Korona virüsün
adı Uzak Doğulardan Çin’in Wuhan kentinden duyulmaya başladığında, biz Batı
ahalisi virüse mirüse pek de aldırmadık aslında. Yine yeni bir Uzak Doğu
salgını dedik, bize gelmez dedik, bize gelene kadar biter gider dedik.
Ama bu kez virüs bizi yanılttı.
Yanılttı ve ışık hızıyla kapımıza dayandı!
Mart ayına geldiğimizde, dünya
Korona virüsün pençesine düşmüş, tir tir titremeye başlamıştı. Söylendiğine
göre, Dünya üzerindeki Korona virüslerin toplamı 1 gram ediyordu ve o “1 gram” tüm dünyaya diz
çöktürmüştü.
11 Mart 2020 günü Karacabey’deki imza günüme katılan
dostlarla birbirimize sarılmaktan, tokalaşıp öpüşmekten imtina eder hâldeydik.
Kâh sarıldık, kâh uzak durduk. Henüz ne yapacağımızın, nasıl davranacağımızın,
virüsten nasıl korunacağımızın bilincinde değildik.
O günün ardından İstanbul’a,
çocuklarıma gittiğimde onlarla sarılıp öpüştük. Üç gün sonra ayrılırken ise birbirimize
dokunamadık, uzaktan vedalaştık.
Üç gün içinde tavrımız
değişmişti.
“Yasaklamalar” konuşulmaya
başlamıştı. “Ne olur ne olmaz, karantinaya alınırız, evden dışarı çıkamayız,
ben buralarda tutsak kalmayayım, evime döneyim.” diyerek, belki birkaç gün daha
kalabilecekken, apar topar Bursa’ya döndüm.
Korona virüslü
Dünya, mayın döşeli bir denizdi sanki. Virüsün görüntüsü de deniz mayınına
benziyordu üstelik. Korku had safhadaydı. Çıplak gözle görülmeyen bir düşmanla karşı
karşıyaydık. Tehlike nereye sinmişti, bizi nerede bekliyordu, ne yapmalıydık,
ne tarafa dümen kırmalıydık bilmiyorduk.
Zaman durdu, hayat durdu, dünya durdu, adeta her şey dondu...
Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan İspanyol Gribi’nden bu yana dünya
böyle küresel bir felaket ile karşılaşmamıştı.
Uzak Doğu’ya uzak olan ülkelerdeki yönetimler de insanlar da böyle bir
salgın karşısında ne yapılacağını, nasıl davranılacağını bilmiyordu.
Komplo teorilerinin bini bir paraydı. Lakin “büyük oyunu bilmek” sorunu çözmüyordu.
Sonra başladı “Maske-Mesafe-Hijyen” destekli karantina günleri.
Temizlik imandan gelirdi ama bizim insanımız maskeye, mesafeye ve hijyene
pek alışık değildi. Hele hele sokağa çıkmamak, söz konusu dahi olamaz!
Ama oldu…
Eskiden nüfus sayımı günlerinde
eve kapanırdık sadece. Beş yılda bir yaşanan o kapanma bile ahaliyi gerer,
sinirlendirir, makarna ve una hücum ettirirdi. Çerez, meyve, içecek vesaire ona
keza. Sanki yasak bir gün değil de bin yıl sürecekti…
Salgında yaşadığımız karantina
günlerinde, özellikle de hafta sonlarında uygulanan sokağa çıkma yasaklarında,
yasağın bitme saati yaklaştığında, pek çok insanın yasağın kalkışını arabalarının
içinde beklediklerini düşündüm hep. Zamanın dolmasını gözleri saatte, sanki 100
metre koşusuna başlayacakmış gibi heyecanlı, gergin, sabırsız ve arada gaza
basarak bekliyor olmalıydılar. Gonk vurduğu anda yollara çıkıyor, (Bu sahne
bana Truman Show filminde, trafiğin aniden tıkanması ve aniden açılması sahnesini
anımsatır.) esaretten
kurtuluşlarını şöyle bir turlayarak kutluyorlardı. İhtiyaçtan çıkan da vardı, sıkıntıdan çıkan da.
Onların dışarıya adım atmasıyla, 23:59 itibarıyla bir anda dünyanın sesi değişiyordu ve dünya yeniden uğultu bulutunun
içine giriyordu.
Oysa yasaklı günlerde doğanın
sesi daha çok duyulur olmuştu.
Kuş sesleri, tatlı esen rüzgârda
devinen yaprakların hışırtıları, yağmur damlalarının o sevimli pıtırtısı
dünyanın kaba saba patırtısına karışır giderdi hep. Günlük hayatın uğultusu
olmadan geçen sakin, dingin günlerdi. Hani aspiratörü kapatırsın da o anda onun
ne kadar gürültü ettiğini ve seni ne kadar yorduğunu anlarsın ya, tam da
öyleydi. O sükûnet hoşuma gitmedi değil açıkçası.
İnsanların evlerine kapandığı
karantina günlerinde, sahillere kadar yaklaşarak özgürce oynaşan yunuslar, bir
şehrin sokaklarında salına salına dolaşan geyikler, çoluğunu çocuğunu toplayıp
şehre inen domuz ailesi ve yollara inen ayıların fotoğraflarını gördük sosyal
medyada. Dünya onlara kalmıştı...
Bazıları açlıktan iniyorlardı
şehre, bazıları da ortada gezinmeyen insanlardan istifade geziyorlardı ulu
orta.
Denizde motor gürültüsü yoktu,
karada motor gürültüsü yoktu, havada motor gürültüsü yoktu. Bir gün, Gölyazılı
bir balıkçıya çocukluğumun devasa yayın balıklarının hâlâ var olup olmadığını
sorduğumda, balıkların motor gürültüsünden kaçarak dere ağızlarında yaşamaya
çalıştığını söylemişti. Gürültüden kaçanların hepsi birer birer ortaya
çıkıyordu.
Fabrikaların pek çoğu
çalışmıyordu. Bu sayede derelere dökülen zehirli atıklar yoktu. Balıklar nefes
alıyordu.
Hep derdim dünya ayda bir kez
kendisini kapatsa ne olur diye. Ve eklerdim:
Üzerinde yaşadığımız şu dünyanın
canına okuyoruz yüzyıllardır...
“Benden sonra tufan!"
diyerek gittikçe daha yaşanmaz bir dünyaya doğru hızla yol alıyoruz.
Ağaçları kesiyoruz, yeraltı
sularını çekiyoruz, dere yataklarını değiştiriyoruz, denizleri dolduruyoruz.
Dünya yüzündeki diğer canlıları yok saymakta ve hoyratlıkta sınır tanımıyoruz.
Kendimize yapay cennetler
yaratma sevdasıyla gerçek cennetimizi hızla cehenneme döndürüyoruz.
Üstelik bunu da gayet iyi
başarıyoruz.
Ve bunun için o kadar
uğraşıyoruz ki, dünya bize direnmekten bîtap düşüyor, yalpalıyor, savruluyor.
Bir yandan toprağa geçirdiğimiz
kimyasalları sindirmeye, derelere boşalttığımız atıkları süzmeye gayret ediyor;
bir yandan da atmosfere karışan onca zehirli gazı arıtıp bize solunacak hava
yaratabilmek için var gücüyle çalışıyor.
Ne yazık ki artık dünya bunlarla
kendi doğal korunma yöntemleriyle baş edemiyor.
Bizi daha fazla taşıyamıyor...
Sonunda onu da organları
bozulmuş bir canlıya döndürdük.
Suyumuzu süzemeyen
böbrekleriyle, havamızı temizleyemeyen ciğerleriyle, kimyasalları öğütemeyen
midesiyle adeta can çekişiyor.
Kalbi bu gidişata daha ne kadar
dayanır bilmem...
Bu gidişle insanoğlu ya evrim
geçirip şekil değiştirecek ya da toptan yok olup gidecek.
Milyarlarca yıl sonra
fosillerimiz bulunup incelenecek.
Bizim dinozorlara yaptığımız
gibi iskeletlerimiz orda burda sergilenecek, endamımız merakla seyredilecek.
Ah o endamlarda ne anılar, ne
acılar, ne sevdalar...
Lâkin görünen sadece bir çuval
kemik...
Dünya çok büyük ve ona bir şey
olmaz demeyin. Oluyor işte. Bunca yükü taşıyamıyor. Ve kendisinden
çaldıklarımızı ziyadesiyle geri alıyor. Dünya belki itinalı bir bakımla kendini
toparlayıp bir nebze olsun eski haline dönebilir. Bu özenli bakımın sürekliliği
halindeyse eski neşesine ve verimliliğine kavuşabilir.
Bu iyileşmenin olabilmesi için
neler yapmak gerektiği konusunda insanın aklına çılgınca fikirler de gelmiyor
değil hani.
Hani olmaz ya; arada bir bütün
dünya şalter indirse mesela.
Yine başka bir gün kimse
arabasını kullanmasa. Bir gün şehrin bütün vanaları kapatılsa ve bir damla bile
su harcanmasa. Bir gün ne ısıtıcı, ne soğutucu çalışmasa.
Bir günlük tatil versek
dünyamıza.
Bir gün de o izin kullansa...
Kim bilir, belki o zaman şöyle
bir oh çeker içinden. Ertesi gün daha bir neşeyle, daha bir şevkle dönmeye
başlar kaldığı yerden...
Tabii benim sesimi kimse duymadı,
beni kimse dinlemedi ama bir virüs sebebiyle dünya mecburen şalter indirdi.
Bu sayede sular temizlendi, hava
temizlendi, toprak temizlendi.
Bir yandan da Covid-19 virüsünü
öldüreceğiz diye evler, dükkânlar, caddeler ve sokaklar kimyasala boğuldu,
evlerde su sarfiyatı arttı, sabundu, deterjandı, dezenfektandı köşe bucak
stoklandı.
Bir gün, “Ah!” dedim, “Keşke
bizim gezegenimizde de her sabah etkin durumda olan yanardağların küllerini
süpüren, sönmüş yanardağların kurumunu temizleyen, Baobabların gezegenimize kök
salmasına izin vermeyen bir Küçük Prens olsaydı.” “İnsan kendi temizliğini
yaptıktan sonra, gezegeninin bakımını da yapmalı özenle.” derdi hep Küçük
Prens. Ondan öğrenecek ne kadar çok şeyimiz varmış meğer.
Lakin yasaklar uzadıkça dünyanın
yoğun temposunu ve yorucu sesini dahi özler oldum ben.
İnziva kişinin seçimiydi,
karantina ise mecburiydi ve o yüzden üzücü, yorucu ve sıkıcıydı.
Yasaklı günlere uyum sağlamak
çok güçtü hâliyle. (Hâlâ daha tam sağlayabilmiş değiliz ve bu sebeple hasta
sayısında zirveyi görmüş durumdayız ya neyse.)
Hayatımızı eve sığdırmıştık
sığdırmasına da ruhumuzu hiçbir yere sığdıramıyorduk.
Yurt dışına çıkış yasağı gelmiş,
ülkeler kapılarını kapatmıştı. Gezginler bir anda, bırakın ülkeden çıkmayı,
evlerinden çıkamaz olmuşlardı. “Ferrari’mi sattım, artık
gezeceğim!” diyenlerin ise hevesleri kursaklarında kaldı.
“E daha karpuz keseceydik!”
Turizmciler ayakta kalabilmek
için cam ekran üzerinden geziler düzenlemeye başladılar. Lakin gezenleri de
gezdirenleri de cam ekran gezileri kesmedi. Gidilen yerin havası derin derin
solunmadıktan, topuk üzerinde 360 derece dönülüp panoramik görüntü beyne
kazınmadıktan, bin bir tane “selfie” çekmedikten sonra ne anlamı var,
değil mi ama efendim?
Evlere kapanan insanlardan yalnız
yaşayanlar yalnızlık bunalımına girerken, evli olanlar geçimsizlik krizine
girdiler. Hır gür arttı, kadına şiddet vakalarında gözle görülür bir artış
yaşandı.
Yapılan araştırmalar, pandemi
döneminde kadınların daha fazla şiddete maruz kaldığını, işini kaybetme riski
ile daha çok karşılaştıklarını ve evde iş yüklerinin daha çok arttığını ortaya
koydu. Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji
Bölümü Dr. Öğretim Üyesi Tuğba Aydın Öztürk, "Özellikle karantina
döneminde şiddet vakalarının ve buna bağlı olarak acil yardım hatlarına yapılan
başvuru sayılarının arttığını biliyoruz." dedi.
İş güç kapandı, çocuklar okula
gidemez, evin annesi mutfaktan çıkamaz oldu.
Temizliği ve hijyeni paranoyaya
çevirenler bir yanda, bize bir şey olmazcılar bir yanda, ekmeğimi kendim
yaptımcılar bir yanda, canlı yayın üzerine canlı yayın yapanlar bir yanda
derken, “Evden Onlayn” günler başladı.
Fırından yeni çıkmış, dumanı
üzerinde sıcacık ekmekler sosyal medyada servis edilirken, kokusu taa evlerimize
kadar geldi. Yutkunduk…
Ekmek, börek, poğaça yapanlar,
yaptıklarını yiyince ve evden dışarı adım atamayınca, kilolar üçer beşer alınmaya
başladı.
Arada verilen sokağa çıkma
izinlerinde marketler hınca hınç doldu, raflarda ne varsa silinip süpürüldü.
İki ekmek, bir kutu süt için sokaklarda meydan savaşı yaşandı. Açlık korkusu bir şeye benzemiyordu. Bu dönemde
tarımın, yani kendi karnını doyurabilecek üretime sahip olmanın önemi bir kez
daha ortaya çıktı.
Dünya ise bu savaşı tuvalet
kâğıdı üzerinden verdi.
ABD Başkanı Donald Trump bir konuşmasında Korona virüse
karşı 'vücuda dezenfektan enjekte edilmesi' ve 'ultraviyole ışık verilmesi'
gibi bir şeyler önerdi, daha doğrusu sesli düşündü, Beyaz Saray’ın Korona virüsle
mücadele ekibinden Dr. Deborah Birx başta olmak üzere, “dünya” kulaklarına
inanamadı.
Çok da şaşırmayalım, bizde de basit bir sabunun
öldürdüğü virüsün nasıl olup da yok edilemediği sorgulandı.
Evlerde öyle kapalı kaldık ki,
“Bu pandemiden yaşlı ve şişman olarak çıkacağız, bebekler büyüyecek, gençler
orta yaşa gelecek, sokağa çıkınca kimse kimseyi tanımayacak!” demeye başladık.
Neyse ki sosyal medya vardı da suretlerimizi
unutmuyorduk.
Sosyal medya demişken, o kapalı günlerde imdadımıza
“Facebook/Instagram Anılar” özelliği yetişti. Ana sayfadaki akış, “İki yıl önce
bugün tatildeymişiz, geçen sene bugün konserdeymişiz, üç yıl önce bugün gezideymişiz,
beş yıl önce bugün evlenmiştik!” paylaşımlarından geçilmez oldu. Sonra ona da
doyuldu.
İlk günlerde, Korona virüs ile ilgili eğlenceli
bildirimler, videolar, fotoğraflar ve yazılar WhatsApp mesajlarının olmazsa
olmazı oldu.
Lakin ölümler artmaya, hele hele de sağlık çalışanları
birbiri ardına hastalanmaya ve ölmeye başlayınca ayaklarımız biraz da olsa suya
erdi.
Endişe, korku ve güvensizlik hücrelerimize kadar
işledi.
Bu işin hiç de eğlenceli bir tarafı yoktu!
Günler geçti, korkularımıza
rağmen ufak ufak açılmaya başladık. 11 Mayıs’ta açılan AVM’ler “canı
sıkılanlarla” doldu. 1 Haziran’da başlayan sıralı sekili açılışlar yerini,
barajdan boşanmışçasına çağıldayıp akan taşkınlara bıraktı. Düğün derneklerde halay
başılığı Korona virüs yaptı. Demem o ki, virüs güle oynaya, elindeki oyalı
mendili sallaya sallaya yayıldı.
Yayılmada birincilik umrecilerde
idi, ardından düğüncüler, halaycılar, tatilciler, asker geçirmeciler, particiler
geldi.
Açıldık demiştim ama açılmada da istikrarı tutturamadık. Cami açılışına
izin vardı millî bayram kutlamalarına yoktu, insanların üzerine çay fırlatılan
mitinglere izin vardı, kadın cinayetlerini protesto eden toplanmalara yoktu,
AVM’lere vardı restoranlara
yoktu. Türk insanına yasak vardı, turiste yoktu. Şehirlerarası yola kendi
aracınla çıkmak yasaktı, otobüs ile yolculuk etmek serbestti.
Anlaşılan o ki, “kontrollü sosyal hayat
süreci” her yerde farklı işliyordu.
Ya hastalığını saklayanlara ne
dersiniz?
“Hastalığım duyulursa düğüne
kimse gelmez!” diyen kaynana sebebiyle, düğüne katılanların çoğu düğünden
çıktı, karantinaya girdi.
Düğün yapılmış, altınlar takılmış,
hasılat toplanmıştı, Korona da geçer giderdi Allah’ın izniyle!
Doktorlar ve sağlık personelleri,
önlerine yığılan hastalarla baş edebilmekte zorlanmaya başladı. “İşiniz yoksa
evde kalın, çıkmayın, tükeniyoruz, siz eğleniyorsunuz, biz ölüyoruz!” demeye
başladılar. Her akşam balkonlara çıkıp alkışlamakla olmuyordu. Sağlık sistemi
çökerse ne yapacaktık?
Beni Allah korur, virüse inanmıyorum,
maske takmıyorum, mesafeyi korumuyorum diyenler arasından da virüs kapanlar,
hatta ölenler oldu.
Virüs son derece eşitlikçiydi.
Ne yaşlı ne genç, ne siyah ne beyaz, ne fakir ne zengin, ne kadın ne erkek, ne
başkan ne vekil tanıyordu.
Düz ara, önüne kim gelirse,
yoluna kim çıkarsa ona bulaşıyor, zayıf bulduğunu indiriyordu.
Aman virüsün yoluna çıkmayalım diyerek
evlerden çıkmaz, çıksak da koşa koşa kendimizi evimize atar olduk. Yanımızda
biri aksırıp öksürse tüylerimiz diken diken oldu, gözlerimiz yuvalarından
uğradı.
Maske takmayanlar düşmanımızdı!
Maske takmayanlara göre ise
maske takanların hepsi “takıntılıydı”.
Salgının başladığı günlerin
birinde, bilinen bir giyim firmasından gelen mailde yüz aksesuarı tanıtımını
gördüğümde şaşkınlıkla, “Yüz aksesuarı da ne ola ki?” dedim. Aksesuar
dediği maske imiş.
Akabinde tekstil sektörü maske üretime
yöneldi, çarşı pazar tezgâhları envaiçeşit maske ile doldu.
Envaiçeşit maske ile birlikte,
envaiçeşit maske takma şekli çıktı ortaya.
Çene altında, dirsekte, bilekte,
burun açık, burun kapalı, ağız açık, ağız kapalı, yandan havalandırmalı, tam
korumalı, türbana tutturulan, kulakları kepçe yapan, ensede bağlanan...
Rengârenk, model model maskeleri
birbirlerinde görüp birbirleriyle değiş tokuş yapan çocuklar ile ayağını vuran
ayakkabının acıttığı yere maske desteği yapan teyzeleri dahi gördük.
Maskesiz görmediğimiz Çinli
turistleri maske ile gördüğümüzde yüzlerine garip garip bakarken, bugün bizim
de aile bütçemizin gider hanesine “maske” kalemi girdi.
Kolonya, karbonat, sirke,
çamaşır suyu ve dezenfektan satışları patladı. Su sayaçları deli gibi döndü,
cebimizdeki para oluk oluk su faturalarına aktı.
Vitaminlerle ve destek gıdalarla
bağışıklığımızı güçlendirmeye çalıştık. D vitamini ihtiyacımızı balkonda “güneş
peşinde koşarak” karşıladık.
Dünya, pandemi ile ekonomi
arasına sıkışmışken ülkeler neyi açıp neyi kapalı tutacaklarını şaşırdı. Bazen
açtıklarını tekrar kapattılar.
Okullar ve eğitim alt üst oldu.
İş dünyası ona keza.
İş yerleri, işverenler, çalışanlar, kira ile
geçinenler, hepsi ama hepsi birbirine bağlı olarak birbirlerinin üzerine
devrilmeye başladı. Çarkı döndürecek akar kesilmişti ve
çark susuz dönmüyordu. Lakin değirmenin giderleri yerinde durmuyordu. Su gelene
kadar değirmenin bakımını yapmak ve onu yaşatmak gerekiyordu.
Uzaktan dijital eğitim, dijital
toplantılar, dijital alışveriş, dijital bankacılık derken dijital yaşama keskin
bir virajla, sert bir geçiş yaptık.
Doğuştan dijital ya da yarı
dijital olanlara yabancı olmayan, hatta bazen diğerleri tarafından kınanan
dijitalleşme, toplumun tümüne yayıldı. Toplum, dijitalleşebilenler ile
dijitalleşemeyenler olarak ikiye ayrıldı.
Dijitalleşmeyi Instagram’a “story” atıp,
akıllı telefonun bilmem kaç mega piksellik kamerasına dudak büzerek poz vermek
olarak algılayanlar, Zoom toplantılarına katılımda sınıfta kaldılar. Zaman
zaman ekranlarda bazen komik, bazen trajikomik Zoom kazaları yaşandı.
Milli Eğitim dahil neredeyse her
kurumun dijitalleştiği, uzaktan eğitimin yaygınlaştığı şu günlerden birkaç yıl
önce, 23 Nisan 2017 tarihli bir paylaşımımda bakın neler yazmışım:
“Telefona tablete bakmak
yanlış bir şey diyorsun da o şu anda yanlış. İlerleyen yıllarda bunlar bile
nostalji olacak. Biz annelerimiz gibi anneler miyiz? Bizim çocuklarımız da
bizim gibi çocuklar değiller. Değişim kaçınılmaz, değişimle birlikte yol almayı
ve yenilikleri kendine fayda sağlar hâle getirmeyi bilmek lazım.”
Bu paragraf
ile başlayan “Öğretmenler, Dünya Koptu Gidiyor!” başlıklı o yazımı:
“Ey
devlet, ey öğretmenler!
İstikbal ‘WEB’lerdedir!
Cumhuriyet
sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ve kodlama bilen yeni nesiller ister!” sözleriyle tamamlamışım.
Okula
gitmekten şikâyetlenen öğretmen ve öğrenciler okullarını özler oldu. Salgın
döneminde Zoom başta olmak üzere internetten pek çok program uygulaması
indirildi. EBA günlerinde öğrenciler bir cephede, ebeveynler bir cephede,
öğretmenler bir cephede savaş verdi. Dijitalleşme dengeleri de değiştirdi.
Sınıfın sessizi bir çocuk dijital eğitimde parlarken, sınıfın çalışkanı sayılan
bir çocuk derse girmeyi beceremedi.
Her ev bir
okula, her oda bir sınıfa dönüştü. En büyük sıkıntıyı, çok çocuğu olanlarla;
interneti, televizyonu, bilgisayarı, telefonu olmayanlar yaşadı ve yaşamaya
devam ediyor.
Okul sadece
“ders-ödev-sınav” değil hâliyle, hayatla tanışmanın ilk adımları. Disiplin,
uyumlanma, sosyalleşme, eğitim ve öğretim, oyun, spor ve dahası yüz yüze eğitim
ile öğreniliyor. Canı isteyenin ders yayınına katıldığı, canı istemeyenin
katılmadığı, pek çoğunun gözünün çapağı ile ekran karşısına oturduğu dijital
eğitimde bu ayaklar eksik kalıyor.
Çocukları
dersliklerde bile derse odaklı tutmak zordur, varın ekran karşısında tutabilmeyi
siz düşünün.
Çocuklar
Korona virüs karşısında daha şanslıydı ancak yaşlılar ve kronik hastalığı
olanlar virüsten daha fazla etkilendi. 65 yaş üzerine kesin yasaklar kondu.
Bazen de sapasağlam insanlar kayıp gittiler elimizden.
Hem de ne
gitmek.
Yoğun
bakımlarda o hastaların nasıl yaşatılmaya çalışıldığını, hastaların nefes
alabilmek için nasıl ızdırap içinde kıvrandığını gösteren görüntüler, doktorlara
ve sağlıkçılara yapılan saldırılarla “taçlandı”.
Ölen doktor
arkadaşlarını anmak için yakalarına siyah kurdele taktıkları ve açıklanan
Korona virüs verilerinin ne kadar doğru olduğunu sorguladıkları
için, “Türk Tabipleri Birliği kapatılsın, TTB Korona kadar
tehlikeli!” söylemleri havada uçuştu.
Ankara TTB
Başkanı, “Kurtuluş Savaşı'nda bile bu kadar sağlık çalışanı kaybetmemişiz!”
dedi bir konuşmasında.
TTB,
“Pandemi günlerinde insanlar ölüyordu, birinciliği beyaz önlüklülere verdiler!”
sloganıyla isyanını dile getirdi.
Hükümetin,
verileri doğru açıklayıp açıklamadığı tartışmaları, insanların hem güvensizliği
hem bilinçsizliği hem de aldırmazlığı ile birleşince, kasım ayına geldiğimizde
veriler mart-nisan dönemini aratmaz oldu. Bir de üstüne üstlük “Hasta
başka, vaka başka!” denmez mi, kime ve neye inanacağımızı şaşırdık.
Okullar ve
iş yerleri açılınca okula ve iş yerine ulaşabilme sorunu baş gösterdi.
İnsanlar, “Kırık dökük de olsa kendi aracıma bineyim, toplu taşıma ya da servis
kullanmayayım.” düşüncesi ile ikinci el otomobillere hücum etti. İkinci el otomobillerin fiyatı ışık hızıyla
yükseldi.
Aracı
olmayanlar mecburen sıkış tepiş bir hâlde işlerine ulaşmaya çalıştı. Mesailer
için, “Esnek saatler belirlensin, herkes aynı anda toplu taşımaya yüklenmesin.”
önerisine cevap verilmedi. Cevap verilmediği gibi otobüse ya da minibüse
doluşan insanlara ceza kesildi. Toplu taşıma yerini özel araca bırakırken,
toplu yaşanan sitelerden müstakil evlere kaçış başladı.
Şehre gelme
mecburiyeti olmayan, işlerini ya da eğitimlerini elektronik ortamdan yapabilen
insanlar yazlıklarından dönmeyip, şehrin nüfusunu daha fazla arttırmadı.
Böylelikle yazlık kasabalar tatilcilerin gidişinin ardından kapıldığı hüzne
kapılmadı, yaş ortalaması biraz yüksek de olsa sahiller boş kalmadı.
Biz tüm bunlarla boğuşurken bir de üzerine 30
Ekim 2020 tarihinde Ege Depremi yaşandı. İzmir’de pek çok bina yıkıldı. Yıkılan
binaların katbekatı içlerine girilmeyecek derecede hasarlandı. Evlerinden
çıkmaması gereken insanlar çulsuz çaputsuz sokaklarda kaldı.
İnsanlar
enkaz altından can kurtarma derdine düşmüşken, başlarını sokacak bir evleri
kalmamışken ve yıllardır ilmek ilmek dokudukları hayatları moloz yığınına
dönüşmüşken, Korona virüs tedbirleri ikinci sıraya düştü hâliyle. Ama virüs
deprem dinlemezdi ve dinlemedi de.
Şimdi 2021
yılına umutla bakarak, belki aşı bulunur diyoruz. O zamana kadar da MMH
kurallarına uymaya devam ediyoruz.
Dünya
Tabipler Birliği Başkanı, “2021 yazını unutun!” demiş de 2020 yazını
unutmayanlar 2021 yazını unuturlar mı hiç?
****
Eskisi gibi
virüs tehlikesini düşünmeden yaşayabilecek miyiz bilmem.
Filmleri
izlerken dahi iç sesim, “Çok yakınlaşmayın, mesafeli durun!” diyor durmaksızın.
Meğer ne kadar rahatmışız, ne kadar özgürmüşüz, sıradan sandığımız ve farkında
olmadan yaşadığımız o hayat ne kadar da konforluymuş.
Virüssüz
günleri yaşayanlar olarak bizim şu hayatta özlediğimiz o kadar çok şey var ki.
Virüslü
günlere doğan çocuklar bugünleri nasıl hatırlayacak acaba?
“İlk
anılarımız anılarsızlığımızdır.” der Murathan Mungan Harita Metod Defteri
kitabının bir bölümünde. Nedenini bilmeden bir şeyleri sever ya da sebepsizce
bir şeylerden ürkersiniz ya hani, ihtimal ki hatırlamayacak kadar küçük
olduğunuz günlerin anılarının izleridir onlar.
Çevresindekilerin çoğunun, yüzünün yarısını kapatan maske ile dolaştığı bir
hayata doğan çocuğun hatırlamayacağı ilk anılarının, ilerideki hayatında nasıl
izler olarak ortaya çıkacağını düşünüyor insan.
Korona Günlerinde Ben
Adeta birbirine
eklenerek devam eden etkinlikler sıfıra inmişti. Virüsün tedirginliği başka bir
konuya odaklanmaya izin vermiyordu. Yaklaşık bir ay hiçbir şey okuyamadıktan,
izleyemedikten ve salgın haberlerine kilitlendikten sonra, karantina günlerini
“okuma-izleme-anlatma” olarak değerlendirmeye başladım.
“Korona
Günlerinde Ben” başlıklı videomun ardından diğer videolar geldi. Kâh yazarak
kâh konuşarak, anlattım, anlattım, anlattım.
Yaz bitip
de balkonlardan, bahçelerden evlerin içine dönünce, ikinci kitabımı hazırlama
çalışmalarına başladım.
Bu kez kitabın
içeriğini “Kadına Şiddet” yazıları oluşturacaktı.
O yazıları
toparlarken baktım ki Korona Günleri yazılarım da epey birikmiş. Tarihe not
düşmek adına, onları bir araya getirip kitaplaştırmak istedim.
Korona günlerinde neler düşündüm, nasıl davrandım, neler yaptım, neler bekledim, neler umdum, neler buldum, hepsi o yazılarda.
****
Allah sevindireceği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş.
Şimdi biz, eşeğini kaybetmiş kullar olarak, bir an önce eski konforlu günlerimize dönmek ve o günlerin değerini anlamış olarak hayatımıza yeni bir anlayışla devam etmek istiyoruz.
Eşeğini Kaybedenler Kulübü üyeleri olarak, hepinize keyifli okumalar diliyorum...
22 Ekim 2020 / C.E.Y.
(23 Ekim itibarıyla kitap yayınevine gitti ve bu yazı kitabın giriş yazısı oldu.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder