Eski ve sağlam ve büyük bir evimiz var bizim. Doğuyu batıya bağlayan otoyolun tam üzerinde üstelik. Tam ortasında.
Öyle ki, yolgeçen hanı gibi. Binlerce yıldır geleni gideni bitmemiş.
Yıllarca koynunda barındırdığı insanların kokusu sinmiş evimizin duvarlarına. Bodrum katı deseniz, evin önceki sahiplerinin eşyaları ve anılarıyla dolu. Bazen geçmiş meraklısı insanlar inerler bodruma, neler neler bulup çıkartırlar, aklınız almaz.
Temelden zenginiz desek yalan olmaz. Adeta bir hazinenin üzerinde yaşıyoruz.
Evimizin yeri iyi demiştim. Ne taraftan baksanız denizi görürsünüz mesela. Dağ isteyene dağ, ova isteyene ova manzaralı odaları var. Bir yanından dereler akar şırıl şırıl, bir tarafı yemyeşil orman. Bahçesine ne eksen büyür. Sebzeye meyveye para vermezsiniz. Karşıki dağlar kekik kokar buram buram. Güneşi boldur, pencerelerden süzülür durur sarı sarı. Bembeyaz karlarla örtülüdür yüksekçe yerleri. İster kay, ister yat yuvarlan eğlen.
Öyle bir cennettir güzel evimiz.
Bizim evin ötelerinde başka evler de var tabii ki. Yalnız değiliz. Kimi evlerin ışıklarının şavkı bizim evi de aydınlatır, kiminin perdeleri ise sımsıkı kapalı, kapkaranlık camları. Kiminin pencereleri deryaya bakar, kiminin kutba. Bazı bazı misafirliğe gelirler bize, bazen de biz onlara gideriz. Bazen evde tuz biter, şeker biter, yağ biter, gider birbirimizden isteriz.
Bizim evde kalabalık yaşarız biz. Bütün odaları doludur evimizin. Herkes kendi odasında, kendi dünyasındadır. Bir kutlamada ya da üzücü bir durumda salonda buluşur, sevineceksek birlikte sevinir, üzüleceksek birlikte üzülürüz. Bazen birbirimizin odasına ziyarete gider, bazen de bahçeye çıkar, çay içer, kahve içer, içki içer, sohbet eder, hasret giderir, sonra yine odalarımıza çekiliriz.
Odasında kim hangi müziği dinlemiş, kim neye inanmış, kim nasıl ibadet etmiş, kim nasıl sevişmiş aldırmayız. Yeter ki bir oda sakini kendi sevdiklerini diğer odadakilere dayatmasın. Beğenilerini paylaşsın ama dinlediği müziği de, okuduğu kitabı da diğerlerinin kafasına kafasına çakmasın.
Toz pembe bu tablonun grileştiği, hattâ karardığı günler de olmadı değil.
Evimizin yöneticisi, zaman zaman evi ihmal etti, hâl böyle olunca da ev ahalisi kazan kaldırıp isyan etti.
Yönetici bağırdı çağırdı, isyan eden kim varsa bir bir toplayıp ya bir odaya tıkıştırdı ya da evlerinden attı. Düzeni tekrar sağladı.
Evdeki çocuklar büyüdü evlendi, dünyaya yeni çocuklar geldi. Lakin yönetici, gittikçe gençleşen hane halkının dilinden anlamaz olmuştu. Evi eskisi gibi bağıra çağıra idare ederim sanıyorduysa da edemiyordu.
Andropoza mı girdi, her ne ise, evin düzeni için gereken sermayeyi eve değil, kendi tutkularına ve gösterişine harcıyordu.
Arabasını sık sık değiştiriyor, kolundaki saatten ayağındaki ayakkabıya kadar her detaya bir servet harcıyor, kendi odasını saraya çeviriyordu. Soranlara da, "İtibardan tasarruf olmaz!" deyip, başka yöneticilere de bu aklı veriyordu.
Evin çatısı akıyormuş, çeşmeleri su damlatıyormuş, parkeler kabarmış, eşyalar eskimiş, bahçe tarumar olmuş, asansör çalışmıyormuş, sokak kapısı kapanmıyormuş, kimin umurunda. Onlar itibardan sayılmaz...
Aidatlara zam üzerine zam yaptığı yetmezmiş gibi, "Şöyle çocuk yapın, böyle doğurun, öyle uyuyun, onu konuşmayın, bunu söylemeyin, şunu dinlemeyin!" diyor. Odalarımızı mı izliyor ne...
Bu başı bozuk düzene isyan edip şikâyetlenen olursa, "Ananı da al git!" deyip çoluk çocuk herkesi evden kovuyor.
Nereye gitsin insanlar?
O yönetmeye başladığından bu yana bu evde doğanlar18 yaşına geldi. Burası onların yuvası.
Yöneticilik zor geliyorsa sen git.
Değil mi ama?
Bizim evin hâlleri bugünlerde daha bir sarpa sardı.
Başka evin çocukları bizim evin çocuklarının aklına girip onları birbirlerine düşman etmezler mi!
"Yapmayın, siz kardeşsiniz!" desek de kardeşler birbirine girmez mi!
Yöneticimiz de hem içeride hane halkıyla, hem de başka evlerin yaşayanlarıyla kavgaya tutuşmaz mı!
"Bir durun, kavga etmeyin, ayrılın!" desek de hepsini diliyle haşlamaz mı!
"Bakın evimiz güzel, yerimiz güzel, şükredecek ne kadar çok şeyimiz var, didişmeyin, birlikte çalışıp birlikte kazanalım, kazançlarımızı paylaşalım, evimizin bakımını yaptıralım, burası bizim yuvamız, onu ayakta sapasağlam tutalım." diyenleri bir kenara itip onları görmezden gelmez mi!
Ona göre bunları söyleyenler "sevgi pıtırcığı, iflah olmaz romantiklermiş".
Barış, kardeşlik, dostluk, iyi niyet falan, hepsi hikâye imiş. Daha çok bağırıp daha çok kavga edenlerinmiş bu dünya.
Yöneticimiz uyuyor mu uyanık mı bilmem ama biz ev ahalisinin söylediklerini hiç dinlemiyor artık.
Belki de kulakları ağır işittiği için sesimizi duymuyor. Ya da duymamak işine geliyor.
Odasına kapattı kendisini, dışarıya adım atıp evde ne olup bitiyor diye bakmıyor.
Birbirinden gösterişli koltuklarında oturup, kuştüyü yorganlar altında uyuyor. Kendisinin yediği önünde yemediği ardında, ancak kimsenin midesinin hatırını sormuyor.
"Açız, ısınamıyoruz, üşüyoruz!" diyen olursa da, "Abartma canım!" deyiveriyor.
Ona göre insan çay içerse açlığı da susuzluğu da üşümesi de geçermiş. Öyle diyor.
"Al sen bu çayı iç!" deyip insanların önüne birer paket çay atıveriyor.
Bu ara bunu yapmayı çok seviyor...
Evin paraları pul oluyor, paraları pul eden "hamili kart yakınımdır" da, af dileyip, sırra kadem basıyor. Ara ki bulasın. Bul ki hesap sorasın...
Mevzubahis para pul olunca her odadan yüksek perdeden sesler yükseliyor, eski dostlar düşman, eski düşmanlar dost oluyor.
"Bırak artık sen de her şeyi tek başına yönetmeye çalışmayı. Ev sakinlerine yetki ver, sorumluluk ver. Bir futbol takımında her pozisyondaki oyuncu sen olamazsın, bir orkestradaki enstrümanların hepsini birden sen çalamazsın. Sen iyi bir oyun kurucu ol, iyi bir yönetmen ol, iyi bir orkestra şefi ol." diyoruz, sanki kötü bir şey söylüyormuşuz gibi, ona da kızıyor.
İhtimal o ki, etrafta yerini dolduracak makbul bir zat göremiyor. Göremez çünkü olabilecek olanların olabilme ihtimallerini yok etme gibi bir huyu var malum.
Biz bir kişinin idaresinden bahsetmiyoruz ki, sen git yeni birisi gelsin de demiyoruz, eskisi gibi hep bir elden, hep bir ağızdan, el birliği ile, konuşa konuşa, tartışa tartışa idare edelim evimizi diyoruz.
Altın varaklı odada da yaşasan, çul çaput üzerinde de yaşasan, sonuç itibarıyla hepimiz bu evde, aynı çatı altında yaşıyoruz işte.
Demedi demeyin, kavga gürültüye dayanamayan evimiz çökerse sizin saray misali odanız da bu yıkılmadan nasibini alacak. Odanıza doldurduğunuz kıymetli eşyalarınız molozların arasında toza toprağa bulanacak.
Ha, sizin uzaktaki ev sahipleriyle yakınlığınız varsa ve oralarda kendinize yeni bir ev edindiyseniz onu bilemeyiz.
Ama evden vaktinde çıkmazsanız vallahi bizimle birlikte siz de yıkıntıların altında kalırsınız.
Demem o ki, yöneticimize kim akıl veriyorsa veriyor ama doğru akıl vermiyor. Bakın işler gittikçe sarpa sardı.
Evin işlerine el alemler karışmaya başladı. Koridorlarda mafya babaları dolanıyor. Yöneticimizin, bu babaların evimizin içinde dolaşmasına neden ses çıkartmadığını kimse anlamıyor. Meslekleri gereği, ev ahalisinin aklıselim insanlarına hakaret ediyorlar, tehditler savuruyorlar; yöneticimizin ise evin gerçek sahibi insanlara ileri geri her sözü söyleyen dilleri lâl olmuş, ağzını açıp iki kelam edemiyor. Siz kim oluyorsunuz da böyle konuşuyorsunuz diyemiyor.
Biliyoruz tabii, onun derdi zoru yöneticilikten atılmamak, anahtarları kaptırmamak, kimseye hesap sordurmamak, yönetim defterlerini sonsuza dek gözlerden uzak tutmak.
Ve hattâ ortadan kaldırmak.
Onun için de bugünlerde bir yumuşama, bir yeniden yapılanma, bir geri adım, bir, bir şeyler bir şeyler.
Hani hiçbir şey olmuyorsa da yöneticimize bir hâller oluyor.
Sonumuz hayrola...
Neyse;
Lâfı çok uzattım ama şöyle bir dertleşeyim istedim sizlerle.
Bizim evin hâlleri işte böyleyken böyle.
Ya sizin evin hâlleri ne alemde?
21 Kasım 2020 / C.E.Y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder