4 Haziran 2018 Pazartesi

Yaaaa!

İtiraf ediyorum;
Kendisini dinlerken kendimi hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi birbiriyle ilintilendirmeyen, hayattaki hiçbir detayı fark etmeyen, tarihten bihaber zavallı bir cahil buluyorum. Hele de onun anlattığı olayları birbiriyle kesiştirdikten sonra kendisini izleyenlere bakıp da "Yaaa..." duruşuyla bir kez daha yerin dibine giriyorum.
Bir yandan da öğrendiklerim için, için için seviniyorum.
Kendisini her izlediğimde bunu bana yaşatan Sunay Akın'dan başkası değil elbet.
Televizyondaki programlarını siz de izlemişsinizdir defalarca. 
Kendisini sahnede ilk izlediğimde "Bir Ummansın Sunay Akın" sözleri dökülmüştü dilimden ve aynı başlıkla kaleme almıştım yazımı.

"Direklerarası Mahya Işıkları"
Sunay Akın bu kez Nilüfer Belediyesi'nin önündeki Cumhuriyet Alanı'nda ramazan boyu kurulan Ramazan sokağının konuğuydu. Her daim yanında taşıdığı 'Mahya Işıkları'nı minareden minareye değil, direkten direğe asıverdi gece boyu Sunay Akın. Astığı kandillerin ışığında ışıl ışıl aydınlandık tüm gece. Söylediklerinin pek çoğuna şaşırdık. Bildiklerimizi bir kez daha yinelemenin hazzını yaşadık.
Tarihimizi yeterince bilmemekti en büyük ayıbımız.
Sunay Akın bu eksikleri tamamlama çabasındaydı. Ondan başka da böyle anlatan yoktu.
Malum, Sunay Akın'ın söze nereden başlayacağı, nerelere düğüm atacağı, sonra o düğümleri çözüp sözünü nerelere çıkaracağı bilinmez.
Sene 341 diye başlar, bir bakarsınız Cilalı Taş Devri üzerinden dolanıp Uzay Çağı'na gelmişsiniz.
Bir haritaya kuşbakışı bakmak gibidir onun konuşmaları. Anayollar vardır anlattığı bölgede, bir de anayolları birbirine bağlayan ara yollar, patikalar. Dağlar tepeler aşar sözleri, patikaları tali yollara, tali yolları anayollara çıkartır. Yolları birbirine bağlarkenki ustalığı şaşırtıcıdır.
O da bu şaşırtmacadan haz alır ve izleyicinin gözlerinin içine bakarak "Yaaa"sını çeker bir güzel.

Sıyam, Oruç, Işık, Oku
Sıyam'ın Kur'an'da neden oruç anlamına geldiğini ışık ve aydınlanma ile anlatır mesela.
Oradan İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanlar tarafından bombalanan Londra Kütüphanesi'ne çıkartır yolu. Yıkık dökük kütüphaneden kitap seçen insanların fotoğrafını gösterir arkasındaki perdede. "Savaştan korunmanın yolu okumaktan geçer" der. "Kutsal kitabımız OKU ile başlamaz mı?" der.
Bir kitap yeter anlatmaya
Yine İkinci Dünya Savaşı'nda Paris'i işgal eden Alman askerlerinin Mussolini ve Hitler'in fotoğraflarını her yere zorla astırmaya çalışmalarını, bir kitapçı dükkanına da aynı şeyi yapmasını istediklerini, isteklerinin yerine gelip gelmediğini kontrol etmek için geri geldiklerinde kitapçının camekanına Mussolini ve Hitler fotoğraflarının arasına Victor Hugo'nun unutulmaz eserini yerleştirmesini anlatır. (O kitabın adı hemen aklınıza geldi değil mi? Mussolini, Hitler ve Sefiller. Hepsi ayrı unutulmaz. Hepsi ayrı hatırlanır. Yaşattıkları ile tarih içinde hepsi kendi yerini alır.)

Bisikletli Çocuk
İkinci Dünya Savaşı ile devam eder sonra Sunay Akın. "Bisikletli Cahit Sıtkı Tarancı'yı arar gözlerim her savaş görüntüsünde" der. "Cahit Sıtkı’nın filmini çekmek isterim biliyor musunuz?" der. İkinci Dünya Savaşı başladığında Paris’te, Türkiye'den giden Türk öğrenciler vardır ve bu öğrenciler savaşın ortasında sıkışıp kalmışlardır. Cahit Sıtkı Tarancı da o öğrencilerden biridir. Bir bisiklet bulur Tarancı, bir de İsviçre'ye giden yolları gösteren bir harita. Yaklaşık on gün pedal çevirerek İsviçre'ye varır ve kurtulur savaştan. (Bugün de -3 Haziran Dünya Bisiklet Günü-dür zaten)

Fikirler, Tepeler ve Sefiller
Söz Paris'ten İsviçre'ye, oradan da İstanbul'a nasıl uzanır anlamazsınız. Vatan şairi Namık Kemâl'in adını koyduğu bir semte, Fikirtepe'ye çıkartır yolu. "Fikirtepe'nin adı neden Fikirtepe'dir bilir misiniz?" der. Orada fikirlerin uçuştuğu bir evden bahseder ve bir de Fikirtepe'nin şimdiki haline bakın der. Sözü Namık Kemâl'in son nefesini vermeden önce okuduğu kitap ile bağlar. "Sefiller!"
Cumhuriyet tarihinde dolanırken Atatürk'ün dokuz yıl boyu çıkarttığı bir dergiye gelir söz. Oradan Hititler'e uçup, oradaki sapından püskül sarkan sazı alıp günümüze getirir. "Anadolu'da 'Telli Kur'an' denilen saz yere konmaz, saz sapındaki bir ip ile duvara asılır" der. Alışkanlıklarımızın derinliğini serer gözler önüne. Atatürk'ün semtlere verdiği isimlere dikkat çeker. (Etiler, Akatlar) Kurulan bankaların isimlerini hatırlatır. (Sümerbank, Etibank)
"Nota bileceksin!"
Satranç oyuncusu gibi öngörüsü vardır Atatürk'ün. Kültür politikası vardır. Diline, tarihine ve coğrafyasına sahip olsun ister Türk halkı. O yüzden Ankara Üniversitesi'nde, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni kurar. Yıllar ve yıllar sonrasını gören iyi bir satranç oyuncusudur o.
Anadolu sazından orkestraya getirir sözü sonra. "Elindeki enstrüman ne olursa olsun nota bileceksin. Orkestraya nota bilmeyenleri almayacaksın" der. Ülkede herkesin farklı söyleminin olmasını farklı enstrümanlara benzetir. Lakin her enstrüman çalan orkestraya (yönetime) girecekse eğer nota bilmelidir!

"Güneşi tepeye alacağız, gölgeler yok olacak" 
Müzikten seçimlere, seçimlerden ibadete getirir sonra sözü. Dünyanın en güzel ibadethanesinin neresi olduğunu sorar. Mimar Sinan'ın çıraklık döneminde yaptığı, Eyüp'teki Defterdar (para verme konusunda pek Nazlı olan) Mahmut Efendi Camii'dir bu ibadethane. 1541 yılında yapılan cami, minaresinin âleminde hokka ve divit bulunan tek camidir. Fırtınalı bir havada hokka ve kalem düşüp kırılır. Sunay Akın'ın çabasıyla 30 Mayıs 2007 günü hokka ve kalem tekrar yerine konur. "Bu mabet İtalya'da, Fransa'da, Almanya'da, İngiltere'de bir mabet olsa hepimiz bilirdik. Derdik ki; vay be, adamlar ne kadar medeni. Yazı araç gereçlerini en yukarıya koymuşlar. Gider önünde resim çektirirdik." der Sunay Akın. 
Haksız mıdır?
Osmanlı'dan Osmanlıspor'a!
Kültürel zenginliklerimizi bir bir sıralarken "Bir milletin zenginliği hisse senetleriyle değil hisleri ile ölçülür" der. "Osmanlı'yı iyi tanı, Osmanlı ile Osmanlıspor'u karıştırma" der. "Ülkemizin içinde olduğu hastalık Alzheimer" der. 
Osmanlı'ya neden Ottoman denir, Otto nedir bunun açılımını yapar. "İngilizler'in 'adam' dedikleri 'man' sözü de bizden almadır. Ada ülkesinden söz mü çıkarmış!" der. Ateş'e od dediğimizi, Ottoman'ın da "Ateş Adam" olduğunu söyler.

Gökten toplanan yıldızlar
İlk mahya 1617'de yeni yapılan Sultan Ahmet Camii'ne kurulur. İki minare arasında kandiller yanar ışıl ışıl. Gökten toplanan yıldızlarla yazılmıştır sanki mahyalar. Lakin mahya asmak için iki minare gereklidir. Üsküdarlılar, 'Mahya isteriz!' diye iskele önündeki Mihrimah Sultan Camii'ne bir minare daha yaptırmışlardır. Eyüp Sultan'ın minareleri mahya kurulmak için yükseltilmiştir. 
Lakin yağmurda kurulamaz mahyalar. Birisi akıl eder ve içine su almayan kandil yapar. Bu kandillerden oluşturduğu "Şemsiye" resmini asar mahya olarak. O günden sonra Ramazanda hava yağmurlu olunca ateşten "şemsiye" mahyası kurulur minareler arasına. 
Görüldüğü üzere sadece "yazı" da yazmaz mahyalarda. İlk 15 gün yazı, son 15 gün resim yanar iki minare arasında. Her caminin mahyasında her gece başka bir resim vardır. O yüzden teravih sonrası cami cami gezilir, her caminin mahyası ayrı seyredilir. Bu adet ta o zamanlardan gelmedir.  
Şairin dediği gibi süngü değildir minareler. İlimdir, sanattır, yeniliktir.

"Tanrı'dan başka yoktur tapacak"
Mahya resimlerinde resmedilen 4 çift kürekli kayıklarda, 5 çift kürekli olması gereken ama 7 çift kürekli olan Fransız elçisi La Valette'nın kayığından Ahmet Vefik Paşa'ya, oradan da Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'na uzanan hikâyeden minarelere, oradan ilk ezana, ilk ezanı okuyan Habeşli Bilâl'e gelir söz. 
Bir köledir Bilâl. Lakin  onu seçer Hz. Muhammed. "Tanrıdan başka yoktur tapacak" diye seslenir göğe Bilâl. Sunay Akın ezanı anlatırken, tam da o anda okunur yatsı.

Nereden nereye?
1827'de Brandenburg'da doğan, evdeki bitmek bilmez kavgalardan etkilenmesin diye yakınları tarafından bir yetimhaneye verilen, 12 yaşında Berlin'deki yetimhaneden kaçarak Hamburg'a, oradan da bir gemi ile İstanbul'a gelen bir çocuğu anlatmaya başlar sonra. Carl Dedloid adındaki çocuğun gemiden atlayarak Kız Kulesi'ne çıkışı, Kız Kulesi'nde kalan cüzzamlılar, Türkan Saylan derken, o çocuğun (Almanların geri istemesine rağmen) geri gönderilmeyerek kendisine Mehmet Ali adının verilişini, iyi bir eğitim alması için askeri okula gönderilişini, Osmanlı askeri olarak gittiği Kırım Harbi'nden sonra Kırım'dan Mehmet Ali Paşa olarak dönüşünü dinleriz Sunay Akın'dan. O çocuk 1878 yılında Berlin Anlaşması için Berlin'e gittiğinde, zamanında kaçtığı yetimhaneyi de ziyaret eder. Ancak Almanya'dan dönerken Arnavutluk'ta linç edilir. Üç kızı vardır Mehmet Ali Paşa'nın. Gün gelecek, büyük kızı Leyla'dan doğan torunu Celile'nin oğlu, Nâzım Hikmet olacaktır... 
İkinci Dünya Savaşın'a karşı gelir diye 1938'de tutuklanır Nâzım. 12 yıl hapiste kalır. Onunla birlikte Ömer Deniz de suçlanır ve Sinop'ta altı yıl hapis yatar Ömer Deniz. Suçu ise, Beyoğlu'nda bir sinema çıkışında o zaman askeri öğrenci olan Ömer Deniz'in Nâzım Hikmet’e bir dosya uzatarak; "Efendim ben de şiir yazıyorum şiirlerimi okur musunuz." demesidir. Altı yıl hapisliğin sonunda mesleğine geri dönemez Ömer Deniz. Hapiste öğrendiği tahtadan yontma oyuncaklar yapmaya başlar. Bu mahareti kendisine meslek edinir. Bir gün kapısında kendisine çırak olmak isteyen 7-8 yaşlarında çelimsiz bir çocuk belirir. "Hadi bakalım tekneye sen de bin" diyerek kabul eder onu Ömer Deniz. Yoksa kendini zor geçindiriyordur. Çocuk her gün dükkâna gelir ve oyuncakları boyar. Çocuk bir gün kendisinin hiç oyuncağı olmadığını söyler Ömer Deniz'e. Ömer Deniz de ona oyuncak yapacağına söz verir. Ve ertesi gün sabah olduğunda iki kukla verir çocuğun eline. Çocuk kuklaları alır, koşar arkadaşlarının yanına. 5-6 arkadaşıyla o gün okulu kırar ve terk edilmiş bir evin, yıkık virane bir odasında, Ömer Denizin yapmış olduğu ilk oyuncaklarıyla ilk gösterisini yapar. O çocuk kimdir mi dediniz?
O çocuk o gün başlayan sanat hayatının onu getirdiği yerde, bugün şimdi sanata karşılıksız yatırım yapan oyuncu Müjdat Gezen'dir...
****
Sunay Akın kendisini izleyenleri oradan oraya savurduğu gösterisini "Sürçü lisan ettiysek affola" sözleriyle tamamlar. Eline telefonu alıp Görçek'ini çekmeyi de ihmal etmez.

Sözlerinin arasında kendisini izleyen bir çocuğa "Bir ülkenin geleceği bir çocuğun hayallerindedir" dediğinde, içindeki çocuğun heyecanı her kelimesinden yansıyan, kendisi de büyümemiş bir çocuk olduğunu görürüz onun. Onun da hayalleri vardır.
Onun en büyük hayali, anlattığı tüm bu karakterleri tek tek sinema filmi yapabilmek ve daha fazla kişiye ulaşabilmektir.
Bu vesile ile insanlara onurlu geçmişlerini anlatabilmektir.
Ki insanlar bilimi ve sanatı tekrar keşfetsinler, geldikleri yer ile içinde bulundukları zamanı iyi idrak etsinler.
Yoksa o zamana kadar her anlattığı "bilinmeyenin" ardından bizim yüzümüze bakıp sıkı bir "Yaaaa!" çekecektir Sunay Akın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder