Birkaç gün önce Fransız edebiyatının en önemli romanlarından biri olan Victor Hugo'nun 1845 yılında yazdığı Sefiller romanının sinemaya uyarlanmış halini izlemiştim.
Ailesini doyurmak amacıyla çaldığı yalnızca bir somun ekmekten dolayı kürek cezasına çarptırılmış kürek mahkumu Jan Valjean ve polis müfettişi Javert arasında sürüp giden bir kovalamacanın hikâyesi üzerine kurulu romanda Paris ve o dönem resmedilmişti.
Charles Dickens'ın İki Şehrin Hikâyesi kitabının son sayfasını okuyup kapattığımda ve elime kumandayı alıp televizyonu açtığımda karşıma bir anda Marie Antoinette filmi çıktı.
On dört on beş yaşlarında XVI. Louis ile evlenip on dokuz yaşında kraliçe olan ve ülkeye (ve kocasına) hükmetmeye başlayan Marie bu filmde şirin bir yeni yetme olarak gösteriliyordu. Zevk-ü sefaya, kıyafetlere ve elmaslara düşkün, kumar oynamayı seven, saraya veliaht verme çabasında, sarayın dışında neler olup bittiğini umursamayan, annesi Maria Theresa'nın uyarılarına kulak asmayan havai bir genç kadındı o.
1755'de Viyana'daki Hofburg Sarayı'nda doğan Marie Antoinette yaşı ilerledikçe bu alışkanlıklarını azaltmaya başlamıştı. Lakin yıllardır sarayın dışında gittikçe büyüyen bir canavar vardı...
Bu adaletsizliklere ve bu zulme daha fazla dayanamayıp ayaklanan halk sonunda sarayı da basmıştı.
13 Ağustos'ta cumhuriyetçiler tarafından tutuklanan XVI. Louis 11 Aralık'ta vatana ihanet suçuyla yargılandı. 17 Ocak'ta ölüm cezasına çarptırıldı, ertesi gün idam edildi.
Kocasının idamının ardından kendisine gelemeyen Marie Antoinette 14 Ekim 1793'te yargılanmaya başladı ve 15 Ekim tarihinde vatana ihanet suçuyla ölüm cezasına çarptırıldı.
Versailles düşene kadar on dokuz sene boyu kraliçe olan, saray düştükten sonra ise atıldığı zindanda bir gecede saçları beyazladığı söylenen, zindana atılışının üzerinden çok geçmeden diğerleri gibi giyotini boylayan devrik bir kraliçeydi o.
Öldüğünde 38 yaşındaydı...
Görüldüğü üzere karı koca Fransa'yı idare edememişlerdi.
Bir iddiaya göre 10 Mayıs 1774 tarihinde, Kral XV. Louis'nin çiçek hastalığından ansızın ölmesi üzerine kral olan XVI. Louis, "Yüce tanrım, bize kılavuzluk et ve bizi koru. Ülkeyi yönetmek için henüz çok genciz." demişti.
Bunu bilmesine rağmen Louis, krallık yaptığı on dokuz sene boyunca da büyümemişti demek.
Büyümemişti ve sarayın dışında kendi elleriyle beslediği bir canavar büyütmüştü.
Halk hareketine canavar dememin nedeni var
Açlıktan kırılan halkı görmezden gelerek vergileri arttırdıkça arttıran, sokaktaki insanı zerre kadar umursamayan, halkın açlığından beslenerek yarattığı aristokrat hayatı gerçek hayat sanan bir idareci, sokağı bu kadar görmezden gelir ve sokağa bu kadar eziyet ederse, gün gelip gücü ele geçiren 'canından başka kaybedecek bir şeyi olmayan sokak' da kendisine reva görülen muamelenin bin beterini malum kitleye uygulamaktan zerre kadar imtina etmez.
Yılların hıncı ve yılların acısı bir anda çığ olup yuvarlanmaya başladığında önüne çıkan ne varsa ezer geçer.
****
İki Şehrin Hikâyesi'nde 1789 Fransız Devrimi'ne giden yolu ve devrim yolculuğu en gerçekçi haliyle resmetmiş Charles Dickens.
Halkın açlığının, uğradığı zulmün, çaresizliğinin ve sindirilmişliğinin gün gelip vahşete dönüşmesi, kurulan mahkemelerde binlerce insanın suçlu ya da suçsuz olmasına bakılmaksızın yargılanıp katledilişi, sokaklardaki aralıksız süregelen katliamda körelen kılıç, balta ve benzeri aletlerin Bileğitaşı'nda bilenişi, jüriyi etkileyen halk, bir anda kahraman ya da suçlu ilan edilebilen mahkûmlar, alelacele çıkartılan kanunlar, giyotin ile idam edilen mahkûmların idam edilişlerinin halka açık bir şölene dönüşmesi, giyotinin ufak penceresine başını uzatanların giyotinin inmesiyle çuvala aksırmaları ve sokaklarda durmaksızın akan kan, hepsi Londra ve Paris arasında yaşanan bir öykü ile anlatılmış kitapta.
"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana. Sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi. İngiltere tahtında koca çeneli bir kral ile bet yüzlü bir kraliçe, Fransa tahtında ise gene koca çeneli bir kral ile temiz yüzlü bir kraliçe vardı. Her iki ülkede de halkın açlığı pahasına karnı doyan soyluların her şeyin ilelebet böyle güllük gülistanlık devam edeceğine dair bir inancı vardı..." der romanında Dickens ve adeta bir paragrafla dönemi özetler.
****
Edebiyat dünyasının "Dickens’ın en büyük tarihî romanı", yazarın kendisinin ise "Yazdığım en iyi hikâye." diye tanımladığı eser başından sonuna mükemmel kurgulanmış.
İyi ki kitaplar yazılmış, iyi ki kitapların filmleri çekilmiş, iyi ki resimler yapılmış, iyi ki o günler sanatla anlatılmış. Yoksa nereden bilecektik o günlerde hayatın nasıl yaşandığını.
Arkada bu tarz belgeler bırakılmış olmasaydı tarih kazanı içinde Hitler ile Kleopatra, Kirli İzabel ile Stalin, Kanuni ile Gandi hep birlikte kaynayacaktı ihtimal. Hepsi tarih çöplüğünde birbirine karışacaktı.
Neden o zaman?
Bunca belge ile her şey bilinmesine rağmen tarih tekerrürden ibarettir sözü niyeyse gündemden hiç düşmüyor. Anlaşılan o ki, tarihler değişse de insanın özü hiç değişmiyor.
Gücü elinde tutan yönetici kişi güç sarhoşluğuna öyle bir kapılıyor ki, gün gelip kendi elleriyle beslediği canavarın kurbanı olmaktan kurtulamıyor.
Oysa neyi isterse onu beslemek onun ellerinde değil miydi?
Giyotin 1977’de tarih oldu
Fransız doktor Joseph Guillotin’in 'insani bir yöntem' olarak icat ettiği başı vücuttan hızlıca ayırmaya yarayan giyotin (Dul Kadın), Fransız ihtilalinden itibaren Fransa’nın tek tip ölüm cezası yöntemi olarak kabul edildi. Krallık devrinde Fransa’da asilzadeler kafaları kılıçla kesilerek, hırsızlar asılarak, dinden sapanlar yakılarak, kral ailesinden birini öldürmeye yeltenenler kol ve bacakları dört farklı ata bağlanarak, kalpazanlar kaynar suda haşlanarak cezalandırılıyordu. Fransa’da son giyotin idamı, bir kadını işkence edip öldüren Tunuslu Hamid Candubi’nin 1977’deki idamı oldu. İdam cezası Fransa’da 1981’de çıkarılan bir yasayla kaldırıldı.
(Kaynak: www.milliyet.com.tr / Son Giyotin)
Ailesini doyurmak amacıyla çaldığı yalnızca bir somun ekmekten dolayı kürek cezasına çarptırılmış kürek mahkumu Jan Valjean ve polis müfettişi Javert arasında sürüp giden bir kovalamacanın hikâyesi üzerine kurulu romanda Paris ve o dönem resmedilmişti.
Charles Dickens'ın İki Şehrin Hikâyesi kitabının son sayfasını okuyup kapattığımda ve elime kumandayı alıp televizyonu açtığımda karşıma bir anda Marie Antoinette filmi çıktı.
On dört on beş yaşlarında XVI. Louis ile evlenip on dokuz yaşında kraliçe olan ve ülkeye (ve kocasına) hükmetmeye başlayan Marie bu filmde şirin bir yeni yetme olarak gösteriliyordu. Zevk-ü sefaya, kıyafetlere ve elmaslara düşkün, kumar oynamayı seven, saraya veliaht verme çabasında, sarayın dışında neler olup bittiğini umursamayan, annesi Maria Theresa'nın uyarılarına kulak asmayan havai bir genç kadındı o.
1755'de Viyana'daki Hofburg Sarayı'nda doğan Marie Antoinette yaşı ilerledikçe bu alışkanlıklarını azaltmaya başlamıştı. Lakin yıllardır sarayın dışında gittikçe büyüyen bir canavar vardı...
Bu adaletsizliklere ve bu zulme daha fazla dayanamayıp ayaklanan halk sonunda sarayı da basmıştı.
13 Ağustos'ta cumhuriyetçiler tarafından tutuklanan XVI. Louis 11 Aralık'ta vatana ihanet suçuyla yargılandı. 17 Ocak'ta ölüm cezasına çarptırıldı, ertesi gün idam edildi.
Kocasının idamının ardından kendisine gelemeyen Marie Antoinette 14 Ekim 1793'te yargılanmaya başladı ve 15 Ekim tarihinde vatana ihanet suçuyla ölüm cezasına çarptırıldı.
Versailles düşene kadar on dokuz sene boyu kraliçe olan, saray düştükten sonra ise atıldığı zindanda bir gecede saçları beyazladığı söylenen, zindana atılışının üzerinden çok geçmeden diğerleri gibi giyotini boylayan devrik bir kraliçeydi o.
Öldüğünde 38 yaşındaydı...
Görüldüğü üzere karı koca Fransa'yı idare edememişlerdi.
Bir iddiaya göre 10 Mayıs 1774 tarihinde, Kral XV. Louis'nin çiçek hastalığından ansızın ölmesi üzerine kral olan XVI. Louis, "Yüce tanrım, bize kılavuzluk et ve bizi koru. Ülkeyi yönetmek için henüz çok genciz." demişti.
Bunu bilmesine rağmen Louis, krallık yaptığı on dokuz sene boyunca da büyümemişti demek.
Büyümemişti ve sarayın dışında kendi elleriyle beslediği bir canavar büyütmüştü.
Halk hareketine canavar dememin nedeni var
Açlıktan kırılan halkı görmezden gelerek vergileri arttırdıkça arttıran, sokaktaki insanı zerre kadar umursamayan, halkın açlığından beslenerek yarattığı aristokrat hayatı gerçek hayat sanan bir idareci, sokağı bu kadar görmezden gelir ve sokağa bu kadar eziyet ederse, gün gelip gücü ele geçiren 'canından başka kaybedecek bir şeyi olmayan sokak' da kendisine reva görülen muamelenin bin beterini malum kitleye uygulamaktan zerre kadar imtina etmez.
Yılların hıncı ve yılların acısı bir anda çığ olup yuvarlanmaya başladığında önüne çıkan ne varsa ezer geçer.
****
İki Şehrin Hikâyesi'nde 1789 Fransız Devrimi'ne giden yolu ve devrim yolculuğu en gerçekçi haliyle resmetmiş Charles Dickens.
Halkın açlığının, uğradığı zulmün, çaresizliğinin ve sindirilmişliğinin gün gelip vahşete dönüşmesi, kurulan mahkemelerde binlerce insanın suçlu ya da suçsuz olmasına bakılmaksızın yargılanıp katledilişi, sokaklardaki aralıksız süregelen katliamda körelen kılıç, balta ve benzeri aletlerin Bileğitaşı'nda bilenişi, jüriyi etkileyen halk, bir anda kahraman ya da suçlu ilan edilebilen mahkûmlar, alelacele çıkartılan kanunlar, giyotin ile idam edilen mahkûmların idam edilişlerinin halka açık bir şölene dönüşmesi, giyotinin ufak penceresine başını uzatanların giyotinin inmesiyle çuvala aksırmaları ve sokaklarda durmaksızın akan kan, hepsi Londra ve Paris arasında yaşanan bir öykü ile anlatılmış kitapta.
"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana. Sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi. İngiltere tahtında koca çeneli bir kral ile bet yüzlü bir kraliçe, Fransa tahtında ise gene koca çeneli bir kral ile temiz yüzlü bir kraliçe vardı. Her iki ülkede de halkın açlığı pahasına karnı doyan soyluların her şeyin ilelebet böyle güllük gülistanlık devam edeceğine dair bir inancı vardı..." der romanında Dickens ve adeta bir paragrafla dönemi özetler.
****
Edebiyat dünyasının "Dickens’ın en büyük tarihî romanı", yazarın kendisinin ise "Yazdığım en iyi hikâye." diye tanımladığı eser başından sonuna mükemmel kurgulanmış.
İyi ki kitaplar yazılmış, iyi ki kitapların filmleri çekilmiş, iyi ki resimler yapılmış, iyi ki o günler sanatla anlatılmış. Yoksa nereden bilecektik o günlerde hayatın nasıl yaşandığını.
Arkada bu tarz belgeler bırakılmış olmasaydı tarih kazanı içinde Hitler ile Kleopatra, Kirli İzabel ile Stalin, Kanuni ile Gandi hep birlikte kaynayacaktı ihtimal. Hepsi tarih çöplüğünde birbirine karışacaktı.
Neden o zaman?
Bunca belge ile her şey bilinmesine rağmen tarih tekerrürden ibarettir sözü niyeyse gündemden hiç düşmüyor. Anlaşılan o ki, tarihler değişse de insanın özü hiç değişmiyor.
Gücü elinde tutan yönetici kişi güç sarhoşluğuna öyle bir kapılıyor ki, gün gelip kendi elleriyle beslediği canavarın kurbanı olmaktan kurtulamıyor.
Oysa neyi isterse onu beslemek onun ellerinde değil miydi?
Giyotin 1977’de tarih oldu
Fransız doktor Joseph Guillotin’in 'insani bir yöntem' olarak icat ettiği başı vücuttan hızlıca ayırmaya yarayan giyotin (Dul Kadın), Fransız ihtilalinden itibaren Fransa’nın tek tip ölüm cezası yöntemi olarak kabul edildi. Krallık devrinde Fransa’da asilzadeler kafaları kılıçla kesilerek, hırsızlar asılarak, dinden sapanlar yakılarak, kral ailesinden birini öldürmeye yeltenenler kol ve bacakları dört farklı ata bağlanarak, kalpazanlar kaynar suda haşlanarak cezalandırılıyordu. Fransa’da son giyotin idamı, bir kadını işkence edip öldüren Tunuslu Hamid Candubi’nin 1977’deki idamı oldu. İdam cezası Fransa’da 1981’de çıkarılan bir yasayla kaldırıldı.
(Kaynak: www.milliyet.com.tr / Son Giyotin)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder