaranın, yani onun hem daha uyumlu, hem beklenenden daha becerikli, hem daha başarılı, hem daha gayretli olmasını sağlamıştı. “Siz oğlan beklerken ben kız doğdum ve sizi hayal kırıklığına uğrattım ama bakın ben iyi bir çocuğum.” diyordu sanki. Yıllar boyu el uzatılan, dertlere derman olan hep o olacaktı.

Annesi zaman zaman penceredeki tülleri başının üzerinde toplayıp onu gelin kılığına sokuyordu gerçi ama babasının ona dediği gibi “Bu kadar yeter, daha fazla okuma!” demiyor, ortaokul için formasını dikiyor, eksiklerini tamamlıyordu. Kendisi üçüncü sınıfa kadar okumuştu. Okuma yazmayı söküp, bir şeyler öğrenince babası, “Okuyup da ne olacak, oğlanlara mektup mu yazacak?” diyerek onu daha fazla okutmamış, diğer kızlarına yaptığı gibi onu da okuldan almıştı. Babası da ilkokul ikinci sınıftan terkti. Annesi ile babası zaman zaman kendi aralarında kimin daha fazla eğitimli olduğu üzerine çekişirlerdi. İkinci sınıftan terk mi, yoksa üçüncü sınıftan terk mi?

Babası okuyan, yazan ve özellikle de sinemaya çok düşkün bir adamdı. İzlediği filmlerin çetelesini tuttuğunu söylemişti ona bir gün. O da babası gibi izlediği filmleri listeliyor, film isminin yanına kısaca konusunu ve oyuncularını not alıyordu.

Büyüdüğü evde, evin her köşesinden kitaplar, gazeteler, mecmualar çıkardı. Eline geçirdiği mecmualardaki alâmünit hikâyeleri defalarca okusa da bıkmaz, her seferinde başka bir yazı, başka bir fotoğraf, başka bir bilgi keşfederdi. Uzun uzun baktığı her fotoğrafı zihnine nakşeder, o kareler çekilirken neler konuştular acaba diye düşünmeden edemezdi. Dergi hangi seneye aitse o senenin yeni çıkan filmleri, kitapları, müzik listeleri, buluşları, dedikoduları, adeta günlük gibi, hepsi o dergilerdeydi.

Babasının el yazısı ile yazdığı kendi şiir defterleri vardı. Şiirleri okurken bazı sözcükleri çözemez, dizeye uyacak tahminler yürütürdü. Babasının şiirlerin altına attığı tarihlerin kendi doğumundan önceki yıllar olduğunu görür, babasının o yıllarını merak ederdi. Bu şiiri kime yazmıştı, yazarken ne düşünmüştü, onun babası olmadan önce kimdi, hayatı nasıldı, ana babası onu çok sever miydi?

Eski tarihli dergilerin fotoğraflarına bakıp, yazılarını okurken, annesinin babasının henüz çoluk çocuğa karışmadıkları ilk gençlik yıllarını hayal ederdi.

Yıllar sonra babasının on yedi yaşında çekilmiş bir fotoğrafını resmederken babasının on yedi yaşı ile tanıştı. Arkaya taradığı dalgalı saçları, üzerinde kruvaze bir pardesü, gömleği, kravatı ve gömleğinin üzerine giydiği, pardesünün açık yakasından ucu görünen süveterini resmederken babasının o sabah fotoğraf çekilecek diye giyindiğini ve saçlarını briyantinleyerek arkaya taradığını gördü. Pardesüsesinin açık yakasından ucu görünen süveterini annesi mi örmüştü acaba? Siyah beyaz bu fotoğrafın renkli hali nasıldı? Kravatının renkleri, süveterinin rengi neydi? Yıllar önce annesi süveterini ilmek ilmek örmüştü, yıllar sonra kızı kalem kalem dokunarak V yakalı haroşa süvetere can veriyordu.

O kız, ne annesinin babasını, ne de babasının anne-babasını tanımıştı. Sadece, o on dört yaşındayken dünyadan göç eden annesinin annesini, yani anneannesini tanımış ve onu çok sevmişti. Keşke annemle babam daha erken evlenmiş olsalardı diye düşünürdü sıklıkla. Hem onların genç hallerini, hem de büyükanne ve büyükbabalarının sağ oldukları zamanları görebilirdi o zaman.

Hayatında dedeler ve nineler yoktu, teyzeler ve amcalar ile idare etmek zorundaydı. Halası uzakta evliydi ama halasının ve çocuklarının dayılarını da, yani babasını, çocuklarını da, yani kendilerini, çok sevdiğini hissederdi. Dayısı ile aynı çatı altında ama kapısı ayrı hanelerde yaşamalarına rağmen, dayısına ve ailesine çok uzaktı. Dayı sözcüğü onda olumsuz duygular yaratıyor, dayı sözcüğünün karşılığı sözlüğünde, korku, yüksek ses, hiddet, şiddet, haksızlık, adaletsizlik, kavga olarak yer buluyordu.

Kendisi doğmadan önce her ne yaşanmışsa yaşanmış, ilişkiler kopmuştu. Onun hatırladığı, içinde her türlü sıhhi tesisat olmasına rağmen, dayısının eve gelen suyu kesmesi sebebiyle evde akmayan çeşmelerdi. O zamanlar elektriği de kesmişse de elektriksiz yaşanmayacağı için elektrik işi hemen halledilmiş olmalıydı. Suyun eve tekrar gelmesi biraz zaman alacaktı. Dedesinin özene bezene yaptığı evde, mutfağın ve banyonun zemini karo taş döşeliydi. Çini taştan mutfak lavabosu anneannesinin boyuna göre alçak takılmıştı. Lavabonun üzerinde musluk, banyoda, altında sobası olan büyük bakır kazan (kızma banyo denilen), kazandan çıkan sıcak su borusunun kırmızı ve mavi kurnalı (ki annesi sıcak su tarafına kırmızı, soğuk su tarafına da mavi kapak koydurduğunu anlatırdı hep) çeşmeye ulaşması, kurnadan yukarıya uzanarak tepede kıvrılan ve ucunda sabit duş başlığı olan ama hiçbir zaman akmayan duş teşkilatı vardı ancak o çeşmelerden o evde yaşadığı kadar hiçbir zaman su akmayacaktı. Çini taştan lavabonun başına, üzerinde açılan kapaktan dökülerek doldurulan, ucunda musluğu olan küçük bir su deposu asılmıştı. Çeşme başına geçip de bulaşık yıkadığı zamanlarda suyun biteceği korkusunu yaşardı. Evdeki temizlik düzeni dışarıdaki bir çeşmeden su taşınarak sağlanıyordu. Taşıma suyla değirmen döndürmek o kadar zordu ki. Banyo, bulaşık, çamaşır, temizlik, yemek, içmek, hep o taşıma su ile karşılanıyordı. Su taşıma işi babasının olmadığı zamanlarda hep ona kalıyordu. Ablası artık genç kız olmaya başlamıştı, kardeşi de su taşımak için küçüktü. Annesi ise zaten çıkmazdı. Musluklara bakıp bakıp, musluklardan suyun akmasını umardı. Okul bahçesinde susadığında musluğa dayanıp susuzluğunu, evde akmayan musluklara inat, akan su altında giderirdi.

Şehirleşmenin artıp, musluklardan akan suların içilmeyecek hâle gelip, satın alınan suların içilmeye başladığı günlerde damacanalardan su içmeyi hiç sevmedi. Su içmek için her zaman çeşmeden akan suyu tercih etti.

Bir yetişkin olduğunda, Sefiller kitabını okurken neden hayatı boyunca hep çeşme suyu tercih ettiğini sayfalardan birine geldiğinde daha iyi anladı ve uzun süre o sayfadan ayrılamadı. Hayatında nedenini bilmediği bir davranışının nedenini çözmüştü. Kitapta, handa sığıntı olarak yaşayan minik Cosette, gece yarısı hana gelen müşteriler olduğunda kendisinin o saatte kovalarla su almaya dışarıya gönderileceği korkusunu duyar, “Allah’ım, ne olur handa su bitmemiş olsun!” diye yalvarırdı

O korkuyu tanıyordu. Su dediğin çeşmeden akmalıydı, Bitimsiz olmalıydı. İnsan, su bitecek diye korkmamalıydı. Sürahideki su da, damacanadaki su da sınırlıydı. İnsanın gözünün hep damacanada olması lazımdı mesela. Damacanadaki su azalmaya başladığında yeni su ısmarlanması unutulmamalıydı.

Çeşme öyle miydi ya, açardın, akardı.

Akardı, akardı akardı…

TEYZE

Her yaz annesi, ablası ile onun eline bir el işi verirdi. O el işi o yazın yaz ödevi olurdu. Deseni annesi tarafından çizilmiş bir kırlent işlemek, bohça köşesine sade bir nakış nakşetmek, etaminden bir seccade üzerine mihrap şeklinde bir desen oluşturmak, örgüden bir yelek ya da dantelden bir örtü örmek, fındık yumakları, iş orlonu, ağ ipi, tığ ve şiş ile tanışmanın en kolay yanlarıydı. İnsanın eli iğne iplik tutmalı, insan kendi söküğünü dikebilmeliydi. Kopan düğmesini yerine diktirebilmek için terzi arayan kızlardan olmayacaktı onlar.

Pek çok evde perdeden divan örtüsüne, iç çamaşırından mantoya, pijamadan bayramlığa kadar her şey ev kadınının elinden çıkardı. Dikiş makineleri evde süs eşyası değil, tıkır tıkır çalışan ve ev ahalisini de konu komşuyu da giydiren, bazen de evi geçindiren makinelerdi. Dikiş dikilen evlerde artık kumaşlar olur, belirli bir sıra ile birbirine eklenen bu artık kumaş parçalarından, şimdi Kırkyama/ Patchwork dediğimiz, seccade ya da yatak örtüsü gibi ev eşyaları üretilirdi.

Bizim kız da, dikilen elbiselerden arta kalan kumaşlardan bebeklerine elbiseler diker, onları adeta defileye hazırlardı. Modelleri önce kafasından uydurur, yeni deyimle tasarlar, sonra defterine çizer, sonra da uygulardı. Bizim kız da uydura uydura ne modeller yaratıyordu. Uydurmanın adı tasarım olunca daha bir ciddiyet kazanmıştı. Moda tasarımcıları arasında olsun, kurgu roman yazarları arasında olsun, sinema camiasında olsun, müzik dünyasında olsun, en iyi uyduran oyunu kazanır.

Terzi olan ve bir yandan da evinde terzilik eğitimi veren teyzesine her gittiğinde, ki çocukluğundan beri teyzesinin sokak görmeyen evini çok severdi, teyzesinin öğrencilerine öğretmeye çalıştığı işleri öğrenci kızlardan önce yapıverirdi. Teyzesi eline onun yaptığı çalışmayı alır, bakar, inceler ve diğerlerine göstererek, öğrenci kızların şu çocuk kadar olamadıklarını ima ederdi. Öğrenci kızlar bizim kızı kıskanmaz, bilakis ona imrenir, onu çok takdir ederlerdi. Büyüdükten sonra hiç umulmadık bir yerde o kızlardan biriyle karşılaştığı zamanlarda aynı sıcaklığı ve aynı sevgiyi o dönemin genç, şimdinin olgunlaşmış kızlarının yüzünde gördüğü olmuştu. O genç kızların bir yandan dikiş dikerken bir yandan da birbirleriyle sevgilileri hakkında konuşup kıkırdaşmalarını hiç unutmamıştı. Yakışıklı bir delikanlının fotoğrafı elden ele dolaşırken, fotoğrafın sahibinin ve diğer kızların yüz ifadelerini okur, yüzlerinde dolaştırdığı bakışlarıyla henüz ona yabancı olan duyguların izlerine dokunurdu. Bazı kızların daha sonra o zamanki sevdalıları ile evlendiklerini duymuştu. Her evlilik gibi, kimi mutlu kimi mutsuz olmuştu. Heves ve heyecanla çıkılan yol bazen bir duvara çarpıyor ya da bir çıkmaza sapabiliyordu.

Teyzesinin sokak görmeyen evi demiştik; dar uzun evin cephesindeki oda, dükkân olarak yakın bir akrabaya verilmiş, sokağa bakan sadece sokak kapısının camları kalmıştı. Sokak kapısından girer girmez ortasında bir masa, masanın üzerinde de kocaman yılbaşı çiçeği duran büyük sofa, sofanın solunda teyzesinin iç bahçeye bakan, kumaşla, iğneyle, iplikle dolu çalışma odası, sofanın devamında, daha sonra kapatılarak oda haline getirilen bahçe, bahçenin ortasında arkadaki mutfağa uzatılmış bir kalas, ki üzerine ev terliği ile basılıp sofa ve mutfak arasında rahatça gidilip gelinebilsin, bahçeye bakan mutfak, mutfağın üzerinde dışarıdan merdivenle çıkılan yatak odası, yatak odasında sandıklar dolusu kitap, teyzesinin büyük oğlunun yağlıboya çalışmaları, bahçede bir limon ağacı, yine bahçede zaman zaman içine su doldurulan büyük leğende dala çıka yüzen ördekler, evin içinde kedi Ece ve onun oyuncu yavruları bugün bile gözünün önündeydi. Oyun oynarken müşteriler tarafından dikilmek üzere bırakılmış birbirinden değerli kumaşları hallaç pamuğu gibi atan yavrular sebebiyle, birkaç kez kumaşçıya gidip aynı kumaştan aldıklarını anlatmıştı teyzesi.

Teyzesinin iki oğlundan büyük olan büyük bir şehirde üniversitede okuyor, bazı hafta sonlarında anne babasını görmek için küçük kasabaya dönüyordu. Her gelişinde teyzelerini, anneannesini ziyaret ediyor, bizim kıza pişmaniye getirmeyi hiç unutmuyordu. Pişmaniyeyi tutku derecesinde sevmesi bir yana, unutulmadığının da göstergesiydi o kutu. Pişmaniye ile birlikte “üstten basmalı uçlu kalem” getirmişti bir keresinde ağabeyi. O kalem bir yıl kadar sonra evlerinde çıkan (uyurken sebep olduğu) yangında, yaz tatilinde çalıştığı plakçı dükkânından kazandığı haftalıkları biriktirerek aldığı anorağın cebinde kaldığı için anorakla birlikte yanmıştı. Anorağın yanışına, kalemin yanışına üzüldüğü kadar üzülmemişti.

Bizim kız doğduğunda teyzesi ile yan yana evlerde yaşadıkları, bizim kızın evde çok ağladığı, teyzesinin evinde ise susup mışıl mışıl uyuduğu konuşulurdu aile arasında. Evde kendisinden üç buçuk yaş büyük ablası mı rahat vermezdi ona, yoksa annesi mi iş güçten onunla yeterince ilgilenmezdi bilinmez. Bilinen, teyzesine gelen küçük kızın huzurla uykuya daldığıydı. Küçük kız o kadar minik ve o kadar zayıftı ki, “Hiç Yokun Yanı Başı” adını takmışlardı ona. İlkokul ve ortaokul hayatı boyunca devam eden bu ufak tefekliği ortaokuldan liseye geçtiği sene bozulmuş, o yaz birdenbire boy atmış, kendisini sadece bir yaz tatili boyu görmemiş öğretmenlerini şaşırtmıştı.

Teyzesinin evinde kendi evi gibi rahat ederdi. Ağabeyleri de, teyzesi de, eniştesi de, hep bir şeyler öğretiyorlardı ona. O tarihlerde genç birer delikanlı olan ağabeylerinden günün moda şarkılarını öğreniyor, genç bir kız olma yolunda nasıl giyinileceğini, nasıl davranılacağını yaşayarak öğreniyordu. Bu ev, şehir dışında yaşayan ağabeyleri sayesinde onun küçük dünyasının dışına açılan bir pencereydi.

Zaman zaman onun şaşkınlıklarıyla eğlenirlerdi de. Bir torba içine sakladığı kahkaha makinesinin düğmesine gizlice basan ağabeyi, delice kahkahaların nereden geldiğini bir türlü çözemeyen ve gülmekten gözünden yaşlar gelen kızın haline daha fazla dayanamamış, makineyi torbasından çıkartıp göstermişti.

Bir keresinde de küçük olan ağabeyi, masanın muşambasını bıçakla kesmiş, bunu kim yaptı diye soran annesine kendisini işaret ederek, suçu onun üzerine atmıştı. O andaki şaşkınlıkla sesini çıkartamamış, suç onun üzerine kalmıştı. Unutamadığı bu olay onu ömrü boyunca haksız yere suçlanma korkusuyla yaşatmış, en ufak haksızlıkta, o an sesini çıkartıp haklılığını, inat derecesinde, savunmuştu.

Teyzesinin evinde televizyon yoktu, olmasını da istemiyordu. Teyzesinde yatıya kaldığı zamanlarda, eğer ki televizyonda izlemek istediği bir film varsa, eve gidip izler, teyzesinin evine döndüğünde filmi başından sonuna teyzesine anlatırdı. Dökülen iğnelerden ve ipliklerden halısını korumak için, üzerine serdiği yeşil brandanın üzerinde oturmuş, elindeki dikişin sürfilesini yapan teyzesi onu sözünü kesmeden dinlerdi. Anlatmayı, anlattıklarının ciddiyetle dinlenmesini sevmiş, ya da bu ciddiyet ona, anlatacaklarını ciddiyetle dinlenecek bir biçimde anlatmayı öğretmişti.

Okuldan geldiği gibi mutfak kapısında dikilip de annesine bir şeyler anlatmaya başladığında, çoğunlukla onu dinleyen ama bazen de, “Şimdi işim var sonra anlatırsın.” diyen annesine aldırmaz, anlatacaklarını hemen o an, taze taze, o anki heyecanıyla anlatmak isterdi.

Teyzesinin evinde yaşamaktan mutluydu, ama Ankara'nın en güzel yanı İstanbul'a dönmektir sözündeki gibi, kendi evinde olmak bambaşkaydı.

Uyurken sebep olduğu, çok değer verdiği anorak ve kalemin yandığı bir yangından bahsetmiştim.

Kış günlerinde, kardeşleriyle birlikte evin sadece bir odasında yanan sobanın olduğu sıcak odada yatıyordu. Anneannesi onlarda kaldığı zamanlarda ayakucu sobaya bakan divanda anneannesi, o tarihlerde çalışmaya başlamış olan ablası da maaşıyla aldığı çek-yatta yatardı. Ona da erkek kardeşi ile birlikte yer yatağında yatmak kalırdı. Küçük erkek kardeşinin tüm zıpırlıklarına katlanmak zor olsa da, yine de ona kıyamaz, yaramazlığı yüzünden ablasından dayak yiyecek olsa araya girip onu dayaktan kurtarırdı. Anneannesinin teyzelerinden birinde kaldığı bir gün, yerde değil de anneannesinin divanında yattı. Sarı ipek yorganın altına girip, ayaklarını sobaya uzattı ve yanında kıpraşan kardeşi olmadan uykuya daldı. Üzerinden ne kadar geçtiğini bilmeden, uykusunun bir yerinde annesi ile ablasının evde duman var, bir şey mi yanıyor diye konuştuklarını duyduysa da, tatlı uykusundan uyanmaya lüzum görmedi. Bir sonraki cümle, anneannesinin yorganının yandığıydı. Uykusunda tepişirken cânım sarı ipek yorganı sobaya değdirmiş ve yorganı yakmıştı. Yataktan nasıl fırladığını bilemedi. Annesi yorganı aldığı gibi bahçedeki leğene, suya bastırdı. Neyse ki tehlike geçmişti. Tekrar yataklarına girdiler, uykuya daldılar. Ancak onun uykusu kaçmış, kapının altından sızan ışıktan annesinin holde bir şeyler yaptığını düşünmüştü. Işığın bir türlü sönmediğini görünce yataktan çıkmış, odanın kapısını açmış, kendisini bir anda duman bulutunun içinde bulmuştu. Dumandan boğulmak üzere olan evin kedisini pencere önüne çıkartmıştı hemen. Onun ışık sandığı aslında yangındı. Annesi ıslattığı yorganı kurusun diye ahşap trabzanlara asmış ve yatmıştı. İçin için yanan pamuk yorgan sonunda alev almış, yorgandan kopan parçalar ahşap merdivenlere düşmüş, merdivenleri yakmaya başlamıştı. Bu arada; mahallenin kedilerinin doğum yaptığı merdiven altının evin kömür deposu olduğunu söylemek isterim. O korkuyla “Yanıyoruz!” diyerek ev ahalisini ayaklandırmış, hep birlikte yangını büyümeden söndürmüşlerdi. Çocuktu ama birkaç yıl evvel yan komşuda pamuk balyalarına atılan bir izmaritten çıkan büyük yangını unutmamıştı. O yangında neredeyse kendi evleri de yanacaktı.

Sabah okula gittiklerinde arkadaşları sen sigara mı içtin diyorlardı. Onlar farkında olmasalar da üzerlerine kesif bir duman kokusu sinmişti. O yangında yanmıştı işte anorak ve kalem.

Yangından ve yanarak ölmekten korktu hep. Kızışan ortamın bir anda nasıl parladığını, yanan insanların neler yaşadıklarını okumuştu, izlemişti defalarca. Canlı canlı yakılan insanları, canhıraş çığlıklarla yanan o insanları sükûnetle seyreden vahşi insanları anlamakta zorlanıyordu.

TATLILAR

Onun teyzesinin oğlunu ve pişmaniye ile olan ilişkisini anlatıp, teyzesinin tatlılarıyla ve diğer tatlılarla olan anılarını atlamak olmaz. Bayramlarda ziyaretlerine gelen akrabaları bazen lokum, bazen da meyveli jöle şeker getiriyorlardı yanlarında. Lokum kutularının içinde pudra şekerine gömülü çeşit çeşit lokumları da seviyordu ama lokumlardan dökülen pudra şekerinin bembeyaz, havada uçuşan kara benzeyen görüntüsünü de, o görüntüyü ağzına kaşık kaşık doldurmayı da daha çok seviyordu.

Parmaklarına yapışan pudra şekerini yalarken kendinden geçiyor, jöle şekerleri renklerine göre ayırıp, önce üzerlerindeki pütürlü şekeri hafif ısırıklarla temizliyor, sonra yumuşak şekerden bir ısırık alıp şekeri ağzında yavaş yavaş dolandırırken, elinde tuttuğu renkli ve yumuşak şekerin diğer yarısını evire çevire inceliyor, şekerin tadı ağzını şenlendirirken, gözleri de şekerin rengi ile mest oluyor, kokusu burnunu şenlendiriyordu.

Pudra şekeri gibi uçuşan şeyleri seviyor olmalıydı. Leblebi tozunu toz şeker ile karıştırıp ağzına doldurduğunda, ezilmiş leblebileri ve arada dişine gelen toz şeker parçacıklarını damaklarına sıvaya sıvaya yemeye çalışır, tükürük ile birleşince kremamsı bir hâl alan ve dişlerine yapışan karışımı yapıştıkları yerden dili ile sökmeye çalışırdı. Ağzında leblebi tozu varken konuşmaz, olur da hapşırması gelirse diye çok korkardı. Bilirdi ki konuşursa ya da hapşırırsa bir anda ağzından bir toz bulutu çıkacak, her taraf leblebi tozuna bulanacak ve o muhteşem zevk yarım kalacak. O yüzden, evin sessiz bir köşesine çekilip, minik plastik kaptaki leblebi tozunu, kabın kapağına yapıştırılmış olan minik plastik kaşık ile yer, bir yandan da kabın içinde gittikçe azalan leblebi tozunu seyrederdi.

Bir kutu leblebi tozunu dahi hem görerek, hem tadarak, hem duyarak, hem dokunarak, hem de koklayarak, beş duyusu ile birden yerken, hayatı da hep böyle tüm duyularıyla yaşayacaktı.

Köpük helva ile yaşadığı aşk da diğerlerinden farklı değildi. Sonradan şeker, su, limon tuzu ve çöven suyu ile yapıldığını öğrendiği, köpük helvacının temiz, kalın ve şeffaf bir naylon torbaya koyduğu yüz gram kadar köpük helvayı da bir köşeye çekilip, helvanın torbanın içindeki görüntüsünü izleyerek, boğazı şekerden yanıncaya kadar kaşıklardı. Yiyemeyecek hale gelince naylon torbanın ağzını bağlar, birkaç saat sonra naylon torbayı içinde bir damla bırakmamacasına sıyırırdı.

Okuyucu köpük helvayı, çubuğa geçirilmiş pembe bulut gibi pamuk helva ya da ısırılınca ağızda kırıklanan kaymaklı beze ile karıştırmasın. Onlar da hem görüntüleri, hem de ağızda eriyişleri ile çocukların sevgilisiydiler. Köpük helva ise kimden miras kaldığı bilinmeyen bir lezzetti.

Yine o günlerde bir gün, bir arkadaşının evine ders çalışmaya gitmiş, derslerini bitirdikten sonra oynamak için sokağa çıkmışlardı. Mahalle arasındaki sokakta bir küçük dükkân ilişmişti gözüne. Altında ateş yanan ve durmaksızın dönen büyük bir bakır saç üzerine, elindeki büyük maşrapayı ya da teneke kovayı (tam hatırlamıyordu orasını) yandaki kazana daldırıp, dönen kızgın saçın üzerinde dıştan merkeze doğru gezdiren adam, maşrapanın altındaki onlarca delikten saçın üzerine akan incecik akışkan hamurun sıcak saç üzerinde çabucak pişmesi ile birlikte birkaç tur sonra saç üzerindeki spagettiye benzeyen pişmiş uzun ipleri mahir bir hamle ile toplayıp, kenarda duran yatay sopaya, ihtimal ki birbirine yapışmasın diye, asmıştı. Kadayıf döken adamı kaç maşrapa boyu izledi hatırlamıyordu. Maşrapanın kazana daldırılması, maşrapadan akan süt gibi beyaz sıvı, dönen saç, saçın altında yanan ateş, ateşin sıcaklığı ile pişen beyaz sıvı ve adamın elleri ile pişen ipleri kopartmadan toplaması onu büyülemişti.  O gün, her bayram teyzesinde, yumurta tatlısının yanında yediği tel kadayıfın dökülüşüne şahit olmuştu.

Bir gün de yumurta tatlısının yapılışını görmüştü. Yumurta tatlısı ile meşhur fırının önünde bir taburede oturan şişman, göbekli, esmer bir adam, elinde uzun bir çırpma teli ile kucağına aldığı büyük kabın içindeki yumurtaları oturduğu yerde çırpıyordu. Kabartma tozu konmadan, sadece yumurtanın dövülmesi ile kabaran pandispanya, şerbet ile haşlanınca yumurta tatlısı oluyordu. Tepsideki bir karış kabarmış kekin şerbetsiz hali de şerbetli hali de damak çatlatandı. Yumurta tatlısı yapmaktaki maharet, tatlıyı yumurtaya kokutmamaktaydı. Başka yerlerde bu tatlıyı birkaç kez yemeye çalışmış, tatlıdaki kesif yumurta kokusunu alınca midesi ağzına gelmiş, ayıp olmasın diyerek tatlıdan bir çatal almış, kusmak ile kusmamak arasında kalmış, tabağı olduğu gibi geri vermişti. O koku ve damağındaki o tat onun yumurta tatlısı ile arasına mesafe koymak zorunda bırakmıştı. Çocukluğunun tatlılarını hatırladığı kadarıyla anlatırken, teyzesinin yumurta tatlısını ne kadar özlediğini fark etti birden.

Bazen annesini mi yoksa annesinin yaptığı börekleri mi daha çok özlüyor diye sorardı kendisine suçlu suçlu. Annesi yemekleri ile bir bütündü. Büyümek için beslenmek zorunda olan canlının annesinin memesinde başlayan beslenme yolculuğu, anne yemekleri ile devam eder, annesinin yavaş yavaş eski maharetini kaybedip artık eski lezzetinde yemekler yapmaması ile sona ererdi.

Belki annesinin yemekleri yine aynı lezetteydi, belki de değişen kendisiydi. Kim bilir…

KÖY

Yaz tatillerinde, okul biter bitmez babasının doğduğu eski Rum köyüne giderlerdi. Bütün yazı denizde ve zeytinliklerde geçirir, meyce ağaçlarının üzerinden inmezlerdi. İncir ağaçlarında incirin içine kafasını sokarak beslenen zümrüt yeşili, eklem bacaklı ve kanatlı böceklerin ayağına ip bağlayıp, ipin ucunu ellerinde tutup zavallı hayvanları uçurduklarını hiç unutmamıştı. Ceplerine ivova dedikleri bu kocaman böceklerden birkaç tane kor, olur da ellerinden birini kaçırırlarsa yerine yenisini oyuncak ederlerdi. Büyümeye başladığında, ayağında bağlı ip ile kaçan ivovaların akıbetini düşündükçe irkilir olmuştu. Ayva dalından kapan kurup zeytine zarar veren sığırcık kuşlarını avlamayı öğrenmişti, sandal ile sabah erken denize açılmayı ya da bir kayanın üzerinden balık avlamayı öğrenmişti. Kapana yakalanan ve ipin ucunda çırpınan kuşun boynundan ipi çıkartmak ne kadar zorsa, misinanın ucundaki oltanın çengelini balığın ağzından sökmek de o kadar zordu. Avı yakalamayı öğrenmişti ama cana zarar verdiğini görünce kuşları havaya, balıkları denize salmaya başladı.

Köyde eşeğini dövenlerin peşinde dövme diye koşan, keneden görünmez olan köpeklerin kenelerini ayıklayan, zavallı kedi yavrularını yalaktaki suya daldırıp çıkartan çocukların elinden yavrucakları kurtaran hep oydu.

Sabah gözünü açar açmaz önce deniz dalgalı mı diye denize bakar, sonra evlerinin arkasındaki incir ağacına çıkıp birkaç incir yer, ağaçtan inip balkona vuran sabah güneşi eşliğinde kahvaltısını ederdi. Kahvaltı biter bitmez mayosunu giyip en yakın arkadaşının evine doğru yürür, onların geç kalkmasına ve uzayan kahvaltılarına sinir olur, öğleden sonra dalgalanacak olan denizin sakin halini kaçırmak istemediği için sabırsızlanırdı. Yanına havlusunu, birkaç zeytin, bir büyük domates, dalından toplanmış çıtır biber ve taze ekmekten büyükçe bir parça alıp denize inerdi. Doya doya yüzüp, bir o kadar da güneşlendikten sonra o sıcakta yorgun argın eve dönmek çok zor gelirdi. Sıcaktan eriyen asfalta yapışan terlikler, sarı sıcak, kızgın mı kızgın bir hava, bu şartlar altında eve ulaşmaya çalışan küçük adımlara şimdi kısa gelen o mesafe, o zaman çok uzun gelirdi. Denizde sabahtan akşama kadar kalmayı sevmiyordu.

Bazen de bir urganla kıyıya bağlı, içi boş varillerin üzerine çakılan tahtalardan oluşmuş kare şekilli dubanın olduğu koya gider, dubadan denize kim bilir kaç kez atlardı. Gençlerin sıkış tepiş üzerine sığışmaya çalıştığı duba, hem yeni insanlar tanımak için hem de birbirlerine yüzme numaralarını sergilemek için idealdi. Her şeye gülünen bir çağda deniz, güneş ve dubadan daha büyük mutluluk olamazdı.

Dubanın olmadığı koylarda ele geçirilen bir deniz yatağı ya da bir şambriyel, denizi bir anda oyun alanına çevirirdi. Yüzmek, dalmak, denizin içinde takla atmak, amuda kalkmak, su balesi yapar gibi numaralar yapmaya çalışmak, atılan kahkahalar sebebiyle boğulma tehlikesini yaşatırdı bazen. İyi yüzerdi bizim kız. İyi dalardı. Ciğeri kuvvetliydi. Açılmayı severdi. Öyle açılırdı ki, diğer koyu görebilirdi. Koylar arasında bazen yüzerek, bazen de kayalıklardan atlayarak gidip gelirlerdi. Bir keresinde küçük erkek kardeşi ile birlikte bir koydan diğerine geçerken patlayan havada, bir kayanın üzerinde kalan ve ağlayan kardeşini kucağına almış, onu diğer koya kadar kucağında taşımıştı. Denizin kuduran dalgaları onları yutacak gibiydi. Masum çırpıntılar yerini bir anda dev ağızlı, beyaz köpük başlıklı dalgalara bırakmış, canavara dönüşmüş dalgalar hanginizi önce yutsam diye saldırıya geçmişti.

Sabah olunca sanki dün kuduran o değilmiş ki kıyıya masum öpüşler bırakacaktı, biliyordu. Gümüş grisi o denizde kaç kez yüzmüş, denizin içinde kendi nefesini duymuş, kulaçlarını çarşaf gibi dümdüz denize her daldırışında çıkan sese aşık olmuştu. Bazı sabahlar sandal ile kürek çeke çeke koylar arasında dolaşırken, küreklerin suya değdiğinde çıkardıkları ses de bu aşka dahildi. Kulaçlarını o kadar sakin atar, küreği suya o kadar yavaş daldırırdı ki, uyuyan deniz uyansın istemezdi. Bazen de kürek çekmeyi bırakır, sandaldan suya eğilir, cam gibi berrak denizin içinde birbirlerini kovalayan irili ufaklı balık sürülerini izlerdi. Yosunlar ve taşlar arasında saklanan bu dünyayı, denize daldığı zamanlarda izlemeye bayılırdı. Kaptan Cousto misali mercan kayalıklarına daldığını düşünür, su yüzüne çıktığında birkaç metrelik bir alanda dolandığına bakıp kendi kendine güler, nefesini tazeleyip yine o büyülü dünyaya geri dönerdi.

BİYOGRAFİ
1 Nisan 1963 günü açmıştı gözlerini dünyaya. 






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder