Her şey, okuma yazmayı okula gitmeden
öğrenmesiyle başladı aslında. Annesi ona, ilkokula giden ablasının derslerini
rahat çalışabilmesi ve ablasının kitabını defterini karıştırmaması, ablasını
rahat bırakması için elinde kalem kâğıt verip şekiller çizerek, çizdiği şeklin
ismini söyleyerek farkında olmadan okuma yazmayı öğretmişti.
Arada sırada ablası ile okula gidiyor, sınıfta,
ablasının yanında sessizce oturup ders dinliyordu. Ablasının öğretmeni bu minik
misafir öğrenciye ses çıkartmıyor, onun varlığından rahatsız olmuyordu.
İlkokula başlama yaşı henüz gelmemişti. O yüzden henüz okula yazdırılmamıştı.
Bir gün, nasıl olduğunu tam olarak hatırlayamadığı bir şekilde, sokakta
oynarken, evlerinin yanı başındaki okula teyzesinin oğlu tarafından götürüldü
ve bir sınıfa bırakıldı. Sınıf birinci sınıf değil, ikinci sınıftı. Sınıftaki öğretmenin
onun geleceğinden haberi olmalıydı ki, sınıfta ona hemen bir yer bulundu.
Öğretmen komşularının kızıydı zaten. Annesi komşu kızı öğretmen ile konuşmuş olmalıydı.
Öğretmen de “Gönderin, deneyelim” demişti herhalde.
Galiba o ilk gün, iki ders arasındaki teneffüste ya da
dersten dışarı alınarak, annesinin evden gönderdiği kara önlük üzerime
geçirilmiş, iki ucunda ilik olan beyaz yaka önlüğün boynundaki düğmeye
iliklenmişti. On beş gün boyu ikinci sınıfın yedek öğrencisi olarak gidip
geldi. On beşinci günün sonunda yapılan sınavda başarılı olarak ikinci sınıfın
asil kadrosuna geçmeye hak kazandı. Kendisi gibi iki öğrenci daha ikinci
sınıftan devam etti, diğer iki öğrenci ise birinci sınıfa geri gönderildi.
Birinci sınıfı okumamış, hayat ikinci sınıftan
başlamış, tüm hayatı bu erken adım ile şekil almıştı.
Sınıftaki arkadaşlarından hem yaşı hem de bedeni
küçüktü. O yüzden de hep ön sırada oturur, öğretmeninden bir an bile gözünü
ayırmaz, onu, her hareketini takip ederek dinlerdi. Ömür boyu sürecek olan
odaklanabilme yeteneği o günlerden geliyordu demek. Pek çok kişinin en büyük
problemi olan konsantrasyon bozukluğu onun kapısını hiç çalmamış, bilakis,
içinde bulunduğun âna yoğunlaştığı zaman dünyadan kopar olmuştu.
Sınıf arkadaşları ondan büyüktü ama bu onların arasında
olumlu ya da olumsuz herhangi bir ayrıcalık yaratmıyordu. Bugün, üzerinden elli
yıl geçmesine rağmen hâlâ görüştüğü arkadaşlarını seviyor, onlarla kolay
anlaşıyordu. Dersleri ne çok parlaktı ne de zayıf. Okul hayatı belli bir
ortalama ile istikrarlı bir şekilde devam ediyordu. Dikkatli dinlemeyi ve
ödevlerini özene bezene yapmayı hiç bırakmıyordu. Bu sayede çok fazla
çalışmasına gerek kalmıyordu.
Cumhuriyet dönemi yapılmış olan iki katlı Cumhuriyet
İlkokulu, annesine de, teyzelerine de kucak açmıştı. Okul denince aklına o
kadar çok şey geliyordu ki; yüksek tavanlar, büyük ve çift kanatlı kapılar,
uzun ince ve üst kısmı yukarıya doğru sivrilen oval pencereler, uzun çıtalardan
oluşan, katranla parlatılmış ahşap zemin, köşede, kışın arada sırada
hizmetlinin sınıfta ders yapılıyor olmasına aldırmaksızın içeriye dalarak
ateşini tazelediği soba, alt rafına defterlerin kitapların konulduğu üzeri
çizik çizik tahta masalar, bazen iki, bazen üç kişi oturulan tahta sıralar, önü
kapalı öğretmen masası ve sandalyesi, içinde kitapların olduğu camekânlı,
camlarına resimler ya da yazılar yapıştırılmış sınıf dolabı, bir duvarda asılı sınıf
panosu, panoda kronolojik olarak yer alan Osmanlı Padişahları, öğretmen
masasının arkasında, öğrenci sıralarının karşısında boydan boya uzanan kara
tahta, tahtanın önündeki olukta renk renk, irili ufaklı tebeşirler, tebeşir
tozuna bulanmış, pat pat diye birbirine vurulunca insanın ağzını yüzünü, saçını
başını tebeşir tozuna bulayan silgiler, canı sıkılan öğrencilerin kalemlerini
açma bahanesiyle başına dikildiği çöp kutusu, müzik dersinde tebeşir sürtülerek
iyice beyazlatılan kınnap ile tahtaya çizilen porte, birkaç kişide olan ve fena
şekilde özenilen melodika ve mandolin, derse göre harita odasından taşınan
gezegenler ve güneş sistemi maketi, büyük boy siyasi ya da fiziki haritalar,
zaman zaman yardım amaçlı dağıtılan ve üzerine paranın miktarı yazılan, içine
az para konulduğu zaman utanılan Kızılay zarfları, Hababam Sınıfı filmindeki
Hafize Ana’ya benzeyen hizmetlinin çaldığı çan, zilin çalmasıyla zincirinden
boşanmış gibi sınıflardan çıkılıp koşturulan koridorlar, aceleden ayakları
dolaşıp merdivenlerden yuvarlananlar, korkudan ya da heyecandan kusanlar ve
taze kusmuğun üzerine dökülen talaş ile birlikte faraşa alınan kusmuğun yerde
hiç iz bırakmaması, o kısacık teneffüs dilimlerinde ağızda sanki saatler sürmüş
gibi lezzet bırakan oyunlar, bahçede kol kola girmiş ayrı ayrı gezen kız
çocuklar ile erkek çocuklar, koşmaktan suratı pancar gibi kızarmış, bahçedeki
çeşmeye ağzını dayayıp, annesinin her gün ettiği tembihi unutarak terli terli su
içenler, yanlarında açılır kapanır mika bardak taşıyanlar, pazartesi günleri
temiz mendil üzerinde yapılan tırnak kontrolü, 23 Nisan hazırlıkları, sınıf
süslemeleri, rondlar, müsamereler, Yerli Malı Haftası, küme çalışmaları, her
hafta sonu sırayla eve götürülerek yıkanan, ucunda hangi kümeye ait olduğu el
ile işlenmiş masa örtüleri, sınıfın dışındaki askılara asılan paltolar,
hırkalar…
Karnesinde notları “hepsi pekiyi” olmasa da, yaptığı
resimler elden ele dolaşıyor, sınıf sınıf gezdiriliyordu. Gördüğü her şeyi
resmediyor, ağaçları mum ağaç olarak çizenlerin nasıl olup da ağacın kökünü,
dalını, budağını, yaprağını görmediğine şaşırıyordu. Arkadaşları masaları hem
tepeden görmüş gibi kuşbakışı çizip, hem de masanın bacaklarını kare çizimin köşelerine,
bacaklarını bir o yana bir bu yana açmış yatan bir kurbağa misali ekliyorlardı.
Ama masa öyle miydi? Bakmıyorlar mıydı, görmüyorlar mıydı? O çizdikleri ağaç ağaca, masa masaya benziyor
muydu?
Boş bulduğu her yere bir şeyler çiziyor, hele de
annesinin naylon çoraplarının ambalajının içinden çıkan pürüzsüz beyaz kâğıda
dokunarak, bu ince ve beyaz kartona ne kadar güzel resim yapabileceğini
düşünürken o kâğıdı paha biçilmez bir tuvalmiş gibi kendisine saklıyordu. Bazen
de görmediklerini ama okuduklarını resmediyor ya da kendi hayalinden bir şeyler
uyduruyordu. Yarattığı karakterleri çizdiği karikatürler ile konuşturuyor, karikatüre
bakanları güldürüyordu. Eğer ki yaptığı resme el sürüp de resmini bozmaya
kalkan olursa, yıllar sonrasında da yapacağı gibi, resmine müdahale edene
bozuluyor, yaptığı resme el sürdürtmüyordu.
Pazartesi ve Cuma arasında geçiveren günler, birinci
dönem, yarıyıl tatili, ikinci dönem, karne heyecanı, her yıl babasının köyünde
geçen yaz tatili, tatil kitabı derken, üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıf ile
birlikte ilkokul da bitti.
O tarihlerde olup da sonradan kaldırılan ilkokul
bitirme sınavlarına giderken her sabah erkenden kalkışını, iki yanda ördüğü
saçlarının ucuna kondurduğu beyaz kurdeleleri, bembeyaz çoraplarını, beşinci
sınıfın sonunda artık iyice küçülmeye başlamış ama yenisi dikilmemiş siyah
önlüğünü ve her zaman kendisinin kolalayarak taş gibi yaptığı beyaz yakasını,
İstiklâl Marşı’nın on kıtasını birden ezberleme telaşını, sınavda başarısız
olur muyum korkusunu dün gibi hatırlıyordu.
Sınavlar ve mülakat sonunda ilkokulu bitirmeye hak
kazandı. Okul bitince ortaokula gönderilmeyecek kız arkadaşları vardı. Bazıları
ise kız erkek karışık liseye değil de, sadece kızların eğitim gördüğü, eğitimin
de ağırlıklı olarak ev kadını olmak üzerine olduğu akşam sanata gönderilecekti.
Kendisi için endişelenmiyordu çünkü ablası karışık liseye yollanmış, başarılı
da bir öğrenci olmuştu. Kendisi de gönderilirdi elbet.
Babası da annesi de çocukları arasında kız çocuk erkek
çocuk ayırımı yapmamışlardı ama kızlar, erkek kardeşleri yaramazlık yaptığında
“Senin oğlun var ya!” diyerek annelerine şikâyete başlarlardı. İki kızın
ardından gelen oğlan ikinci kızın, yani bizim kızın, oğlan beklendiğinin
göstergesiydi. Anne ve babası ikincide tutturamadık diyerek bir deneme daha
yapmışlar ve üçüncüde muratlarına ermişlerdi. Bu da özellikle iki numaranın,
yani onun hem daha uyumlu, hem beklenenden daha becerikli, hem daha başarılı,
hem daha gayretli olmasını sağlamıştı. “Siz oğlan beklerken ben kız doğdum ve
sizi hayal kırıklığına uğrattım ama bakın ben iyi bir çocuğum.” diyordu sanki.
Yıllar boyu el uzatılan, dertlere derman olan hep o olacaktı.
Annesi zaman zaman penceredeki tülleri başının
üzerinde toplayıp onu gelin kılığına sokuyordu gerçi ama babasının ona dediği
gibi “Bu kadar yeter, daha fazla okuma!” demiyor, ortaokul için formasını
dikiyor, eksiklerini tamamlıyordu. Kendisi üçüncü sınıfa kadar okumuştu. Okuma
yazmayı söküp, bir şeyler öğrenince babası, “Okuyup da ne olacak, oğlanlara
mektup mu yazacak?” diyerek onu daha fazla okutmamış, diğer kızlarına yaptığı
gibi onu da okuldan almıştı. Babası da ilkokul ikinci sınıftan terkti. Annesi
ile babası zaman zaman kendi aralarında kimin daha fazla eğitimli olduğu üzerine
çekişirlerdi. İkinci sınıftan terk mi, yoksa üçüncü sınıftan terk mi?
Babası okuyan, yazan ve özellikle de sinemaya çok
düşkün bir adamdı. İzlediği filmlerin çetelesini tuttuğunu söylemişti ona bir
gün. O da babası gibi izlediği filmleri listeliyor, film isminin yanına kısaca
konusunu ve oyuncularını not alıyordu.
Büyüdüğü evde, evin her köşesinden kitaplar,
gazeteler, mecmualar çıkardı. Eline geçirdiği mecmualardaki alâmünit hikâyeleri
defalarca okusa da bıkmaz, her seferinde başka bir yazı, başka bir fotoğraf,
başka bir bilgi keşfederdi. Uzun uzun baktığı her fotoğrafı zihnine nakşeder, o
kareler çekilirken neler konuştular acaba diye düşünmeden edemezdi. Dergi hangi
seneye aitse o senenin yeni çıkan filmleri, kitapları, müzik listeleri,
buluşları, dedikoduları, adeta günlük gibi, hepsi o dergilerdeydi.
Babasının el yazısı ile yazdığı kendi şiir defterleri
vardı. Şiirleri okurken bazı sözcükleri çözemez, dizeye uyacak tahminler
yürütürdü. Babasının şiirlerin altına attığı tarihlerin kendi doğumundan önceki
yıllar olduğunu görür, babasının o yıllarını merak ederdi. Bu şiiri kime
yazmıştı, yazarken ne düşünmüştü, onun babası olmadan önce kimdi, hayatı
nasıldı, ana babası onu çok sever miydi?
Eski tarihli dergilerin fotoğraflarına bakıp,
yazılarını okurken, annesinin babasının henüz çoluk çocuğa karışmadıkları ilk
gençlik yıllarını hayal ederdi.
Yıllar sonra babasının on yedi yaşında çekilmiş bir
fotoğrafını resmederken babasının on yedi yaşı ile tanıştı. Arkaya taradığı
dalgalı saçları, üzerinde kruvaze bir pardesü, gömleği, kravatı ve gömleğinin
üzerine giydiği, pardesünün açık yakasından ucu görünen süveterini resmederken
babasının o sabah fotoğraf çekilecek diye giyindiğini ve saçlarını
briyantinleyerek arkaya taradığını gördü. Pardesüsesinin açık yakasından ucu
görünen süveterini annesi mi örmüştü acaba? Siyah beyaz bu fotoğrafın renkli
hali nasıldı? Kravatının renkleri, süveterinin rengi neydi? Yıllar önce annesi
süveterini ilmek ilmek örmüştü, yıllar sonra kızı kalem kalem dokunarak V
yakalı haroşa süvetere can veriyordu.
O kız, ne annesinin babasını, ne de babasının
anne-babasını tanımıştı. Sadece, o on dört yaşındayken dünyadan göç eden
annesinin annesini, yani anneannesini tanımış ve onu çok sevmişti. Keşke annemle
babam daha erken evlenmiş olsalardı diye düşünürdü sıklıkla. Hem onların genç
hallerini, hem de büyükanne ve büyükbabalarının sağ oldukları zamanları
görebilirdi o zaman.
Hayatında dedeler ve nineler yoktu, teyzeler ve
amcalar ile idare etmek zorundaydı. Halası uzakta evliydi ama halasının ve
çocuklarının dayılarını da, yani babasını, çocuklarını da, yani kendilerini,
çok sevdiğini hissederdi. Dayısı ile aynı çatı altında ama kapısı ayrı
hanelerde yaşamalarına rağmen, dayısına ve ailesine çok uzaktı. Dayı sözcüğü
onda olumsuz duygular yaratıyor, dayı sözcüğünün karşılığı sözlüğünde, korku,
yüksek ses, hiddet, şiddet, haksızlık, adaletsizlik, kavga olarak yer
buluyordu.
Kendisi doğmadan önce her ne yaşanmışsa yaşanmış,
ilişkiler kopmuştu. Onun hatırladığı, içinde her türlü sıhhi tesisat olmasına
rağmen, dayısının eve gelen suyu kesmesi sebebiyle evde akmayan çeşmelerdi. O
zamanlar elektriği de kesmişse de elektriksiz yaşanmayacağı için elektrik işi
hemen halledilmiş olmalıydı. Suyun eve tekrar gelmesi biraz zaman alacaktı.
Dedesinin özene bezene yaptığı evde, mutfağın ve banyonun zemini karo taş döşeliydi.
Çini taştan mutfak lavabosu anneannesinin boyuna göre alçak takılmıştı.
Lavabonun üzerinde musluk, banyoda, altında sobası olan büyük bakır kazan
(kızma banyo denilen), kazandan çıkan sıcak su borusunun kırmızı ve mavi
kurnalı (ki annesi sıcak su tarafına kırmızı, soğuk su tarafına da mavi kapak koydurduğunu
anlatırdı hep) çeşmeye ulaşması, kurnadan yukarıya uzanarak tepede kıvrılan ve
ucunda sabit duş başlığı olan ama hiçbir zaman akmayan duş teşkilatı vardı
ancak o çeşmelerden o evde yaşadığı kadar hiçbir zaman su akmayacaktı. Çini
taştan lavabonun başına, üzerinde açılan kapaktan dökülerek doldurulan, ucunda
musluğu olan küçük bir su deposu asılmıştı. Çeşme başına geçip de bulaşık yıkadığı
zamanlarda suyun biteceği korkusunu yaşardı. Evdeki temizlik düzeni dışarıdaki
bir çeşmeden su taşınarak sağlanıyordu. Taşıma suyla değirmen döndürmek o kadar
zordu ki. Banyo, bulaşık, çamaşır, temizlik, yemek, içmek, hep o taşıma su ile
karşılanıyordı. Su taşıma işi babasının olmadığı zamanlarda hep ona kalıyordu.
Ablası artık genç kız olmaya başlamıştı, kardeşi de su taşımak için küçüktü.
Annesi ise zaten çıkmazdı. Musluklara bakıp bakıp, musluklardan suyun akmasını
umardı. Okul bahçesinde susadığında musluğa dayanıp susuzluğunu, evde akmayan
musluklara inat, akan su altında giderirdi.
Şehirleşmenin artıp, musluklardan akan suların içilmeyecek
hâle gelip, satın alınan suların içilmeye başladığı günlerde damacanalardan su
içmeyi hiç sevmedi. Su içmek için her zaman çeşmeden akan suyu tercih etti.
Bir yetişkin olduğunda, Sefiller kitabını okurken
neden hayatı boyunca hep çeşme suyu tercih ettiğini sayfalardan birine
geldiğinde daha iyi anladı ve uzun süre o sayfadan ayrılamadı. Hayatında
nedenini bilmediği bir davranışının nedenini çözmüştü. Kitapta, handa sığıntı
olarak yaşayan minik Cosette, gece yarısı hana gelen müşteriler olduğunda
kendisinin o saatte kovalarla su almaya dışarıya gönderileceği korkusunu duyar,
“Allah’ım, ne olur handa su bitmemiş olsun!” diye yalvarırdı
O korkuyu tanıyordu. Su dediğin çeşmeden akmalıydı,
Bitimsiz olmalıydı. İnsan, su bitecek diye korkmamalıydı. Sürahideki su da,
damacanadaki su da sınırlıydı. İnsanın gözünün hep damacanada olması lazımdı
mesela. Damacanadaki su azalmaya başladığında yeni su ısmarlanması
unutulmamalıydı.
Çeşme öyle miydi ya, açardın, akardı.
Akardı, akardı akardı…
TEYZE
Her yaz annesi, ablası ile onun eline bir el işi
verirdi. O el işi o yazın yaz ödevi olurdu. Deseni annesi tarafından çizilmiş
bir kırlent işlemek, bohça köşesine sade bir nakış nakşetmek, etaminden bir
seccade üzerine mihrap şeklinde bir desen oluşturmak, örgüden bir yelek ya da
dantelden bir örtü örmek, fındık yumakları, iş orlonu, ağ ipi, tığ ve şiş ile
tanışmanın en kolay yanlarıydı. İnsanın eli iğne iplik tutmalı, insan kendi
söküğünü dikebilmeliydi. Kopan düğmesini yerine diktirebilmek için terzi arayan
kızlardan olmayacaktı onlar.
Pek çok evde perdeden divan örtüsüne, iç çamaşırından
mantoya, pijamadan bayramlığa kadar her şey ev kadınının elinden çıkardı. Dikiş
makineleri evde süs eşyası değil, tıkır tıkır çalışan ve ev ahalisini de konu
komşuyu da giydiren, bazen de evi geçindiren makinelerdi. Dikiş dikilen evlerde
artık kumaşlar olur, belirli bir sıra ile birbirine eklenen bu artık kumaş
parçalarından, şimdi Kırkyama/ Patchwork dediğimiz, seccade ya da yatak örtüsü
gibi ev eşyaları üretilirdi.
Bizim kız da, dikilen elbiselerden arta kalan
kumaşlardan bebeklerine elbiseler diker, onları adeta defileye hazırlardı.
Modelleri önce kafasından uydurur, yeni deyimle tasarlar, sonra defterine
çizer, sonra da uygulardı. Bizim kız da uydura uydura ne modeller yaratıyordu. Uydurmanın
adı tasarım olunca daha bir ciddiyet kazanmıştı. Moda tasarımcıları arasında
olsun, kurgu roman yazarları arasında olsun, sinema camiasında olsun, müzik
dünyasında olsun, en iyi uyduran oyunu kazanır.
Terzi olan ve bir yandan da evinde terzilik eğitimi
veren teyzesine her gittiğinde, ki çocukluğundan beri teyzesinin sokak görmeyen
evini çok severdi, teyzesinin öğrencilerine öğretmeye çalıştığı işleri öğrenci
kızlardan önce yapıverirdi. Teyzesi eline onun yaptığı çalışmayı alır, bakar,
inceler ve diğerlerine göstererek, öğrenci kızların şu çocuk kadar
olamadıklarını ima ederdi. Öğrenci kızlar bizim kızı kıskanmaz, bilakis ona
imrenir, onu çok takdir ederlerdi. Büyüdükten sonra hiç umulmadık bir yerde o
kızlardan biriyle karşılaştığı zamanlarda aynı sıcaklığı ve aynı sevgiyi o
dönemin genç, şimdinin olgunlaşmış kızlarının yüzünde gördüğü olmuştu. O genç
kızların bir yandan dikiş dikerken bir yandan da birbirleriyle sevgilileri hakkında
konuşup kıkırdaşmalarını hiç unutmamıştı. Yakışıklı bir delikanlının fotoğrafı
elden ele dolaşırken, fotoğrafın sahibinin ve diğer kızların yüz ifadelerini
okur, yüzlerinde dolaştırdığı bakışlarıyla henüz ona yabancı olan duyguların
izlerine dokunurdu. Bazı kızların daha sonra o zamanki sevdalıları ile
evlendiklerini duymuştu. Her evlilik gibi, kimi mutlu kimi mutsuz olmuştu.
Heves ve heyecanla çıkılan yol bazen bir duvara çarpıyor ya da bir çıkmaza
sapabiliyordu.
Teyzesinin sokak görmeyen evi demiştik; dar uzun evin
cephesindeki oda, dükkân olarak yakın bir akrabaya verilmiş, sokağa bakan sadece
sokak kapısının camları kalmıştı. Sokak kapısından girer girmez ortasında bir
masa, masanın üzerinde de kocaman yılbaşı çiçeği duran büyük sofa, sofanın
solunda teyzesinin iç bahçeye bakan, kumaşla, iğneyle, iplikle dolu çalışma
odası, sofanın devamında, daha sonra kapatılarak oda haline getirilen bahçe,
bahçenin ortasında arkadaki mutfağa uzatılmış bir kalas, ki üzerine ev terliği
ile basılıp sofa ve mutfak arasında rahatça gidilip gelinebilsin, bahçeye bakan
mutfak, mutfağın üzerinde dışarıdan merdivenle çıkılan yatak odası, yatak
odasında sandıklar dolusu kitap, teyzesinin büyük oğlunun yağlıboya
çalışmaları, bahçede bir limon ağacı, yine bahçede zaman zaman içine su
doldurulan büyük leğende dala çıka yüzen ördekler, evin içinde kedi Ece ve onun
oyuncu yavruları bugün bile gözünün önündeydi. Oyun oynarken müşteriler
tarafından dikilmek üzere bırakılmış birbirinden değerli kumaşları hallaç
pamuğu gibi atan yavrular sebebiyle, birkaç kez kumaşçıya gidip aynı kumaştan
aldıklarını anlatmıştı teyzesi.
Teyzesinin iki oğlundan büyük olan büyük bir şehirde
üniversitede okuyor, bazı hafta sonlarında anne babasını görmek için küçük
kasabaya dönüyordu. Her gelişinde teyzelerini, anneannesini ziyaret ediyor,
bizim kıza pişmaniye getirmeyi hiç unutmuyordu. Pişmaniyeyi tutku derecesinde
sevmesi bir yana, unutulmadığının da göstergesiydi o kutu. Pişmaniye ile
birlikte “üstten basmalı uçlu kalem” getirmişti bir keresinde ağabeyi. O kalem bir
yıl kadar sonra evlerinde çıkan (uyurken sebep olduğu) yangında, yaz tatilinde
çalıştığı plakçı dükkânından kazandığı haftalıkları biriktirerek aldığı anorağın
cebinde kaldığı için anorakla birlikte yanmıştı. Anorağın yanışına, kalemin
yanışına üzüldüğü kadar üzülmemişti.
Bizim kız doğduğunda teyzesi ile yan yana evlerde
yaşadıkları, bizim kızın evde çok ağladığı, teyzesinin evinde ise susup mışıl
mışıl uyuduğu konuşulurdu aile arasında. Evde kendisinden üç buçuk yaş büyük
ablası mı rahat vermezdi ona, yoksa annesi mi iş güçten onunla yeterince
ilgilenmezdi bilinmez. Bilinen, teyzesine gelen küçük kızın huzurla uykuya daldığıydı.
Küçük kız o kadar minik ve o kadar zayıftı ki, “Hiç Yokun Yanı Başı” adını
takmışlardı ona. İlkokul ve ortaokul hayatı boyunca devam eden bu ufak
tefekliği ortaokuldan liseye geçtiği sene bozulmuş, o yaz birdenbire boy atmış,
kendisini sadece bir yaz tatili boyu görmemiş öğretmenlerini şaşırtmıştı.
Teyzesinin evinde kendi evi gibi rahat ederdi. Ağabeyleri
de, teyzesi de, eniştesi de, hep bir şeyler öğretiyorlardı ona. O tarihlerde genç
birer delikanlı olan ağabeylerinden günün moda şarkılarını öğreniyor, genç bir
kız olma yolunda nasıl giyinileceğini, nasıl davranılacağını yaşayarak öğreniyordu.
Bu ev, şehir dışında yaşayan ağabeyleri sayesinde onun küçük dünyasının dışına
açılan bir pencereydi.
Zaman zaman onun şaşkınlıklarıyla eğlenirlerdi de. Bir
torba içine sakladığı kahkaha makinesinin düğmesine gizlice basan ağabeyi, delice
kahkahaların nereden geldiğini bir türlü çözemeyen ve gülmekten gözünden yaşlar
gelen kızın haline daha fazla dayanamamış, makineyi torbasından çıkartıp
göstermişti.
Bir keresinde de küçük olan ağabeyi, masanın
muşambasını bıçakla kesmiş, bunu kim yaptı diye soran annesine kendisini işaret
ederek, suçu onun üzerine atmıştı. O andaki şaşkınlıkla sesini çıkartamamış, suç
onun üzerine kalmıştı. Unutamadığı bu olay onu ömrü boyunca haksız yere
suçlanma korkusuyla yaşatmış, en ufak haksızlıkta, o an sesini çıkartıp
haklılığını, inat derecesinde, savunmuştu.
Teyzesinin evinde televizyon yoktu, olmasını da istemiyordu.
Teyzesinde yatıya kaldığı zamanlarda, eğer ki televizyonda izlemek istediği bir
film varsa, eve gidip izler, teyzesinin evine döndüğünde filmi başından sonuna
teyzesine anlatırdı. Dökülen iğnelerden ve ipliklerden halısını korumak için, üzerine
serdiği yeşil brandanın üzerinde oturmuş, elindeki dikişin sürfilesini yapan
teyzesi onu sözünü kesmeden dinlerdi. Anlatmayı, anlattıklarının ciddiyetle
dinlenmesini sevmiş, ya da bu ciddiyet ona, anlatacaklarını ciddiyetle
dinlenecek bir biçimde anlatmayı öğretmişti.
Okuldan geldiği gibi mutfak kapısında dikilip de
annesine bir şeyler anlatmaya başladığında, çoğunlukla onu dinleyen ama bazen de,
“Şimdi işim var sonra anlatırsın.” diyen annesine aldırmaz, anlatacaklarını
hemen o an, taze taze, o anki heyecanıyla anlatmak isterdi.
Teyzesinin evinde yaşamaktan mutluydu, ama Ankara'nın
en güzel yanı İstanbul'a dönmektir sözündeki gibi, kendi evinde olmak bambaşkaydı.
Uyurken sebep olduğu, çok değer verdiği anorak ve
kalemin yandığı bir yangından bahsetmiştim.
Kış günlerinde, kardeşleriyle birlikte evin sadece bir
odasında yanan sobanın olduğu sıcak odada yatıyordu. Anneannesi onlarda kaldığı
zamanlarda ayakucu sobaya bakan divanda anneannesi, o tarihlerde çalışmaya
başlamış olan ablası da maaşıyla aldığı çek-yatta yatardı. Ona da erkek kardeşi
ile birlikte yer yatağında yatmak kalırdı. Küçük erkek kardeşinin tüm zıpırlıklarına
katlanmak zor olsa da, yine de ona kıyamaz, yaramazlığı yüzünden ablasından dayak
yiyecek olsa araya girip onu dayaktan kurtarırdı. Anneannesinin teyzelerinden
birinde kaldığı bir gün, yerde değil de anneannesinin divanında yattı. Sarı
ipek yorganın altına girip, ayaklarını sobaya uzattı ve yanında kıpraşan
kardeşi olmadan uykuya daldı. Üzerinden ne kadar geçtiğini bilmeden, uykusunun
bir yerinde annesi ile ablasının evde duman var, bir şey mi yanıyor diye
konuştuklarını duyduysa da, tatlı uykusundan uyanmaya lüzum görmedi. Bir
sonraki cümle, anneannesinin yorganının yandığıydı. Uykusunda tepişirken cânım
sarı ipek yorganı sobaya değdirmiş ve yorganı yakmıştı. Yataktan nasıl fırladığını
bilemedi. Annesi yorganı aldığı gibi bahçedeki leğene, suya bastırdı. Neyse ki
tehlike geçmişti. Tekrar yataklarına girdiler, uykuya daldılar. Ancak onun
uykusu kaçmış, kapının altından sızan ışıktan annesinin holde bir şeyler
yaptığını düşünmüştü. Işığın bir türlü sönmediğini görünce yataktan çıkmış,
odanın kapısını açmış, kendisini bir anda duman bulutunun içinde bulmuştu. Dumandan
boğulmak üzere olan evin kedisini pencere önüne çıkartmıştı hemen. Onun ışık
sandığı aslında yangındı. Annesi ıslattığı yorganı kurusun diye ahşap
trabzanlara asmış ve yatmıştı. İçin için yanan pamuk yorgan sonunda alev almış,
yorgandan kopan parçalar ahşap merdivenlere düşmüş, merdivenleri yakmaya
başlamıştı. Bu arada; mahallenin kedilerinin doğum yaptığı merdiven altının evin
kömür deposu olduğunu söylemek isterim. O korkuyla “Yanıyoruz!” diyerek ev
ahalisini ayaklandırmış, hep birlikte yangını büyümeden söndürmüşlerdi. Çocuktu
ama birkaç yıl evvel yan komşuda pamuk balyalarına atılan bir izmaritten çıkan
büyük yangını unutmamıştı. O yangında neredeyse kendi evleri de yanacaktı.
Sabah okula gittiklerinde arkadaşları sen sigara mı
içtin diyorlardı. Onlar farkında olmasalar da üzerlerine kesif bir duman kokusu
sinmişti. O yangında yanmıştı işte anorak ve kalem.
Yangından ve yanarak ölmekten korktu hep. Kızışan ortamın bir anda nasıl parladığını, yanan insanların neler yaşadıklarını okumuştu, izlemişti defalarca. Canlı canlı yakılan insanları, canhıraş çığlıklarla yanan o insanları sükûnetle seyreden vahşi insanları anlamakta zorlanıyordu.
TATLILAR
Onun teyzesinin oğlunu ve pişmaniye ile olan ilişkisini
anlatıp, teyzesinin tatlılarıyla ve diğer tatlılarla olan anılarını atlamak olmaz.
Bayramlarda ziyaretlerine gelen akrabaları bazen lokum, bazen da meyveli jöle
şeker getiriyorlardı yanlarında. Lokum kutularının içinde pudra şekerine gömülü
çeşit çeşit lokumları da seviyordu ama lokumlardan dökülen pudra şekerinin
bembeyaz, havada uçuşan kara benzeyen görüntüsünü de, o görüntüyü ağzına kaşık
kaşık doldurmayı da daha çok seviyordu.
Parmaklarına yapışan pudra şekerini yalarken kendinden
geçiyor, jöle şekerleri renklerine göre ayırıp, önce üzerlerindeki pütürlü
şekeri hafif ısırıklarla temizliyor, sonra yumuşak şekerden bir ısırık alıp şekeri
ağzında yavaş yavaş dolandırırken, elinde tuttuğu renkli ve yumuşak şekerin diğer
yarısını evire çevire inceliyor, şekerin tadı ağzını şenlendirirken, gözleri de
şekerin rengi ile mest oluyor, kokusu burnunu şenlendiriyordu.
Pudra şekeri gibi uçuşan şeyleri seviyor olmalıydı.
Leblebi tozunu toz şeker ile karıştırıp ağzına doldurduğunda, ezilmiş
leblebileri ve arada dişine gelen toz şeker parçacıklarını damaklarına sıvaya
sıvaya yemeye çalışır, tükürük ile birleşince kremamsı bir hâl alan ve dişlerine
yapışan karışımı yapıştıkları yerden dili ile sökmeye çalışırdı. Ağzında leblebi
tozu varken konuşmaz, olur da hapşırması gelirse diye çok korkardı. Bilirdi ki
konuşursa ya da hapşırırsa bir anda ağzından bir toz bulutu çıkacak, her taraf
leblebi tozuna bulanacak ve o muhteşem zevk yarım kalacak. O yüzden, evin
sessiz bir köşesine çekilip, minik plastik kaptaki leblebi tozunu, kabın
kapağına yapıştırılmış olan minik plastik kaşık ile yer, bir yandan da kabın
içinde gittikçe azalan leblebi tozunu seyrederdi.
Bir kutu leblebi tozunu dahi hem görerek, hem tadarak,
hem duyarak, hem dokunarak, hem de koklayarak, beş duyusu ile birden yerken,
hayatı da hep böyle tüm duyularıyla yaşayacaktı.
Köpük helva ile yaşadığı aşk da diğerlerinden farklı
değildi. Sonradan şeker, su, limon tuzu ve çöven suyu ile yapıldığını
öğrendiği, köpük helvacının temiz, kalın ve şeffaf bir naylon torbaya koyduğu yüz
gram kadar köpük helvayı da bir köşeye çekilip, helvanın torbanın içindeki görüntüsünü
izleyerek, boğazı şekerden yanıncaya kadar kaşıklardı. Yiyemeyecek hale gelince
naylon torbanın ağzını bağlar, birkaç saat sonra naylon torbayı içinde bir
damla bırakmamacasına sıyırırdı.
Okuyucu köpük helvayı, çubuğa geçirilmiş pembe bulut
gibi pamuk helva ya da ısırılınca ağızda kırıklanan kaymaklı beze ile karıştırmasın.
Onlar da hem görüntüleri, hem de ağızda eriyişleri ile çocukların
sevgilisiydiler. Köpük helva ise kimden miras kaldığı bilinmeyen bir lezzetti.
Yine o günlerde bir gün, bir arkadaşının evine ders
çalışmaya gitmiş, derslerini bitirdikten sonra oynamak için sokağa çıkmışlardı.
Mahalle arasındaki sokakta bir küçük dükkân ilişmişti gözüne. Altında ateş
yanan ve durmaksızın dönen büyük bir bakır saç üzerine, elindeki büyük maşrapayı
ya da teneke kovayı (tam hatırlamıyordu orasını) yandaki kazana daldırıp, dönen
kızgın saçın üzerinde dıştan merkeze doğru gezdiren adam, maşrapanın altındaki onlarca
delikten saçın üzerine akan incecik akışkan hamurun sıcak saç üzerinde çabucak pişmesi
ile birlikte birkaç tur sonra saç üzerindeki spagettiye benzeyen pişmiş uzun ipleri
mahir bir hamle ile toplayıp, kenarda duran yatay sopaya, ihtimal ki birbirine yapışmasın
diye, asmıştı. Kadayıf döken adamı kaç maşrapa boyu izledi hatırlamıyordu.
Maşrapanın kazana daldırılması, maşrapadan akan süt gibi beyaz sıvı, dönen saç,
saçın altında yanan ateş, ateşin sıcaklığı ile pişen beyaz sıvı ve adamın
elleri ile pişen ipleri kopartmadan toplaması onu büyülemişti. O gün, her bayram teyzesinde, yumurta
tatlısının yanında yediği tel kadayıfın dökülüşüne şahit olmuştu.
Bir gün de yumurta tatlısının yapılışını görmüştü. Yumurta
tatlısı ile meşhur fırının önünde bir taburede oturan şişman, göbekli, esmer
bir adam, elinde uzun bir çırpma teli ile kucağına aldığı büyük kabın içindeki
yumurtaları oturduğu yerde çırpıyordu. Kabartma tozu konmadan, sadece
yumurtanın dövülmesi ile kabaran pandispanya, şerbet ile haşlanınca yumurta tatlısı
oluyordu. Tepsideki bir karış kabarmış kekin şerbetsiz hali de şerbetli hali de
damak çatlatandı. Yumurta tatlısı yapmaktaki maharet, tatlıyı yumurtaya
kokutmamaktaydı. Başka yerlerde bu tatlıyı birkaç kez yemeye çalışmış, tatlıdaki
kesif yumurta kokusunu alınca midesi ağzına gelmiş, ayıp olmasın diyerek tatlıdan
bir çatal almış, kusmak ile kusmamak arasında kalmış, tabağı olduğu gibi geri
vermişti. O koku ve damağındaki o tat onun yumurta tatlısı ile arasına mesafe
koymak zorunda bırakmıştı. Çocukluğunun tatlılarını hatırladığı kadarıyla anlatırken,
teyzesinin yumurta tatlısını ne kadar özlediğini fark etti birden.
Bazen annesini mi yoksa annesinin yaptığı börekleri mi
daha çok özlüyor diye sorardı kendisine suçlu suçlu. Annesi yemekleri ile bir
bütündü. Büyümek için beslenmek zorunda olan canlının annesinin memesinde başlayan
beslenme yolculuğu, anne yemekleri ile devam eder, annesinin yavaş yavaş eski
maharetini kaybedip artık eski lezzetinde yemekler yapmaması ile sona ererdi.
Belki annesinin yemekleri yine aynı lezetteydi, belki de değişen kendisiydi. Kim bilir…
KÖY
Yaz tatillerinde, okul biter bitmez babasının doğduğu
eski Rum köyüne giderlerdi. Bütün yazı denizde ve zeytinliklerde geçirir, meyce
ağaçlarının üzerinden inmezlerdi. İncir ağaçlarında incirin içine kafasını
sokarak beslenen zümrüt yeşili, eklem bacaklı ve kanatlı böceklerin ayağına ip
bağlayıp, ipin ucunu ellerinde tutup zavallı hayvanları uçurduklarını hiç
unutmamıştı. Ceplerine ivova dedikleri bu kocaman böceklerden birkaç tane kor,
olur da ellerinden birini kaçırırlarsa yerine yenisini oyuncak ederlerdi.
Büyümeye başladığında, ayağında bağlı ip ile kaçan ivovaların akıbetini
düşündükçe irkilir olmuştu. Ayva dalından kapan kurup zeytine zarar veren
sığırcık kuşlarını avlamayı öğrenmişti, sandal ile sabah erken denize açılmayı
ya da bir kayanın üzerinden balık avlamayı öğrenmişti. Kapana yakalanan ve ipin
ucunda çırpınan kuşun boynundan ipi çıkartmak ne kadar zorsa, misinanın ucundaki oltanın çengelini balığın
ağzından sökmek de o kadar zordu. Avı yakalamayı öğrenmişti ama cana zarar
verdiğini görünce kuşları havaya, balıkları denize salmaya başladı.
Köyde eşeğini dövenlerin peşinde dövme diye koşan,
keneden görünmez olan köpeklerin kenelerini ayıklayan, zavallı kedi yavrularını
yalaktaki suya daldırıp çıkartan çocukların elinden yavrucakları kurtaran hep
oydu.
Sabah gözünü açar açmaz önce deniz dalgalı mı diye
denize bakar, sonra evlerinin arkasındaki incir ağacına çıkıp birkaç incir yer,
ağaçtan inip balkona vuran sabah güneşi eşliğinde kahvaltısını ederdi. Kahvaltı
biter bitmez mayosunu giyip en yakın arkadaşının evine doğru yürür, onların geç
kalkmasına ve uzayan kahvaltılarına sinir olur, öğleden sonra dalgalanacak olan
denizin sakin halini kaçırmak istemediği için sabırsızlanırdı. Yanına
havlusunu, birkaç zeytin, bir büyük domates, dalından toplanmış çıtır biber ve
taze ekmekten büyükçe bir parça alıp denize inerdi. Doya doya yüzüp, bir o
kadar da güneşlendikten sonra o sıcakta yorgun argın eve dönmek çok zor
gelirdi. Sıcaktan eriyen asfalta yapışan terlikler, sarı sıcak, kızgın mı
kızgın bir hava, bu şartlar altında eve ulaşmaya çalışan küçük adımlara şimdi
kısa gelen o mesafe, o zaman çok uzun gelirdi. Denizde sabahtan akşama kadar
kalmayı sevmiyordu.
Bazen de bir urganla kıyıya bağlı, içi boş varillerin
üzerine çakılan tahtalardan oluşmuş kare şekilli dubanın olduğu koya gider,
dubadan denize kim bilir kaç kez atlardı. Gençlerin sıkış tepiş üzerine
sığışmaya çalıştığı duba, hem yeni insanlar tanımak için hem de birbirlerine
yüzme numaralarını sergilemek için idealdi. Her şeye gülünen bir çağda deniz,
güneş ve dubadan daha büyük mutluluk olamazdı.
Dubanın olmadığı koylarda ele geçirilen bir deniz
yatağı ya da bir şambriyel, denizi bir anda oyun alanına çevirirdi. Yüzmek,
dalmak, denizin içinde takla atmak, amuda kalkmak, su balesi yapar gibi
numaralar yapmaya çalışmak, atılan kahkahalar sebebiyle boğulma tehlikesini
yaşatırdı bazen. İyi yüzerdi bizim kız. İyi dalardı. Ciğeri kuvvetliydi. Açılmayı
severdi. Öyle açılırdı ki, diğer koyu görebilirdi. Koylar arasında bazen
yüzerek, bazen de kayalıklardan atlayarak gidip gelirlerdi. Bir keresinde küçük
erkek kardeşi ile birlikte bir koydan diğerine geçerken patlayan havada, bir
kayanın üzerinde kalan ve ağlayan kardeşini kucağına almış, onu diğer koya
kadar kucağında taşımıştı. Denizin kuduran dalgaları onları yutacak gibiydi.
Masum çırpıntılar yerini bir anda dev ağızlı, beyaz köpük başlıklı dalgalara
bırakmış, canavara dönüşmüş dalgalar hanginizi önce yutsam diye saldırıya
geçmişti.
Sabah olunca sanki dün kuduran o değilmiş ki kıyıya masum öpüşler bırakacaktı, biliyordu. Gümüş grisi o denizde kaç kez yüzmüş, denizin içinde kendi nefesini duymuş, kulaçlarını çarşaf gibi dümdüz denize her daldırışında çıkan sese aşık olmuştu. Bazı sabahlar sandal ile kürek çeke çeke koylar arasında dolaşırken, küreklerin suya değdiğinde çıkardıkları ses de bu aşka dahildi. Kulaçlarını o kadar sakin atar, küreği suya o kadar yavaş daldırırdı ki, uyuyan deniz uyansın istemezdi. Bazen de kürek çekmeyi bırakır, sandaldan suya eğilir, cam gibi berrak denizin içinde birbirlerini kovalayan irili ufaklı balık sürülerini izlerdi. Yosunlar ve taşlar arasında saklanan bu dünyayı, denize daldığı zamanlarda izlemeye bayılırdı. Kaptan Cousto misali mercan kayalıklarına daldığını düşünür, su yüzüne çıktığında birkaç metrelik bir alanda dolandığına bakıp kendi kendine güler, nefesini tazeleyip yine o büyülü dünyaya geri dönerdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder