21 Ekim 2020 Çarşamba

Askıda Kalp

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Askıda ekmek” etkinliği, askıda milletvekili, askıda iktidar, askıda iyilik, askıda namus, askıda ahlâk, askıda insan ve benzerleri olarak çeşitlenerek devam ediyor.

Partisinin grup toplantısında konuşan Bahçeli, askıda ekmek çağrısına yönelik eleştirilere, “Askıda ekmek kavgası manevi bir görevi ifa hassasiyetidir. Biz askıya ekmek koyduk, ekmeksizler saklandıkları delikten çıktı.” sözleriyle cevap verdi.

Ekmeksizler derken?
Açlar mı dediniz sayın Bahçeli?
Delik derken?
Fareler mi dediniz sayın Bahçeli?
“Askıda ekmek” ipe ekmek asmak değil, yardım yaparken veren eli de alan eli de ifşa etmemek değil midir sayın Bahçeli?
Sizler bu açlığın neresindesiniz sayın Bahçeli?



Öyle bir Dijital Teşhir Çağı’na geldik ki, verenler verdiğini belgelemezlerse vermiş sayılmıyorlar malum.
Ya alanlar…

BirGün gazetesinde yer alan habere göre; MHP’nin askıda ekmek uygulamasını başlatmasının ardından partinin Çankaya İlçe Başkanı Serkan Damar, kampanya kapsamında bir ‘askıda ekmek’ noktasının fotoğraflarını Twitter hesabından, “Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli’nin talimatları doğrultusunda ‘Askıda Ekmek’ kampanyasını Çankaya ilçemizde başlatmış bulunmaktayız” diyerek paylaşmış. KRT’nin aktardığına göre, söz konusu stant kaldırılmış.


Anlatmaya askıda ekmek ile başladım, La Révolution, İki Şehrin Hikâyesi, Overlord, Pervitin, Seveceksen Radikal Sev, The Post, Vietnam, Johnson, Nixon, Watergate Skandalı, Richard Nixon, David Frost, Kafamda Bir Tuhaflık, Boza, Ne Zor Şeymiş, Namuslular, Namussuzlar ve sonunda İnönü ile zor tamamladım…

(Bir minik düzeltme: Frost&Nixon röportajı Vietnam üzerine değil, Watergate skandalı üzerine. Karıştırmışım.)


Dün gece “La Révolution” dizisini izlerken kirlenen kanları düşündüm. Dizide, tarihin yeniden yazıldığı 18. yüzyıl Fransa’sında, insanları pençesine alan gizemli bir hastalık, Versay Sarayı’nda doğar, halk ve aristokrasi arasında acımasız bir çatışmaya yol açar. (Dönemi daha iyi anlamak için Versailles dizisi ile Marie Antoinette dizilerini izleyebilirsiniz)
Hastalığın adı Mavi Kan Hastalığı’dır. İsterseniz bunu aristokrasinin simgesi olan Mavi Kan ile ilintilendirebilirsiniz. (Mavi kanın, işçiler gibi güneşe çıkmayan asilzadelerin, güneşe çıkmadıkları için tenlerinin porselen gibi bembeyaz olmasını ve mavi damarlarının görünmesi olduğunu okumuştum bir yerlerde. Yanık ten fakirlik göstergesi, beyaz ten zenginlik. (Şimdi ise tam tersi.) Ki bu iş yüzlerini pudralamaya kadar gidiyor. Geniş bahçeler içinde evler de zenginlik göstergesi imiş. Çünkü geniş bahçeleri yemyeşil tutabilmek için büyük bir maddi güç gerekiyormuş.)
Kaldığımız yerden devam edersek, Mavi Kan hastalığı için, “aristokrat olma ve halkı sömürme hastalığı” diyebilirsiniz. Hiç doymayan bir “açlık” hastalığı da diyebilirsiniz. Öyle ki, halkın her şekilde kendilerini besleyeceğine inanan bu hastalıklı aklın, halkın etini yemekte de sakınca görmediğini görebilirsiniz.
Tüm bu düzenin bozukluğu; gerçek açların sefaletinin yanında, sürekli açlığı pompalayan, zengini bir türlü doymak bilmeyen hâle sokan sistemden dolayı haliyle.
Lakin değişim kaçınılmazdır.
1789 devriminde Fransa’nın Mavi-Beyaz-Kırmızı bayrağının ortaya çıkışını da, ölülerin üzerine örtülen beyaz çarşafların, yani halkın ve aristokratların kanlarına, yani mavi ve kırmızı kanlarla renklenmesine bağlıyor.


Fransa İhtilâli’ni anlatan bu kitapta da, ihtilale giden yolu ve ayaklanan halkın yaşadığı ve yaşattığı katliamı okuruz. “Ufak pencereden bakıp çuvala aksırdılar” başlığı ile yazdığım kitapta; “Açlıktan kırılan halkı görmezden gelerek vergileri arttırdıkça arttıran, sokaktaki insanı zerre kadar umursamayan, halkın açlığından beslenerek yarattığı aristokrat hayatı gerçek hayat sanan bir idareci, sokağı bu kadar görmezden gelir ve sokağa bu kadar eziyet ederse, gün gelip gücü ele geçiren ‘canından başka kaybedecek bir şeyi olmayan sokak’ da kendisine reva görülen muamelenin bin beterini malum kitleye uygulamaktan zerre kadar imtina etmez. Yılların hıncı ve yılların acısı bir anda çığ olup yuvarlanmaya başladığında önüne çıkan ne varsa ezer geçer.” demişim.


Overlord Harekâtı, 6 Haziran 1944 günü Müttefikler’in milyonlarca askerle yaptığı Normandiya Çıkarması ile başlayan ve Paris’in Kurtuluşu ile biten harekâttır. 2. Dünya Savaşı’nda, müttefik güçlerin Normandiya’ya asker çıkarması yapacağı günün arifesinde, bir grup Amerikalı paraşütçü, düşman hattının arkasında bırakılır. Askerlerin buraya bırakılmasının amacı saldırının başarısı için önemli bir görevi gerçekleştirmektir. Fakat askerler hedeflerine yaklaşırken beklenmedik bir şeyle karşılaşırlar. Nazi işgali altındaki köyde, sadece bir askeri operasyondan fazlasının olduğunu fark ederler. Köyde, Almanlar tarafından askerlere ölümsüzlük ve sınırsız güç bahşeden (ilginç!) çalışmalar yapılmakta, askerler zombileştirilmekte, bunun için de bu (özel) köyde yaşayan köylülerin kanları kullanılmaktadır.


Nazilerin, ölmek üzere olan askerleri canlandırmak için kullandığı madde Pervitin. Alman ordusunun, savaş dönemindeki ilaç seçimi, metamfetaminden üretilen Pervitin adlı haptı. 1941’de başlayan Sovyetler Birliği’ne saldırı sırasında yüz binlerce askerin bu haplara bağımlı hale geldiği belirtiliyor. Askerlere toplamda 200 milyon Pervitin dağıtılmış.


Ateş İlyas Başsoy’un Seveceksen Radikal Sev kitabında Türkiye’nin kentleşme sürecinin ve bugünlere varan yansımasının fotoğrafı çekilir. Diyalektik dil ile Diyolojik dil anlatılır. Kitapta, köyden kente göçü, ne köylü ne kentli olamayan halkı, itelenen, ötelenen, görmezden gelinen öfkeli halkın zaman içindeki değişimini, AK Parti kitlesinin yaşlanmasını ve AK Parti zihniyetinin gençleşememesini, İstanbul seçimlerinde bile Ekrem İmamoğlu karşısına genç bir aday çıkartamamasını, kısacası AK Parti’nin her şeyi kontrol etmek isterken kontrolü kaybetmesini okuruz.
Bize belki de çok uzak gelen, kolayca yargılayıp yaftaladığımız, 24 yaşındaki genç bir kadının anlattıkları karşısında insanlığımızdan soğuruz.


Seçimlerde çaresiz halka elini uzatan, onu tutup insanca yaşama çizgisine taşıyan kim olursa seçimi o kazanır. Halkı kazanan, seçimi kazanır. Zaten seçim yarışının aslı da “halka hizmet etmek için” değil midir?
Tabii asıl hedef unutulup da yarış şahsileşince işler sarpa sarıyor.

Film,1971'de Pentagon belgeleri etrafında dönen yasal süreci konu alıyor. Washington Post çalışanları, ordu analisti Daniel Ellsberg tarafından yazılan ve sızdırılan Pentagon belgelerini yayınlama kararı alırlar. Belgelerin, Johnson yönetiminin Vietnam Savaşı’nda ABD askerlerinin rolü hakkında kamuoyuna ve kongreye yalan söylediğini, Nixon yönetiminin gizlice savaşı tırmandırdığını ortaya koymaları büyük skandal yaratır. Nixon yönetimi The Post’un bunları yayınlamasını durdurmaya çalışır ve ABD Savunma Bakanı Yardımcısı davayı Yüksek Mahkemeye sunar. Belgelerin yayınlanabilmesi ve özgür basın kavramının korunabilmesi için gazete ile ordu arasında büyük bir hukuk mücadelesi başlar. Dava kazanılır.
The Post filminin bir sahnesinde ordu analisti Ellsberg, “Bugüne dek ortaya çıkan en önemli şeyleri sordum. Bence alacağımız ders, ülke halkının ABD Başkanı’nın ülkeyi tek başına yönetmesini kaldıramayacak olması. Kongre’nin yardımı olmadan ne iç işlerini ne de dış işlerini yönetebilir. Başkan Johnson’un bu ifşaları vatana ihanet gibi görmesi beni şaşkınlığa uğrattı. Çünkü bu bende, bir iktidarın, bir bireyin itibarına zarar veren şeyin vatana ihanet olarak görüldüğü izlenimini uyandırdı. Bu da, “Devlet benim!” demek gibi bir şeydir.”


Yıllar sonra David Frost’un Richard Nixon ile Watergate Skandalı üzerine yaptığı günler süren röportajlar esnasında, karşısında yandaş, karaktersiz ve çanak sorular soran bir genç yerine, gerçeğin peşinde gerçek bir gazeteci bulmasını izleriz. Frost’un kurt politikacıyı zorlayan soruları sonrasında Nixon artık kendini savunmaktan yorulduğunu söyler ve her şeyi itiraf eder.


Ateş İlyas Başsoy’un kitabından devam edelim. Bu kitap bana Orhan Pamuk’un İstanbul’da bir boza satıcısı olan Mevlut’un 40 yıllık hikayesini anlattığı romanını hatırlattı.
9 Şubat 2015 günü, Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü’nün organizasyonuyla Nâzım Hikmet Kültürevi’nde izlediğim Orhan Pamuk, üzerinde altı yıl çalıştığı romanını anlattı. Kitap, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul’daki hayatlarını hikâye ediyor.
1969 ile 2012 arasında, kırk yılı aşkın bir süre Mevlut, İstanbul sokaklarında bozacılık, yoğurtçuluk, pilavcılık, otopark bekçiliği gibi pek çok iş yapar. Bir yandan sokakların çeşit çeşit insanla dolmasını, şehrin büyük bölümünün yıkılıp yeniden inşa edilmesini, Anadolu’dan gelip zengin olanları izler; diğer yandan ülkenin içinden geçtiği dönüşümlere, siyasi çatışmalara, darbelere tanık olur. Onu başkalarından farklı kılan şey’in, kafasındaki tuhaflığın kaynağını hep merak eder. Ama kış akşamları boza satmaktan ve sevgilisinin aslında kim olduğunu düşünmekten hiç vazgeçmez.
Orhan Pamuk kitapla ilgili:
“Kafamda Bir Tuhaflık kitabı yine bir İstanbul romanı. Bu romanda şehrin dokusunu, değişen akımları, siyasi, ideolojik akımları ele aldım. Ben bir şehir romancısıyım ama günlük hayatı ve değişimi yazıyorum. Günlük hayattan bazı kesitleri, hatta siyasi düşünceleri de kitaba taşıyarak cesur olmaya çalışıyorum. Post modernizim hayatımda çok önemli değil. Bir romancının görevi ülkedeki herkese eşit mesafede bakmak ve anlamaktır. Dünya değişiyor ve yaşam tarzları da buna paralel değişim gösteriyor. Türkiye’nin hayatı dünya hayatına örnek olmaya başladı. Ülkemizdeki çatışmalar, din, gelenekler dünyanın da sorunu olmaya başladı. Türkiye her yönüyle cennet ama tanıtamıyoruz. Kısacası Türkiye’nin sorunları ve hayatı dünyanın bildiği bir durum olmaya başladı. Onun için kitaplarım ve içerdiği konular dünyanın çeşitli ülkelerinde sevilmeye başladı. Dünyanın her yerindeki insanlar kitaplarımda kendilerinden bir şeyler bulmaya başladı. Bizim hayatımız herkese benziyor ve herkes okuyor.” der.
Daha çok doğuda okunmasının sebebinin de doğu insanıyla olan benzerliklerimiz olduğunu söyler.
O günkü söyleşide kitabın boza satışlarını arttırdığı söylentisi olduğunu da söylemişti.
O günü sizlere Hepimizin Kafasında Var Bir Tuhaflık başlığı ile anlatmıştım.

Kitap; tarihe düşülen bir not.
Kitap; tek tek bireylere inen sosyolojik bir araştırma.
Kitap; sorma soruşturma, araştırıp inceleme, bol bol konuşup bol bol dinleme.


Eskiden bozacılar kış geceleri mahallelerinde gezer, boza satarlardı. Leblebi ve tarçın da bozanın olmazsa olmazıdır malum. Bu bozacılarda biri tatlı, diğeri ekşi olmak üzere iki çeşit boza olurmuş. Halkın çok sevdiği tatlı boza haricinde alkol miktarı çok olan ekşi boza da bazı İstanbullular tarafından sevilerek içilirmiş. Ekşi bozayı seyyar olarak satmak yasakmış. Hatta bozacıya gidip ekşi boza içenlere de meyhaneye gitmiş muamelesi yapılırmış.
IV. Murad ve III. Selim zamanında ekşi boza o kadar sakıncalı görülmüş ki, ekşi ve tatlı bozanın kontrolü zor olduğundan, alkol satan mekanlarla birlikte bozacılar da tarihe karışmış…


Dünya ile derdi olanın dünya kadar derdi olurmuş. Bizim derdimiz de insanıyla, hayvanıyla, çiçeğiyle böceğiyle, havasıyla suyuyla dünya.
Dünyayı kendine dert edinen iyi kalpler kopyalansa, kötüler iyilerle değiştirilse, kötü bir kalp, içinde, kötülüğünün farkına varabilecek iyilik barındırsa ve kendisine askıdan iyi bir kap alsa.
Olmaz mı?
Çok mu zor?


Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların pabucunu yalayan ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik.
Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.
Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartıman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.
Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hattâ bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu.

Sabahattin Ali — Ne Zor Şeymiş
Ali Baba, (1), 25 Kasım 1947

Bugünkü bu uzun yazıyı, İsmet İnönü’den bir söz ile nihayetlendirelim;
“Bir ülkede namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur.”

21 Ekim 2020 / C.E.Y.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder