25 Aralık 2010 Cumartesi

Kapatılmış Balkonlar Cumhuriyeti

İnsanoğlu göçebe hayattan yerleşik düzene geçtiğinden beri başını sokacak bir çatı arar durur kendisine.
Mağaralardan çadırlara, çadırlardan müstakil evlere uzanan kapalı yerde barınma arzusu, gün geçtikçe daha da büyük evlere sahip olmaya kadar gelir dayanır.
Edinilen köşklerin, şatoların, villaların azametleri, muazzam güzellikteki bahçeleriyle perçinlenirken, içlerinde biriken fazla eşyalar da müştemilatlarda, ardiyelerde, indirmelerde, tavan aralarında bir köşeye atılmaktan ve biriktikçe birikmekten kurtulamazlar.
İki göz odada kendi halinde yaşadıkları evlerde sürdürdükleri mütevazı hayatı beğenmeyenlerin gözü hep daha büyük evlerdedir.
Daha büyük müstakil evlerde yaşayanlar ise o evleri taşımanın ağırlığından bitap düşmüşlerdir.
Birdenbire ortaya çıkan mütahhitler onların derdine derman olmuş, yorgun insanlar da daire karşılığı verdikleri evlerinin apartmana dönüşmesiyle aynı çatı altında onlarca insanla yaşar bulmuşlardır kendilerini.
Bundan böyle artık onlar da "3+1"lik bir hayat sürdüreceklerdir.
Öte yandan küçük buldukları evlerinden kurtulanlar da her zaman hedefledikleri 3+1 evlerine kavuşmuş, şartlar eşitlenmiş, herkes birbiriyle komşuluk etmeye başlamıştır.
Müstakil evlerinden çıkan insanların kendilerine verilen dairelere yerleşmeleriyle son bulan müstakil hayatları, eski hayatlarından getirdikleriyle doldurdukları yeni evlerinde devam etmektedir şimdi.
Mütevazı evlerde büyüyenler kazançlarının artmasıyla "edinme" hırslarına yenik düşmüş, ne alacaklarını şaşırmış bir halde alışveriş eder hale gelmiş ve evlerini tıka basa doldurmaya başlamışlardır.
Biriken eşyaların evden atılmasının mevzu bahis olmadığı evlerin insanları, kullanmadıkları her ne varsa oraya buraya sıkıştırmış, diğerleri de aldıkça almış ve evlerine dar gelmişlerdir.
Yatak altları, dolap üstleri, dolaplar, çekmeceler derken artık ev hiçbir şeyi taşıyamaz hale gelmiştir ya, şimdi buna bir hal çaresi bulmak lâzımdır.
Bu çaresizlik içinde gözler hemen en atıl durumda olan alanlara çevrilir.
Balkonlar!!

Balkonlar denilince; benim naçizane bir önerim var!
Evlerimizi yaptırırken ya da alırken lütfen artık "balkonsuz" olanları seçelim.
Proje çizen arkadaşlar da bundan böyle balkonsuz evler çizmeye başlasınlar ve tasarımlarını ona göre yapsınlar.
Dört duvar örmek ve bu dört duvarı odalara bölmek, sonra da odalara kocaman kocaman dolaplar yerleştirmek herkes için çok daha kolay bir yöntem. Hem bir o kadar da ekonomik. Balkon gibi ayrıntılarda boğulmanın ne gereği var, değil mi?
Biz nasıl olsa onların bize sunduğu her balkonu özene bezene kapatacağız. İçine de evimizde lüzumlu lüzumsuz her ne varsa dolduracağız.
En nezih semtlerin en nezih sitelerinde dahi karşımıza çıkan bu duruma nasıl bir yorum yapacağını şaşırıyor insan. Epey kaliteli malzemelerle gayet hoş bir şekilde inşa edilmiş olan evlerin bir köşesindeki beyaz plastiklerle  kapatılmış o balkonlar her şeyi bir anda yerle bir ediveriyor işte.
Herkesin farklı farklı malzemeler kullanarak kapattığı balkonlardan taşan pejmürdeliği buzlu camlar dahi engelleyemiyor. İçerisinin üst üste yığılmış o dağınıklığının nasıl bir görsel kirlilik yaratmakta olduğunun kimse farkında değil sanki. Dağınıklığı örtmek için kullanılan perdemsi paçavralarsa balkon kapatma hadisesini bir adım daha öteye taşıyarak, göz zevki bozulmasını mide spazmı geçirmeye çevirmekte.
Görsel olarak nahoş bir görüntünün ortaya çıkmasının ötesinde, balkondaki bu çılgın doluluğun binanın dengesini bozması açısından da sakıncalı bir durum olduğunu düşünüyorum.
Balkon kapatma kararını verirken sokaklarımızın tozlu, pisli ve gürültülü olması da etkiliyor belki bizleri.
Tabii bu arada kapatılan her balkonla birlikte silinecek bir kaç cam daha ekleniyor temizlik hanemize. Bunu da göz ardı etmemek lâzım.


Keyifsiz balkonlar
Keyif için yapılmış balkonlarımızda keyif yapmayı da bilmiyoruz biz sanki biraz.
Leb-i derya evlerimizin balkonlarında, sırtlarımız denize dönük oturarak salondaki televizyonu izlemeyi tercih edebiliyoruz mesela.
Açık havada olmanın keyfini sürmek varken çok zaman odalara hapsediyoruz kendimizi.
Balkonlarından ya da cam önlerinden çiçekler taşan evlerin güzelliğini de unutmuşuz.
Bir Vita kutusuna ya da bir yoğurt kasesine ekiliveren sardunyalar, küpeliler, fesleğenler, cam güzelleri yerlerini uzak ülkelerden getirilen pahalı salon çiçeklerine bırakmış.
Balkondaki tatlı esintide kahvaltı edebilmek, geceleri iki tek atabilmek, sohbetler, kahkahalar, çocuk sesleri, mangal dumanları, kızartma kokuları, bazen de kavgalar gürültüler…
Capcanlı yaşanan bir hayatın tüm izleri o balkonlardaydı…
Bu izleri dışarıya taşırmamak istercesine kapattığımız her balkonla, kendi yarattığımız sığınağımızın çevresine birkaç kum torbası daha yerleştiriyoruz sanki.
Neyse ki şimdilerde beyaz plastikle kaplananlardan biraz daha estetik bir görüntü sağlayan camlı sistemlerle kapatılıyor artık balkonlar. Bu yöntem balkonlarını depo olarak değil de, keyifleri için kullanmak isteyenlerin tercih sebebi.
Yine de bu kapatma o balkonu balkon havasından çıkartarak  oturma odası havasına büründürmekten kurtaramıyor. Böylece evde ‘temiz pak’ bir diğer oda daha yaratılmış oluyor.


Ya lüzum ederse!
Kapatılıp depo haline döndürülen balkonlardaki görüntülere bakarken ne kadar da seviyoruz biriktirmeyi düşüncesi geçiyor aklımdan..
“Ya lüzum ederse!” diye diye topluyoruz her şeyi. "Onun hatırası var, bunun yeri ayrı, o çok özel" derken bir de bakıyoruz ki evlere sığmaz olmuşuz. Atsan atılmaz, satsan satılmazlarla doldurmuşuz hayatımızı.
Belki yokluk görmüş nesillerin torunlarıyız, belki onların yokluk hikayelerini çok dinledik, belki onların bu tedirginlikleri bize de geçti, belki de o yüzden hiç bir şey atamıyoruz.
‘SAKIN ATMA!’ düşüncesi yerleşmiş beynimizin kıvrımlarına.
Bir yandan da YOKLUK günlerinin acısını çıkartırcasına VARLIK sürme gayretindeyiz.


Nereden nereye...
Bizim nesillerimiz yama yapılan çoraplar gördü, eprimiş yakası ters yüz edilen gömlekler gördü, evde dikilen iç çamaşırları gördü, kese kâğıdından kavanozuna boşaltılırken kese kâğıdının dibine hafifçe vurularak tek bir tanesi bile ziyan edilmeden kavanozuna aktarılan pirinçler, şekerler, çaylar gördü, çakmaksız ocakların olduğu o devirlerde ocaklardan birisi yanıyorsa, bir diğerini yakmak için bir başka kibrit çöpünün değil de, daha önce kullanılmış çöplerinden birinin kullanıldığını gördü…
Okul kitaplarımız dönemden döneme, elden ele gezerdi. Bir üst sınıfta olanın işi bitince kitaplarını bir alt sınıftakilere verirdi. Kimse de bu durumdan gocunmaz, sorun haline getirmezdi.
Benim şahit olmadığım dönemlerde okuyanlarsa kullanılmış defterlerini silerek seneye tekrar kullandıklarını anlatırlardı.
Okula gitmenin ne demek olduğunu bilen, bir sınıf daha fazla okuyabilmek için her meşakkate göğüs geren insanlardı onlar.
****
Yeterince değerlendirilmeden fırlatılıp atılan her kâğıtta, gereksiz açık bırakılan her lâmbada, boş yere akan her damla suda, kısacası sorumsuzca tüketilen her şeyde esasen kendi tükenişimizi görüyorum ben şimdi.
Bu savurganlıkların maddî bedelini ödeyebiliyor olmak hiç kimseyi bu tükenişin sorumluluğundan soyutlayamaz elbet.
Çocukluk günlerimizde iki göz odaya çoluk çocuk sığabilen bizler, şimdi çok odalı evlerimize sığamaz olduk.
Ev içinde yaşayanların sayısı azaldıkça evlerimize doldurduğumuz eşyaların sayısı arttı ve gün geldi her şey ‘Eşyaların Efendiliği’ne dönüştü.
İhtiyacımız olduğundan değil, doymak bilmezliğimizden aldığımız eşyalarımız çoğaldıkça daha da yalnızlaştık.
Ve şimdi biz; önümüze sürülen sistemimin aciz köleleri olarak eşyalarımıza hizmette asla kusur etmiyor, onları biriktirdikçe biriktiriyor, hâttâ onlara adeta tapıyoruz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder