Bu coğrafyada yaşarken defalarca yaşadık o sarsılmayı.
Bazen bir yıl boyunca hiç uğramadı şehrimize, bazen art arda geldi ürküttü hepimizi.
Başka başka şehirlerde oldu. Korktuk, üzüldük, yardımlar yaptık, sonra da unuttuk.
Biliyorduk, bizden önce de olmuştu, sonra da olacaktı.
Bu dağlar, bu tepeler, bu kanyonlar, bu nehirler bir günde yaratılmamıştı ya...
Ufak da olsa her sallanmada tüylerimiz diken diken, kulaklarımız kirişte, gözlerimiz korkuyla açılmış ve pür dikkat bir dinleme hali.
Duracak mı, devam mı edecek...
Ya da 99'da yaşadığımız gibi: Ne zaman bitecek?
Tam 45 saniye...
Her gün fark etmeden geçirdiğimiz ama o gece ömrümüzden ömür alan, on binlerce cana kıyan o 45 saniye.
Ne kaçmaya, ne saklanmaya.
Yıkılmadan, yıkıntılar altında kalmadan sokağa fırladık.
İletişim sıfır. Korku, panik ve çaresizlik...
Ve hiç unutmayacağım ilk sesler arabanın radyosundan yayıldı. Kargaşa, ağlaşan, yardım dilenen insanlar. Koşturma, belirsizlik. Duyduğumuz seslerden görüntüleri hayal ediyorduk.
Sabah eve çıkıp da televizyonları açtığımızda görüntülerin hayallerimizden korkunç olduğunu gördük.
Bu bir felaketti.
Kurtarılmayı bekleyen 17 yaşında bir çocuğun yıkıntıların altındaki elini görüyorduk, sesini duyuyorduk. Bir de başında yardım bekleyen çaresiz babasını.
Sonra.
Sonrası yok...
Ömür kurtuldu. Boynu bükük bir halde bulunuşu yansıdı ekranlardan.
Sevindik.
Evlerden eser yoktu. Her yer taş ve demir yığınıydı.
Açık alanlarda ya da sağlam binalarda olanlar sağ idi, diğerleri ise molozlara karışarak can vermişti.
Manzara; deprem öldürmez bina öldürür lafının tam da en gerçeğiydi.
Bir anda can verenler şanslı, an be an ölenler ise;
....o anlarını Allah'la kendileri biliyor...
Yıkıntı başlarında çaresizce ağlayan, bazen de isyan ederek haykıran insanlar.
Kumanda elimizde o kanaldan o kanala depremin acı bilançosunu izledik canlı canlı. Gazetelerde boy boy fotoğraflar.
Günler sonra kurtulanların sevinci ile yitip gidenlerin acısı birbirine karışa karışa...
Hep olurdu bir yerlerde daha önceleri de, Varto-Muş, Erzurum, Lice-Diyarbakır, Adana...
Bize uzaktı hepsi işte.
Ama bu tam içimizdeydi. Kalbimizdeydi.
İstanbul, İzmit, Gemlik, Yalova, Bursa
.
Hani bize bir şey olmaz zanneder ya insan.
Sonra anlar ki olurmuş...
Ve sonra da 14 yıldır olacağı söylenen o büyük depremi bekler olduk.
Paranoyaya sardık, baktık olacağı yok, rehavete kapıldık.
Van sallandı, Simav sallandı korkumuzu tekrar hatırladık.
İşkence haline gelen bekleyişin ne zaman ve nasıl sona ereceğini bilmeden her sarsıntıda, her kanalda ihtimalleri dinledik.
Lak lak lak lak...
Oysa büyük felaketler en beklenmedik anda, insanların her şeyi unuttuğu anda olurmuş.
Bu depreme şahitlik edenler için o deprem her 17 Ağustos'ta bir kez daha, bir kez daha yaşanıyor.
Ölenlere vefa gösteriliyor, saygıyla anılıyor, unutulmuyor...
Bazen yaşandığına şükrediliyor, bazen de lanet ediliyor.
Herkes gitmişken kalmanın anlamı ne?
Ve fakat hayat da devam ediyor...
Peki ya beklenen o büyük depreme tedbir ve hazırlık için ne yapılıyor?
Devlet bir yana, tek tek bizler bile bir şey yapmıyoruz.
İlk zamanlarda hazır beklettiğimiz deprem çantalarımızı dahi boşalttık.
Gözümüz sadece masa altlarında, dolap yanlarında.
Aldığımız bütün tedbir bu...
Bir de takdir-i ilahi ve bol bol dua....
Eh, o da lâzım, o da lâzım...
Ne diyelim, Allah Emanet...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder