Twitter üzerinden kendisine Pati ile ilgili bir yazı yolladığımda beni takibe almıştı. Sonrasında birkaç yazımı retweet etmiş, bu da benim başımın üzerinde rengarenk baloncuklar uçuşturmuştu. Sevinmiştim.
17 Haziran 2015'te Twitter mesajlarımda bana yazdığı mesajı gördüğümde ise havalara uçmuştum.
“Senin kalemin çok güçlü, Ankara’ya gel görüşelim.” diyordu mesajında. Telefon numarasını vermiş, ara beni demişti. Hemen aradım tabii. Önümüzdeki hafta için sözleştik. “14:00–15:00 arası gel ama o zamana kadar ben de yazımı bitirmiş olurum.” demişti.
Konuştuğumuz gün Ankara’ya gidiyorum. Tunalı’da bir cafe’de oturup saat 14:00’e kadar oyalanıyorum. 14:15 gibi “Ben buradayım” diye mesaj atıyorum. “Gel gel,” diyor, “yazım bitmek üzere.” Yürüyerek Sözcü gazetesinin binasına ulaşıyorum. Girişte kırmızı halı serili, “Ne gerek vardı Bekir Bey” diye gülümsüyorum içimden. Binaya giriyorum, asansöre binip üst kata çıkıyorum, zili çalıyorum, açıyorlar, “Bekir Bey ile görüşecektim, bekliyor beni” diyorum. İçeriye buyur ediyorlar. Odasına götürüyorlar. Kapı açılınca koskoca bir odada koskoca bir masada oturan Bekir Coşkun hemen ayağa kalıyor ve “Ooo hoş geldin Canan!” diyerek sarılıyor. Sanki kırk yıldır tanışıyoruz. Sonra masasının başına geçiyor yine, “Az kaldı.” diyor. O ara çaylarımız geliyor. O bir sigara yakıyor. Kavuniçi renkli kahve fincanına külünü silkeleyince, fincan sandığım şeyin silikon bir kül tablası olduğunu anlıyorum. Oturduğumuz kadar sigaraları ardı ardına ekliyor. Bir ara bilgisayarını bana çevirip, “Bak bakalım usta, oluyor mu?” demez mi!
Aman Allah’ım, bu ne büyük onurdur. Karşımda yazısının ham hali duruyor. Okuyorum satır satır. Burasını böyle mi deseydiniz acaba diyorum (Evet hadsizim). Dur bakayım diyor. Bir-iki tıkırdatıyor. Hadi olmuştur deyip yazısını postalıyor. Sonra sohbete dalıyoruz.
Elini uzatıyor bir ara, “Çok duygusalsın değil mi?” diyor. Yazılarımdaki duygu yoğunluğunu, hayat aşkımı çok iyi biliyor. Çünkü zaman zaman çakışacak kadar aynı duygularla yazıyoruz. Ve birbirimizi okuyoruz.
Uzun uzun soruyor, anlattırıyor. "Yazılarını topla, kitap yapalım" diyor. "Yazmaya devam et, sakın bırakma" diyor. Konuşuyoruz, çay içiyoruz, karşılıklı anlatıyoruz.
Ayrılmadan önce bir fotoğrafımız olsun istiyorum. “Arkadaşlardan rica etsek de bir fotoğrafımızı çekseler.” diyorum. (Selfie çekelim diyecek kadar da hadsiz değilim.) Lakin Bekir Bey, “Niye, sen selfie çekmeyi bilmiyor musun?” diyor. Selfie çekmeyi bilmemek de ne demek, alâsını çekerim deyip sarılıyorum telefona. Boyu uzun olduğu için kadraja sığmaya çalışıyoruz, sonunda başarıyoruz.
Ayrılmadan önce, sana bir kitap armağan edeyim diyor ve çalışma masasının yanındaki dolabın alt gözünden kitap seçiyor.
“Başın Öne Eğilmesin”
Ne kadar anlamlı bir seçim…
“Meslektaşım, Dostum” sözleriyle imzalıyor kitabı. (Allah’ım, ölebilirim!)
Akşam olmaya başlayınca ben izin istiyorum. Ankara Otogarı’na gidip, otobüs ile Bursa’ya dönüyorum. Yolculuk esnasında kitabı bir solukta bitiriyorum.
Zaman zaman WhatsApp ya da Facebook MSN üzerinden laflıyoruz. Bir sohbette ben kendimi kaptırmış prompterların hacklenmesi üzerine projeler üretirken, “makale gibi …al koy köşeye… yazı hırsızı demeseler:)” diyor. Hemen o gece “Fasulyeyi geceden ıslatacaksın” yazısını yazıp kendisine gönderiyorum. “N’olmaz n’olmaz, fikrim çalınır falan, ben yazayım vaktince dedim.” diye de ekliyorum.
(Uzun aralıklarla da olsa neler neler konuşmuşuz. Şimdi hepsini tek tek okuyorum da. Ankara’dayken çektiğim fotoğraflardan birine, “Bunu koyma beğenmedim.” demiş. Ben zaten onu değil diğerini koymuşum. Hattâ kül tabağını ve sigarayı kesip koymuşum. Bir yazısıyla ilgili bir fıkra yollamışım, çok güldüm demiş. Radikal’de yazıyorum diye müjdelemişim, sevinmiş. Ve dahası ve dahası.)
11 Ocak 2016’da Ankara’ya ikinci ziyaretimi yapıyorum. Önce Ankara Kitap Fuarını geziyor, sonrasında Bekir Bey’e uğruyorum.
Nedense Sözcü binası içinde hangi kata çıkacağımı şaşırıyor ve asansörle katlar arası dolaşıp, en sonunda kendimi en alt katta buluyorum. Şaşkın ördek misali ya da “Köyden indim şehire” misali kapının önüne doğru yürürken Bekir Bey ile karşılaşıyoruz. “Canan ne yapıyorsun?” diyor. Hangi katta olduğunuzu bulamadım diyorum, birlikte asansöre binip gazeteye çıkıyoruz. O da mahkemeden geliyormuş.
Ertesi gün fuarda imza günü var. Bense fuardan Titanic Kemancıları kitabını almıştım, ofisinde çay ve Kavala Kurabiyesi eşliğinde bana özel imzalıyor, ben de fotoğraflıyorum. (Hep hediye kitap olmaz, emeğe saygı önemli.)
Bugün canı biraz sıkkın. Mahkemeler, davalar onu yoruyor.
Ama ama , neden bu kadar çok sigara içiyor? :(
Yine sohbet muhabbet derken akşamı yapıyoruz, bir dahaki sefere rakı-balık yapacağız diyoruz. Ben ayrılıp Bursa’ya dönüyorum.
Bir keresinde Twitter hesabı çalındığında, okurların hesaptan yazılan saçma sapan Tweet’leri Bekir Beyin atmadığını bilip kendisine nasıl sahip çıktıklarını söylediğimde, “ah o okurlarım için canımı veririm…” dediği çıkıyor karşıma.
“Senden bir ricam var, enteresan ve komik notları al, salı günü onu yazı yapayım…”, “Ödül olarak bir rakı ziyafeti.” demiş. Ben notlar alıp kendisine yolluyorum ancak o, o yazıyı yazmıyor. Ödül konusu da aramızda hoş bir espri olarak kalıyor.
Sonra Bekir Bey hastalanıyor…
Eskisi kadar sık olmasa da yine haberleşiyoruz. Ben onu yormamak için çok sık yazmıyorum. Ama sağlığı için meraklandığımı, rakı-balık mevzusunu da unutmadığımı yazmadan duramıyorum.
Biliyorum ki ona en iyi gelecek ilaçlardan biri de sevgi ve dostluk.
Arayanı soranı o kadar çok ki, o, onlarla hayata tutunuyor.
Bu arada 9 Aralık 2019 günü kitabımın çıktığı haberini veriyorum ona. “Tebrik ederim kapağı çok güzel. İmzalayıp gönder. Yaşasın…” diyor. Hemen imzalayıp, kargo ile yolluyorum.
Hepimiz sağlığı ile ilgili haberleri Emin Çölaşan’ın yazılarından alıyoruz.
En son 24 Nisan günü yazıyor bana. Bir başka gün telefonlaşıyoruz, “Bu melun hastalık bırakmıyor yakamı.” diyor.
Ve sonra susuyor… Bir daha konuşmuyoruz…
Ve sonra bugün, 18 Ekim 2020 günü artık sadece yazılarında konuşmak üzere ebedi suskunluğa bürünüyor.
Bekir Bey’in doğruluktan şaşmayan, başını eğmeyen, boyun eğmeyen yanını hepiniz biliyorsunuz.
Ben bu yazımda benim gözümden Bekir Coşkun’u anlattım sizlere.
Bir gönül insanı, bir yaren, bir dost, bir Atatürk ve Cumhuriyet aşığı, bir meslek büyüğü, sadeliğinden vakur akan bir insan, bir hayvansever, bir can dost, Türkiye’nin usta kalemi, Onuncu Köy’ün sade vatandaşı, Andree’sinin koca bebeği, sevdalısı Bekir Coşkun ile olan, bana onur veren muhabbetlerimizi anlattım.
Şimdi biz, kafesinde içli içli öten bir kuşta, topallayan bir köpekte, kuyruğu kesik bir kedide, kesilen bir ağaçta, ayarı kaçmış bu bozuk düzende, onun ülkesine ve insanına olan aşkı ile yazdığı yazılarını özleyeceğiz.
Yazıların harika derdiniz ya hep bana,
Yine “harika” bir yazı yazdım ben bugün.
Bu kez sizi yazdım USTA…
Eminim ki On Birinci Köy’de büyük alkışlarla karşılanmışsınızdır.
18 Ekim 2020 / C.E.Y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder