2 Temmuz 2018 Pazartesi

Kaç çocuk yedin?

Nasıl doymaz bir canavarsın ki sen çocuklarımızı üçer beşer atıyorsun ağzına öyle. Ağzından kanları sızıyor, dişlerinin arası bebek etleriyle dolu. 
Kuzu postuyla yaklaşıyorsun hepsine önce. Postunu üzerinden atıp da canavara dönüştüğünde çığlık çığlığa kaçıyorlar hepsi senden. Bana mısın demiyorsun, hatta belki de senden korkmalarından delice bir haz alıyorsun.
Kalbinde zerre kadar merhamet taşımadığın için, sadece karnını doyurmaya bakıyorsun.
İçinde demirden bir öğütücü var sanki. Kıyım kıyım kıyıyor midene indirdiğin her biçareyi.
Ağzının kenarında birinin kanı kurumadan daha, bir diğerini yakalıyorsun hemen.
Yapma diyoruz, etme diyoruz, yalvar yakar oluyoruz, duymuyorsun.
Gözlerin kör, kulakların sağır, kalbin taş olmuş.
Sadece ama sadece açlığının sesine kulak veriyor, o sesin çağrısına uyuyorsun.

Kaç çocuk yedin yıllardır?
Yediğin her çocuğun ardından yazılar yazdık, ağıtlar yaktık.
Elle tutulur bir önlem alınmadığından, yazıldığı yerde kaldı yazılar, yakıldığı yerde kaldı ağıtlar.
Aslında sen kendini belli ediyordun gören gözlere.
Kedi yavrularını yalaklarda boğuyordun mesela. Köpekleri tekmeliyor, kuşların kafasını bir çekişte kopartıyor, kendinden küçük çocukları itip kakıyor, güzel kokan bir çiçeği hoyratça yoluyordun.
"Bizim çocuk biraz yaramaz" sözünde kalıyordu bu yaptıkların.
Kimse sorup sorgulamıyordu 'neden kimse böyle değil de sen neden böylesin' diye.
Korkutuyordun çevreni üzerine giydiğin şiddet entarisi ile.
Anan baban yaka silkiyordu artık senden.
Okulda öğretmenin, sınıf arkadaşların, mahalledeki yaşlı teyze, bakkal Ahmet, herkes illallah demişti bu acımasız hallerinden.

Bir de arkadaşın vardı senin. Dışarıdan bakınca sana benzemeyen ama özünde senin gibi biriydi o da.
Öyle içine kapanık, dışından değil de hep içinden konuşan, güzelliklere senin gibi kızan ama senin gibi orta yerde maraza çıkartmayan biriydi.
Kıyıda köşede döküyordu nefretini o hep. Hep izliyor, hep gözlüyor, hep sahip olamadıklarına kinleniyor, kinlendikçe hırslanıyor, hırslandıkça içi şiddetle dolup taşıyordu.
Taştığı zamanlarda gözüne bir av kestirip alıyordu ezikliğinin öcünü.

Büyüdükçe ikisinin de avları büyüdü. Hele işin içine nefis de girince verdikleri zararın şekli de değişti.
Çocukmuş, masummuş, günahmış, hiçbirini aklllarına getirmeyerek yapmaya başladılar yapacaklarını.
İşleri bittikten sonra yine aynı sinsilikle ortadan kaldırmaya çalıştılar suçlarını günahlarını. (Tabi, ya konuşursa!)
Yaptıkları ortaya çıkmadığı kadar hiçbir şey yapmamış saydılar kendilerini. Neye sebep olduklarını ya hiç bilmediler ya da bilmezden geldiler.
Sanki kurbanının başına çöktükleri zamanki o vahşi yaratık kendileri değillermiş gibi devam ettiler hayatlarına.
Kahvede arkadaşlarıyla selamlaştılar, camide namaza birlikte durdular, çarşı pazarda esnafla şakalaştılar, işlerine gidip işlerini yaptılar. En çok da kendilerini sinsice ve kurnazca kutsal kavramların ardına sakladılar. 

Verdikleri sinyaller zamanında fark edilseydi belki, belki yaptıkları kötü şeyler geçiştirilmeyip önemsense ve ciddi bir şekilde bu konuya eğilinseydi ve devlet tarafından da gereken yasalar çıkartılıp o yasalar layıkıyla uygulansaydı, her bir tanesi biricik olan bu kadar can yanmazdı belki.
Ayıp ve günah kavramları ile birlikte ahlâk, vicdan ve merhamet duyguları öğretilir, karşısındakini anlamasını sağlayacak çalışmalar yapılırdı o çocuklarla. 
Ve en önemlisi, şiddete eğilimi olan kişiler gözlem altına alınırdı.
Onların da hayatı kurtulurdu böylece, onların karanlığında yitip giden canların da...
****
Şu son birkaç gün içinde yine art arda isimlerle kavruldu yüreğimiz.
Yine diyorum, çünkü adım başı "kayıp çocuk" ilanı görüyorum.
Kayboluşlarının ardından acı haberlerini aldığımız Eylül ve Leyla'dan sonra, bu akşam üzeri Diyarbakır'da Silvan'ın Malabadi Mahallesi'nin kırsal alanlarında hayvanlarını otlatan 14 yaşındaki Yusuf Yılmaz isimli çocuğun kaybolduğunu okudum bir yerlerde.
Hatay'ın Hassa ilçesinde, ailesiyle birlikte yakınlarını ziyarete gelen konuşma engelli 6 yaşındaki Ufuk Tatar, kayboldu yazıyordu bir haber sitesinde de. (Ki bu vak'alar duyulanlar.)

Anlaşılan o ki kana doymayan canavar insafsızca yeni avlar peşinde dolanmaya devam ediyor.
Toplum olarak topluca İğneli Fıçı'da kan revan içinde çalkalanıp duruyor ancak fıçıdan bir türlü çıkamıyoruz.

Bu cinnet hâlinden çıkabilmek için kendimizce önlemler almak düşüyor bize.
Çocuklarımızı gözümüzün önünden ayırmamak, olabileceklerle ilgili onları anlayacakları şekilde bilgilendirmek, onları kendimizce korumaya çalışmak, onlarla konuşmak, şüpheli durumlara karşı uyanık olmak, başkasının çocuğunu da en az kendi çocuğumuzmuşcasına kollamak.
Bizden ötesi ise yetkin kişiler eliyle okullarda eğitim vermek.
Okuldan ötesi ise yine devlet olarak konuya muhakkak bir ciddiyetle eğilmek.

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.” der Albert Camus.
“Medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek gibi bir şey” der Namık Kemal.
Hepsi aynı kapıya çıkar.

Hayvana edilen zulümleri önemsemeyip gereken yasayı çıkartmadıkça ve suçluları cezalandırmadıkça, ağzı var dili yok biçarelerin de bir can olduğunu anlatamadıkça bu katliamlar katlanarak böyle sürer gider.
Olan olduktan sonra olmuşu beddualar eşliğinde Allah'a havale etmek çare değil.
Güvenlikli sitelerde bin kilit altında yaşamak çözüm değil.
Kendi çocuğunu pamuklar içinde büyütmek adil değil.
Kendi çocuğundan başkasını görmezden gelmek ahlâklı değil.

Kısacası;
Acı diyorum efendim,
O da evrensel olmalı; 
Bir çocuğun eline diken batsa;
İnsanoğlu yanmalı… / Farid Farjad
Leyla sanki onu koruyamayacağımızı bilmiş gibi nasıl kızgın bakmış kameraya zamanında bak. 
Bu bakışları hiç unutma, olur mu Türkiyem...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder