Biz insanlar hem çok uzun yaşamak isteriz, hem de hiç yaşlanmamak. Bir yandan geniş zamanlara yayılmış planlar yaparız, bir yandan da zamanı durdurmaya çalışırız. Ölüp gitmek istemeyiz. Yıllar geçtikçe dünyaya daha çok kök salar, bir türlü kopamayız.
İki gün önce genç kalabilmekten bahsetmiştik. Maalesef ki bazılarımız aramızdan erkenden ayrılarak sonsuza dek genç kalmayı başarabiliyorlar.
Genç kalabilmek güzel bir şey, güzel olmayansa ‘genç ölmek’.
‘Allah sıralı ölüm versin’ deriz ya hep. Gençlerimize kıyamayız. Çocuklarımıza konduramayız. Anne ya da baba sağ olduğu kadar o sıra onlara gelmez zaten. Ancak onlar gittikten sonra girilir sıraya.
Ölüm sıra dinlese iyi olacaktır da, dinlemez işte.
Hiç beklenmedik bir zamanda aniden çalıverir kapıyı.
Açmasan olmaz, yokum desen inanmaz. Ne gençlik dinler, ne bir bahaneye inanır.
Her şey biter o anda. Emanet teslim alınır, dosya kapanır.
Belki babasının bin bir hayalle aldığı arabasının içinde, belki serinlemek için neşeyle girdiği denizde, belki arkadaşlarıyla şakalaşarak yürüdüğü yolda, belki vatanını korumak için gittiği askerde bulur onu ölüm.
Bazen amansız bir hastalık, bazen aşkı uğruna ettiği bir kavga, bazen çalıştığı ortamın tedbirsizliğindedir Azrail.
Karnesinde zayıf gelir, atar kendisini bir dereye. Sevdiği kız başkasına varır, çeker vurur kızı da kendisini de. Babasına kızar, annesine içerler kaçar gider bir bilinmeze. Canı yanar. Can yakar.
Bir eğlence yerinde içer içkisini, sonra da atlar arabasına. Asfalt ağlar o araba kullanırken. Ne bir kemer, ne bir önlem. Hepsi gereksizdir nasılsa.
Evinden okuluna giderken bindiği otobüse atılan bir molotofla yanar cayır cayır. Ya da arkadaşlarıyla İstiklâl’de dolaşırken başına düşen cam bir levhayla dünyası kararır.
Askere gider, çatışmaya girer, vurur-vurulur. Vuran da gençtir, vurulan da.
Çanakkale olur, Sarıkamış olur, Anafartalar olur, Güneydoğu olur. Yüzyıllardır yaşanmış her savaşta toprağa düşen her beden hep genceciktir.
Her ölüm zamansızdır belki de, genç ölmek daha bir zamansızdır.
Daha yaşanacak onca şey varken sanki olmayacak bir yerde film kopar. Her şey yarıda kalır. Giden için sona eren film, kalan için bambaşka senaryolarla kaldığı yerden devam eder.
Acılı, özlemli, kederli günler birer birer tamamlanmaya çalışılır. Hızla akan ömür bir anda yavaşlar, günler geçmek bilmez. Gidene bir an önce kavuşulmak istenir. Ölüm özlenir olur. Giden ölümdedir. Ölüm kavuşmanın tek çaresidir.
Zamanı gelince o da olacaktır. O zamana kadar kalan günler düşe kalka yaşanır.
Evladına doyamamışlar bilir bunu. Kardeşini zamansız toprağa verenler bilir. Etinden et koparılmış gibi içine çökmüş bir acıyla yaşarlar. Ateş düştüğü yeri yakar derler ya hani, merkezden uzaklaştıkça ateşin harı da hafifler. Merkez annedir, babadır. Onun ateşi hiçbir zaman sönmez.
Giden için hayalleri vardır onların. Evladı daha büyüyecektir, okuyacaktır, evlenecektir, çoluk çocuğa karışacaktır.
O; kendisi yaşlandığında elini uzatacağı tek insandır.
Bir insan yetiştirmenin bütün fedakârlıklarından sonra bomboş kalan elleriyle çaresiz ve şaşkın bakakalır. Çocuklarıyla akran her kim varsa onlarda zamansız giden evladını görür. Büyüyebilen o çocukları gıptayla izler.
Bazen kaderine isyan ederek, bazen de tevekkülle sabrederek günlük hayatına devam eder.
Bebek mezarları olur kabristanlarda. Bazen de gençliğine doyamadığını dillendiren mezar taşı yazıları. Onları okurken hayat arsızlığından utanır insan.
Bazıları büyüyemez. Bazıları yaşlanamaz.
Gitmek mi daha zordur, kalmak mı diye soracak olursak;
Yaşarken gitmek zor gelir insana.
Canından can gittikten sonra da kalmak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder