22 Eylül 2013 Pazar

Ben sende genç kaldım, seninle yaşlandım...

Lise çağlarındaki bir delikanlının kendisinden yaşça büyük bir kadınla yaşadığı tutkulu aşkla başlayıp, Nazi Almanyası ve o dönemde yaşanan malum olaylarla devam eden Bernard Schlink'in “Okuyucu” kitabının sonlarına doğru kurduğu iki cümle ne kadar da etkiledi beni.
O iki cümlede takıldım kaldım.
Bir sonraki sayfaya atlayamadım bir süre.
“Uzun süre bakınca bu ölü yüzde canlı bir yüz, yaşlısının içinden genç bir yüz ışıdı. Yaşlı çiftlerde de böyle oluyor mutlaka diye düşündüm; yaşlı kadın, yaşlı adamda saklı kalan gençliği, adamsa yaşlı kadında gençliğin güzellik ve zarafetini görüyor olmalı.”
İşte bu iki cümleden kurtulmam ve sayfaları iyice azalmış kitabı bir çırpıda bitirmem beni ‘bitmiş kitap' rahatlığına eriştirmedi.
Bilakis, hayata, gençliğe, yaşlılığa, yaşanmışlığa, eskimişliğe derken ruhumda dönüp duran bir kasırgaya dönüştü.
****
Yıllardır gözlemlediğim kadarıyla birbirlerinden hoşnut insanlar tenlerinin kırışmasını, vücutlarının sarkmasını hiç mi hiç dert etmiyorlardı.
Çünkü onlar bunları görmüyorlardı.
Onların gördüğü ile karşıdan görünen başkaydı.
Onlar birbirlerinin aynasıydı.
Birbirlerinin yansımasıydı.
Buruşan derileri, giymek zorunda oldukları eskimiş elbiselerdi sadece.
İçlerindeyse birbirlerini tanıdıkları zamanların toy gençleri vardı.
Ve onlar buruşuk elbiseleri değil, içlerini görüyorlardı.
Hoşnutsuz olanlarsa en geçerli ölçülere bile bir kusur bulup karşısındakini yaralayabiliyordu.
Beğenilmiyor olma düşüncesiyle kıvranan kişi ya kendisini beğendirmek için ne yapacağını şaşırıyor ya da salıp gidiyordu.
****
Bu durum arkadaşlıklarda da değişmiyordu.
İnsan hangi yaşta tanımışsa birbirini, görüntü o zamanda donup kalıyordu.
Çocukluğunu bildiği, birlikte büyüdüğü kişiyle sohbetlerken hep o çocuk haline döner insan hani.
Eski günlerin neşesi gelir yüreklere, gençliğin coşkusu dolar gözlere, yaş baş kalmaz ortada.
Mazhar'ın dediği gibi,
Yaşın “Hep” 19 oluverir.
Ya da Teoman'ın dediği gibi belki de daha 17’dir...
En çok da annelerin babaların gözünde büyümez çocuklar.
Çocuklar da kızar buna.
“Ben artık büyüdüm, çocuk değilim!”
Kızıl etli günlerini an be an yaşadığın, saçından dişine, ilk adımından ilk kelimesine her anına şahitlik ettiğin o bebek ve şimdi karşında duran genç kadın, koca adam.
Bir yandan bedeni ben büyüdüm diye haykırırken ve bir yandan da o büyümüş bedeninin içindeki şımarık bebek sana göz kırparken nasıl da zordur onun büyüdüğünü kabul etmek ve ona yetişkin bir insana davranır gibi davranmak...
O kocaman halleri güldürür bile seni.
Tabi gülmene de ayrıca kızılır...
O yüzden de kendisine yetişkin gibi davrananlarla birlikte olmayı yeğler genç.
Yeni edinilmiş arkadaşlar, yeni ortamlar...
Kendisini büyük görmelerini sever oralarda.
Oysa o da aynıdır;
Nasıl ki kendinden büyüklerin bir zamanlar genç olduklarını bir türlü kabul edemezse, aynı duygu küçükleri de büyütmez işte bir türlü...
****
Tarih tekerrürden ibarettir ve büyümek için can atan o büyüme meraklılarında yıllar sonra işler tersine döner el mahkûm.
Hayat gailesi ağırlaşıp sorumluluklar arttıkça küçülesi ve anne-babasının genç olduğu, sorumsuz çocukluk günlerine dönesi, onların kollarına sığınıp o kollarda kaybolası gelir.
Şımartılmak, korunmak, kollanmak ister.
Çaresiz kaldığı anlardaki büzüşmesi, adeta bir cenine benzemesi ana rahmine dönme isteği diye nitelendirilir.
Küçüğüm, daha çok küçüğüm demeye başlar ufaktan.
Küçül de cebime gir denecek diye de sesi kısık tutar bir yandan.
Büyümüş ve hatta yaşlanmış bedeni ile büyümek istemeyen çocuk ruhu çatışır.
Birinin yaptığı yanlıştır, bilir ama hangisi çıkartamaz.
Çıkartmak için de çok uğraşmaz.
Nedense artık hiç umursamaz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder