25 Ekim 2020 Pazar

Bir Virüs Hikâyesi

Korona virüsün adı Uzak Doğulardan Çin’in Wuhan kentinden duyulmaya başladığında, biz Batı ahalisi virüse mirüse pek de aldırmadık aslında. Yine yeni bir Uzak Doğu salgını dedik, bize gelmez dedik, bize gelene kadar biter gider dedik.

Ama bu kez virüs bizi yanılttı. Yanılttı ve ışık hızıyla kapımıza dayandı!

Mart ayına geldiğimizde, dünya Korona virüsün pençesine düşmüş, tir tir titremeye başlamıştı. Söylendiğine göre, Dünya üzerindeki Korona virüslerin toplamı 1 gram ediyordu ve o 1 gram tüm dünyaya diz çöktürmüştü.

11 Mart 2020 günü Karacabey’deki imza günüme katılan dostlarla birbirimize sarılmaktan, tokalaşıp öpüşmekten imtina eder hâldeydik. Kâh sarıldık, kâh uzak durduk. Henüz ne yapacağımızın, nasıl davranacağımızın, virüsten nasıl korunacağımızın bilincinde değildik.

O günün ardından İstanbul’a, çocuklarıma gittiğimde onlarla sarılıp öpüştük. Üç gün sonra ayrılırken ise birbirimize dokunamadık, uzaktan vedalaştık.

Üç gün içinde tavrımız değişmişti.

“Yasaklamalar” konuşulmaya başlamıştı. “Ne olur ne olmaz, karantinaya alınırız, evden dışarı çıkamayız, ben buralarda tutsak kalmayayım, evime döneyim.” diyerek, belki birkaç gün daha kalabilecekken, apar topar Bursa’ya döndüm.

Korona virüslü Dünya, mayın döşeli bir denizdi sanki. Virüsün görüntüsü de deniz mayınına benziyordu üstelik. Korku had safhadaydı. Çıplak gözle görülmeyen bir düşmanla karşı karşıyaydık. Tehlike nereye sinmişti, bizi nerede bekliyordu, ne yapmalıydık, ne tarafa dümen kırmalıydık bilmiyorduk.

Sonra öğrendik…

Zaman durdu, hayat durdu, dünya durdu, adeta her şey dondu...

Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan İspanyol Gribi’nden bu yana dünya böyle küresel bir felaket ile karşılaşmamıştı.

Uzak Doğu’ya uzak olan ülkelerdeki yönetimler de insanlar da böyle bir salgın karşısında ne yapılacağını, nasıl davranılacağını bilmiyordu.

Komplo teorilerinin bini bir paraydı. Lakin “büyük oyunu bilmek” sorunu çözmüyordu.

Sonra başladı “Maske-Mesafe-Hijyen” destekli karantina günleri.

Temizlik imandan gelirdi ama bizim insanımız maskeye, mesafeye ve hijyene pek alışık değildi. Hele hele sokağa çıkmamak, söz konusu dahi olamaz!

Ama oldu…

Eskiden nüfus sayımı günlerinde eve kapanırdık sadece. Beş yılda bir yaşanan o kapanma bile ahaliyi gerer, sinirlendirir, makarna ve una hücum ettirirdi. Çerez, meyve, içecek vesaire ona keza. Sanki yasak bir gün değil de bin yıl sürecekti…

Salgında yaşadığımız karantina günlerinde, özellikle de hafta sonlarında uygulanan sokağa çıkma yasaklarında, yasağın bitme saati yaklaştığında, pek çok insanın yasağın kalkışını arabalarının içinde beklediklerini düşündüm hep. Zamanın dolmasını gözleri saatte, sanki 100 metre koşusuna başlayacakmış gibi heyecanlı, gergin, sabırsız ve arada gaza basarak bekliyor olmalıydılar. Gonk vurduğu anda yollara çıkıyor, (Bu sahne bana Truman Show filminde, trafiğin aniden tıkanması ve aniden açılması sahnesini anımsatır.) esaretten kurtuluşlarını şöyle bir turlayarak kutluyorlardı.  İhtiyaçtan çıkan da vardı, sıkıntıdan çıkan da. Onların dışarıya adım atmasıyla, 23:59 itibarıyla bir anda dünyanın sesi  değişiyordu ve dünya yeniden uğultu bulutunun içine giriyordu.

Oysa yasaklı günlerde doğanın sesi daha çok duyulur olmuştu.

Kuş sesleri, tatlı esen rüzgârda devinen yaprakların hışırtıları, yağmur damlalarının o sevimli pıtırtısı dünyanın kaba saba patırtısına karışır giderdi hep. Günlük hayatın uğultusu olmadan geçen sakin, dingin günlerdi. Hani aspiratörü kapatırsın da o anda onun ne kadar gürültü ettiğini ve seni ne kadar yorduğunu anlarsın ya, tam da öyleydi. O sükûnet hoşuma gitmedi değil açıkçası.

İnsanların evlerine kapandığı karantina günlerinde, sahillere kadar yaklaşarak özgürce oynaşan yunuslar, bir şehrin sokaklarında salına salına dolaşan geyikler, çoluğunu çocuğunu toplayıp şehre inen domuz ailesi ve yollara inen ayıların fotoğraflarını gördük sosyal medyada. Dünya onlara kalmıştı...

Bazıları açlıktan iniyorlardı şehre, bazıları da ortada gezinmeyen insanlardan istifade geziyorlardı ulu orta.

Denizde motor gürültüsü yoktu, karada motor gürültüsü yoktu, havada motor gürültüsü yoktu. Bir gün, Gölyazılı bir balıkçıya çocukluğumun devasa yayın balıklarının hâlâ var olup olmadığını sorduğumda, balıkların motor gürültüsünden kaçarak dere ağızlarında yaşamaya çalıştığını söylemişti. Gürültüden kaçanların hepsi birer birer ortaya çıkıyordu.

Fabrikaların pek çoğu çalışmıyordu. Bu sayede derelere dökülen zehirli atıklar yoktu. Balıklar nefes alıyordu.

Hep derdim dünya ayda bir kez kendisini kapatsa ne olur diye. Ve eklerdim:

Üzerinde yaşadığımız şu dünyanın canına okuyoruz yüzyıllardır...

“Benden sonra tufan!" diyerek gittikçe daha yaşanmaz bir dünyaya doğru hızla yol alıyoruz.

Ağaçları kesiyoruz, yeraltı sularını çekiyoruz, dere yataklarını değiştiriyoruz, denizleri dolduruyoruz. Dünya yüzündeki diğer canlıları yok saymakta ve hoyratlıkta sınır tanımıyoruz.

Kendimize yapay cennetler yaratma sevdasıyla gerçek cennetimizi hızla cehenneme döndürüyoruz.

Üstelik bunu da gayet iyi başarıyoruz.

Ve bunun için o kadar uğraşıyoruz ki, dünya bize direnmekten bîtap düşüyor, yalpalıyor, savruluyor.

Bir yandan toprağa geçirdiğimiz kimyasalları sindirmeye, derelere boşalttığımız atıkları süzmeye gayret ediyor; bir yandan da atmosfere karışan onca zehirli gazı arıtıp bize solunacak hava yaratabilmek için var gücüyle çalışıyor.

Ne yazık ki artık dünya bunlarla kendi doğal korunma yöntemleriyle baş edemiyor.

Bizi daha fazla taşıyamıyor...

Sonunda onu da organları bozulmuş bir canlıya döndürdük.

Suyumuzu süzemeyen böbrekleriyle, havamızı temizleyemeyen ciğerleriyle, kimyasalları öğütemeyen midesiyle adeta can çekişiyor.

Kalbi bu gidişata daha ne kadar dayanır bilmem...

Bu gidişle insanoğlu ya evrim geçirip şekil değiştirecek ya da toptan yok olup gidecek.

Milyarlarca yıl sonra fosillerimiz bulunup incelenecek.

Bizim dinozorlara yaptığımız gibi iskeletlerimiz orda burda sergilenecek, endamımız merakla seyredilecek.

Ah o endamlarda ne anılar, ne acılar, ne sevdalar...

Lâkin görünen sadece bir çuval kemik...

Dünya çok büyük ve ona bir şey olmaz demeyin. Oluyor işte. Bunca yükü taşıyamıyor. Ve kendisinden çaldıklarımızı ziyadesiyle geri alıyor. Dünya belki itinalı bir bakımla kendini toparlayıp bir nebze olsun eski haline dönebilir. Bu özenli bakımın sürekliliği halindeyse eski neşesine ve verimliliğine kavuşabilir.

Bu iyileşmenin olabilmesi için neler yapmak gerektiği konusunda insanın aklına çılgınca fikirler de gelmiyor değil hani.

Hani olmaz ya; arada bir bütün dünya şalter indirse mesela.

Yine başka bir gün kimse arabasını kullanmasa. Bir gün şehrin bütün vanaları kapatılsa ve bir damla bile su harcanmasa. Bir gün ne ısıtıcı, ne soğutucu çalışmasa.

Bir günlük tatil versek dünyamıza.

Bir gün de o izin kullansa...

Kim bilir, belki o zaman şöyle bir oh çeker içinden. Ertesi gün daha bir neşeyle, daha bir şevkle dönmeye başlar kaldığı yerden...

Tabii benim sesimi kimse duymadı, beni kimse dinlemedi ama bir virüs sebebiyle dünya mecburen şalter indirdi.

Bu sayede sular temizlendi, hava temizlendi, toprak temizlendi.

Bir yandan da Covid-19 virüsünü öldüreceğiz diye evler, dükkânlar, caddeler ve sokaklar kimyasala boğuldu, evlerde su sarfiyatı arttı, sabundu, deterjandı, dezenfektandı köşe bucak stoklandı.

Bir gün, “Ah!” dedim, “Keşke bizim gezegenimizde de her sabah etkin durumda olan yanardağların küllerini süpüren, sönmüş yanardağların kurumunu temizleyen, Baobabların gezegenimize kök salmasına izin vermeyen bir Küçük Prens olsaydı.” “İnsan kendi temizliğini yaptıktan sonra, gezegeninin bakımını da yapmalı özenle.” derdi hep Küçük Prens. Ondan öğrenecek ne kadar çok şeyimiz varmış meğer.

Lakin yasaklar uzadıkça dünyanın yoğun temposunu ve yorucu sesini dahi özler oldum ben.

İnziva kişinin seçimiydi, karantina ise mecburiydi ve o yüzden üzücü, yorucu ve sıkıcıydı.

Yasaklı günlere uyum sağlamak çok güçtü hâliyle. (Hâlâ daha tam sağlayabilmiş değiliz ve bu sebeple hasta sayısında zirveyi görmüş durumdayız ya neyse.)

Hayatımızı eve sığdırmıştık sığdırmasına da ruhumuzu hiçbir yere sığdıramıyorduk.

Yurt dışına çıkış yasağı gelmiş, ülkeler kapılarını kapatmıştı. Gezginler bir anda, bırakın ülkeden çıkmayı, evlerinden çıkamaz olmuşlardı. “Ferrari’mi sattım, artık gezeceğim!”  diyenlerin ise hevesleri kursaklarında kaldı.

“E daha karpuz keseceydik!”

Turizmciler ayakta kalabilmek için cam ekran üzerinden geziler düzenlemeye başladılar. Lakin gezenleri de gezdirenleri de cam ekran gezileri kesmedi. Gidilen yerin havası derin derin solunmadıktan, topuk üzerinde 360 derece dönülüp panoramik görüntü beyne kazınmadıktan, bin bir tane “selfie” çekmedikten sonra ne anlamı var, değil mi ama efendim?

Evlere kapanan insanlardan yalnız yaşayanlar yalnızlık bunalımına girerken, evli olanlar geçimsizlik krizine girdiler. Hır gür arttı, kadına şiddet vakalarında gözle görülür bir artış yaşandı.

Yapılan araştırmalar, pandemi döneminde kadınların daha fazla şiddete maruz kaldığını, işini kaybetme riski ile daha çok karşılaştıklarını ve evde iş yüklerinin daha çok arttığını ortaya koydu. Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü Dr. Öğretim Üyesi Tuğba Aydın Öztürk, "Özellikle karantina döneminde şiddet vakalarının ve buna bağlı olarak acil yardım hatlarına yapılan başvuru sayılarının arttığını biliyoruz." dedi.

İş güç kapandı, çocuklar okula gidemez, evin annesi mutfaktan çıkamaz oldu.

Temizliği ve hijyeni paranoyaya çevirenler bir yanda, bize bir şey olmazcılar bir yanda, ekmeğimi kendim yaptımcılar bir yanda, canlı yayın üzerine canlı yayın yapanlar bir yanda derken, “Evden Onlayn” günler başladı.

Fırından yeni çıkmış, dumanı üzerinde sıcacık ekmekler sosyal medyada servis edilirken, kokusu taa evlerimize kadar geldi. Yutkunduk…

Ekmek, börek, poğaça yapanlar, yaptıklarını yiyince ve evden dışarı adım atamayınca, kilolar üçer beşer alınmaya başladı.

Arada verilen sokağa çıkma izinlerinde marketler hınca hınç doldu, raflarda ne varsa silinip süpürüldü. İki ekmek, bir kutu süt için sokaklarda meydan savaşı yaşandı. Açlık korkusu bir şeye benzemiyordu. Bu dönemde tarımın, yani kendi karnını doyurabilecek üretime sahip olmanın önemi bir kez daha ortaya çıktı.

Dünya ise bu savaşı tuvalet kâğıdı üzerinden verdi.

ABD Başkanı Donald Trump bir konuşmasında Korona virüse karşı 'vücuda dezenfektan enjekte edilmesi' ve 'ultraviyole ışık verilmesi' gibi bir şeyler önerdi, daha doğrusu sesli düşündü, Beyaz Saray’ın Korona virüsle mücadele ekibinden Dr. Deborah Birx başta olmak üzere, “dünya” kulaklarına inanamadı.

Çok da şaşırmayalım, bizde de basit bir sabunun öldürdüğü virüsün nasıl olup da yok edilemediği sorgulandı.

Evlerde öyle kapalı kaldık ki, “Bu pandemiden yaşlı ve şişman olarak çıkacağız, bebekler büyüyecek, gençler orta yaşa gelecek, sokağa çıkınca kimse kimseyi tanımayacak!” demeye başladık.

Neyse ki sosyal medya vardı da suretlerimizi unutmuyorduk.

Sosyal medya demişken, o kapalı günlerde imdadımıza “Facebook/Instagram Anılar” özelliği yetişti. Ana sayfadaki akış, “İki yıl önce bugün tatildeymişiz, geçen sene bugün konserdeymişiz, üç yıl önce bugün gezideymişiz, beş yıl önce bugün evlenmiştik!” paylaşımlarından geçilmez oldu. Sonra ona da doyuldu.

İlk günlerde, Korona virüs ile ilgili eğlenceli bildirimler, videolar, fotoğraflar ve yazılar WhatsApp mesajlarının olmazsa olmazı oldu.

Lakin ölümler artmaya, hele hele de sağlık çalışanları birbiri ardına hastalanmaya ve ölmeye başlayınca ayaklarımız biraz da olsa suya erdi.

Endişe, korku ve güvensizlik hücrelerimize kadar işledi.

Bu işin hiç de eğlenceli bir tarafı yoktu!

Günler geçti, korkularımıza rağmen ufak ufak açılmaya başladık. 11 Mayıs’ta açılan AVM’ler “canı sıkılanlarla” doldu. 1 Haziran’da başlayan sıralı sekili açılışlar yerini, barajdan boşanmışçasına çağıldayıp akan taşkınlara bıraktı. Düğün derneklerde halay başılığı Korona virüs yaptı. Demem o ki, virüs güle oynaya, elindeki oyalı mendili sallaya sallaya yayıldı.

Yayılmada birincilik umrecilerde idi, ardından düğüncüler, halaycılar, tatilciler, asker geçirmeciler, particiler geldi.

Açıldık demiştim ama açılmada da istikrarı tutturamadık. Cami açılışına izin vardı millî bayram kutlamalarına yoktu, insanların üzerine çay fırlatılan mitinglere izin vardı, kadın cinayetlerini protesto eden toplanmalara yoktu, AVM’lere vardı restoranlara yoktu. Türk insanına yasak vardı, turiste yoktu. Şehirlerarası yola kendi aracınla çıkmak yasaktı, otobüs ile yolculuk etmek serbestti.

Anlaşılan o ki, “kontrollü sosyal hayat süreci” her yerde farklı işliyordu.

Ya hastalığını saklayanlara ne dersiniz?

“Hastalığım duyulursa düğüne kimse gelmez!” diyen kaynana sebebiyle, düğüne katılanların çoğu düğünden çıktı, karantinaya girdi.

Düğün yapılmış, altınlar takılmış, hasılat toplanmıştı, Korona da geçer giderdi Allah’ın izniyle!

Doktorlar ve sağlık personelleri, önlerine yığılan hastalarla baş edebilmekte zorlanmaya başladı. “İşiniz yoksa evde kalın, çıkmayın, tükeniyoruz, siz eğleniyorsunuz, biz ölüyoruz!” demeye başladılar. Her akşam balkonlara çıkıp alkışlamakla olmuyordu. Sağlık sistemi çökerse ne yapacaktık?

Beni Allah korur, virüse inanmıyorum, maske takmıyorum, mesafeyi korumuyorum diyenler arasından da virüs kapanlar, hatta ölenler oldu.

Virüs son derece eşitlikçiydi. Ne yaşlı ne genç, ne siyah ne beyaz, ne fakir ne zengin, ne kadın ne erkek, ne başkan ne vekil tanıyordu.

Düz ara, önüne kim gelirse, yoluna kim çıkarsa ona bulaşıyor, zayıf bulduğunu indiriyordu.

Aman virüsün yoluna çıkmayalım diyerek evlerden çıkmaz, çıksak da koşa koşa kendimizi evimize atar olduk. Yanımızda biri aksırıp öksürse tüylerimiz diken diken oldu, gözlerimiz yuvalarından uğradı.

Maske takmayanlar düşmanımızdı!

Maske takmayanlara göre ise maske takanların hepsi “takıntılıydı”.

Salgının başladığı günlerin birinde, bilinen bir giyim firmasından gelen mailde yüz aksesuarı tanıtımını gördüğümde şaşkınlıkla, “Yüz aksesuarı da ne ola ki?” dedim. Aksesuar dediği maske imiş.

Akabinde tekstil sektörü maske üretime yöneldi, çarşı pazar tezgâhları envaiçeşit maske ile doldu.

Envaiçeşit maske ile birlikte, envaiçeşit maske takma şekli çıktı ortaya.

Çene altında, dirsekte, bilekte, burun açık, burun kapalı, ağız açık, ağız kapalı, yandan havalandırmalı, tam korumalı, türbana tutturulan, kulakları kepçe yapan, ensede bağlanan...

Rengârenk, model model maskeleri birbirlerinde görüp birbirleriyle değiş tokuş yapan çocuklar ile ayağını vuran ayakkabının acıttığı yere maske desteği yapan teyzeleri dahi gördük.

Maskesiz görmediğimiz Çinli turistleri maske ile gördüğümüzde yüzlerine garip garip bakarken, bugün bizim de aile bütçemizin gider hanesine “maske” kalemi girdi.

Kolonya, karbonat, sirke, çamaşır suyu ve dezenfektan satışları patladı. Su sayaçları deli gibi döndü, cebimizdeki para oluk oluk su faturalarına aktı.

Vitaminlerle ve destek gıdalarla bağışıklığımızı güçlendirmeye çalıştık. D vitamini ihtiyacımızı balkonda “güneş peşinde koşarak” karşıladık.

Dünya, pandemi ile ekonomi arasına sıkışmışken ülkeler neyi açıp neyi kapalı tutacaklarını şaşırdı. Bazen açtıklarını tekrar kapattılar.

Okullar ve eğitim alt üst oldu. İş dünyası ona keza.

İş yerleri, işverenler, çalışanlar, kira ile geçinenler, hepsi ama hepsi birbirine bağlı olarak birbirlerinin üzerine devrilmeye başladı. Çarkı döndürecek akar kesilmişti ve çark susuz dönmüyordu. Lakin değirmenin giderleri yerinde durmuyordu. Su gelene kadar değirmenin bakımını yapmak ve onu yaşatmak gerekiyordu.

Uzaktan dijital eğitim, dijital toplantılar, dijital alışveriş, dijital bankacılık derken dijital yaşama keskin bir virajla, sert bir geçiş yaptık.

Doğuştan dijital ya da yarı dijital olanlara yabancı olmayan, hatta bazen diğerleri tarafından kınanan dijitalleşme, toplumun tümüne yayıldı. Toplum, dijitalleşebilenler ile dijitalleşemeyenler olarak ikiye ayrıldı.

Dijitalleşmeyi Instagram’a “story” atıp, akıllı telefonun bilmem kaç mega piksellik kamerasına dudak büzerek poz vermek olarak algılayanlar, Zoom toplantılarına katılımda sınıfta kaldılar. Zaman zaman ekranlarda bazen komik, bazen trajikomik Zoom kazaları yaşandı.

Milli Eğitim dahil neredeyse her kurumun dijitalleştiği, uzaktan eğitimin yaygınlaştığı şu günlerden birkaç yıl önce, 23 Nisan 2017 tarihli bir paylaşımımda bakın neler yazmışım:

Telefona tablete bakmak yanlış bir şey diyorsun da o şu anda yanlış. İlerleyen yıllarda bunlar bile nostalji olacak. Biz annelerimiz gibi anneler miyiz? Bizim çocuklarımız da bizim gibi çocuklar değiller. Değişim kaçınılmaz, değişimle birlikte yol almayı ve yenilikleri kendine fayda sağlar hâle getirmeyi bilmek lazım.

Bu paragraf ile başlayan “Öğretmenler, Dünya Koptu Gidiyor!” başlıklı o yazımı:

Ey devlet, ey öğretmenler!

İstikbal ‘WEB’lerdedir!

Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ve kodlama bilen yeni nesiller ister!” sözleriyle tamamlamışım.

Okula gitmekten şikâyetlenen öğretmen ve öğrenciler okullarını özler oldu. Salgın döneminde Zoom başta olmak üzere internetten pek çok program uygulaması indirildi. EBA günlerinde öğrenciler bir cephede, ebeveynler bir cephede, öğretmenler bir cephede savaş verdi. Dijitalleşme dengeleri de değiştirdi. Sınıfın sessizi bir çocuk dijital eğitimde parlarken, sınıfın çalışkanı sayılan bir çocuk derse girmeyi beceremedi.

Her ev bir okula, her oda bir sınıfa dönüştü. En büyük sıkıntıyı, çok çocuğu olanlarla; interneti, televizyonu, bilgisayarı, telefonu olmayanlar yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.

Okul sadece “ders-ödev-sınav” değil hâliyle, hayatla tanışmanın ilk adımları. Disiplin, uyumlanma, sosyalleşme, eğitim ve öğretim, oyun, spor ve dahası yüz yüze eğitim ile öğreniliyor. Canı isteyenin ders yayınına katıldığı, canı istemeyenin katılmadığı, pek çoğunun gözünün çapağı ile ekran karşısına oturduğu dijital eğitimde bu ayaklar eksik kalıyor.

Çocukları dersliklerde bile derse odaklı tutmak zordur, varın ekran karşısında tutabilmeyi siz düşünün.

Çocuklar Korona virüs karşısında daha şanslıydı ancak yaşlılar ve kronik hastalığı olanlar virüsten daha fazla etkilendi. 65 yaş üzerine kesin yasaklar kondu. Bazen de sapasağlam insanlar kayıp gittiler elimizden.

Hem de ne gitmek.

Yoğun bakımlarda o hastaların nasıl yaşatılmaya çalışıldığını, hastaların nefes alabilmek için nasıl ızdırap içinde kıvrandığını gösteren görüntüler, doktorlara ve sağlıkçılara yapılan saldırılarla “taçlandı”.

Ölen doktor arkadaşlarını anmak için yakalarına siyah kurdele taktıkları ve açıklanan Korona virüs verilerinin ne kadar doğru olduğunu sorguladıkları için, “Türk Tabipleri Birliği kapatılsın, TTB Korona kadar tehlikeli!” söylemleri havada uçuştu.

Ankara TTB Başkanı, “Kurtuluş Savaşı'nda bile bu kadar sağlık çalışanı kaybetmemişiz!” dedi bir konuşmasında.

TTB, “Pandemi günlerinde insanlar ölüyordu, birinciliği beyaz önlüklülere verdiler!” sloganıyla isyanını dile getirdi.

Hükümetin, verileri doğru açıklayıp açıklamadığı tartışmaları, insanların hem güvensizliği hem bilinçsizliği hem de aldırmazlığı ile birleşince, kasım ayına geldiğimizde veriler mart-nisan dönemini aratmaz oldu. Bir de üstüne üstlük “Hasta başka, vaka başka!” denmez mi, kime ve neye inanacağımızı şaşırdık.

Okullar ve iş yerleri açılınca okula ve iş yerine ulaşabilme sorunu baş gösterdi. İnsanlar, “Kırık dökük de olsa kendi aracıma bineyim, toplu taşıma ya da servis kullanmayayım.” düşüncesi ile ikinci el otomobillere hücum etti.  İkinci el otomobillerin fiyatı ışık hızıyla yükseldi.

Aracı olmayanlar mecburen sıkış tepiş bir hâlde işlerine ulaşmaya çalıştı. Mesailer için, “Esnek saatler belirlensin, herkes aynı anda toplu taşımaya yüklenmesin.” önerisine cevap verilmedi. Cevap verilmediği gibi otobüse ya da minibüse doluşan insanlara ceza kesildi. Toplu taşıma yerini özel araca bırakırken, toplu yaşanan sitelerden müstakil evlere kaçış başladı.

Şehre gelme mecburiyeti olmayan, işlerini ya da eğitimlerini elektronik ortamdan yapabilen insanlar yazlıklarından dönmeyip, şehrin nüfusunu daha fazla arttırmadı. Böylelikle yazlık kasabalar tatilcilerin gidişinin ardından kapıldığı hüzne kapılmadı, yaş ortalaması biraz yüksek de olsa sahiller boş kalmadı.

 Biz tüm bunlarla boğuşurken bir de üzerine 30 Ekim 2020 tarihinde Ege Depremi yaşandı. İzmir’de pek çok bina yıkıldı. Yıkılan binaların katbekatı içlerine girilmeyecek derecede hasarlandı. Evlerinden çıkmaması gereken insanlar çulsuz çaputsuz sokaklarda kaldı.

İnsanlar enkaz altından can kurtarma derdine düşmüşken, başlarını sokacak bir evleri kalmamışken ve yıllardır ilmek ilmek dokudukları hayatları moloz yığınına dönüşmüşken, Korona virüs tedbirleri ikinci sıraya düştü hâliyle. Ama virüs deprem dinlemezdi ve dinlemedi de.

Şimdi 2021 yılına umutla bakarak, belki aşı bulunur diyoruz. O zamana kadar da MMH kurallarına uymaya devam ediyoruz.

Dünya Tabipler Birliği Başkanı, “2021 yazını unutun!” demiş de 2020 yazını unutmayanlar 2021 yazını unuturlar mı hiç? 

****

Eskisi gibi virüs tehlikesini düşünmeden yaşayabilecek miyiz bilmem.

Filmleri izlerken dahi iç sesim, “Çok yakınlaşmayın, mesafeli durun!” diyor durmaksızın. Meğer ne kadar rahatmışız, ne kadar özgürmüşüz, sıradan sandığımız ve farkında olmadan yaşadığımız o hayat ne kadar da konforluymuş.

Virüssüz günleri yaşayanlar olarak bizim şu hayatta özlediğimiz o kadar çok şey var ki.

Virüslü günlere doğan çocuklar bugünleri nasıl hatırlayacak acaba?

“İlk anılarımız anılarsızlığımızdır.” der Murathan Mungan Harita Metod Defteri kitabının bir bölümünde. Nedenini bilmeden bir şeyleri sever ya da sebepsizce bir şeylerden ürkersiniz ya hani, ihtimal ki hatırlamayacak kadar küçük olduğunuz günlerin anılarının izleridir onlar.

Çevresindekilerin çoğunun, yüzünün yarısını kapatan maske ile dolaştığı bir hayata doğan çocuğun hatırlamayacağı ilk anılarının, ilerideki hayatında nasıl izler olarak ortaya çıkacağını düşünüyor insan.

Korona Günlerinde Ben

Adeta birbirine eklenerek devam eden etkinlikler sıfıra inmişti. Virüsün tedirginliği başka bir konuya odaklanmaya izin vermiyordu. Yaklaşık bir ay hiçbir şey okuyamadıktan, izleyemedikten ve salgın haberlerine kilitlendikten sonra, karantina günlerini “okuma-izleme-anlatma” olarak değerlendirmeye başladım.

“Korona Günlerinde Ben” başlıklı videomun ardından diğer videolar geldi. Kâh yazarak kâh konuşarak, anlattım, anlattım, anlattım.

Yaz bitip de balkonlardan, bahçelerden evlerin içine dönünce, ikinci kitabımı hazırlama çalışmalarına başladım.

Bu kez kitabın içeriğini “Kadına Şiddet” yazıları oluşturacaktı.

O yazıları toparlarken baktım ki Korona Günleri yazılarım da epey birikmiş. Tarihe not düşmek adına, onları bir araya getirip kitaplaştırmak istedim.

Korona günlerinde neler düşündüm, nasıl davrandım, neler yaptım, neler bekledim, neler umdum, neler buldum, hepsi o yazılarda.

****

Allah sevindireceği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş.

Şimdi biz, eşeğini kaybetmiş kullar olarak, bir an önce eski konforlu günlerimize dönmek ve o günlerin değerini anlamış olarak hayatımıza yeni bir anlayışla devam etmek istiyoruz.

Eşeğini Kaybedenler Kulübü üyeleri olarak, hepinize keyifli okumalar diliyorum...


22 Ekim 2020 / C.E.Y.


(23 Ekim itibarıyla kitap yayınevine gitti ve bu yazı kitabın giriş yazısı oldu.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder