Ayşe Kulin kitapları ile “Adı Aylin”sayesinde tanışmış, sonra da müptelası olmuşken ve yazdığı her kitapta bambaşka denizlere yelken açmışken, son eserlerinden olan “Hayat” ve “Hüzün”ü okuyunca Ayşe Kulin’in kendisini tanıdım…
Hayatını, köklerini, çocukluğunu, gençliğini, yenilgilerini, zaferlerini…
Hepsini yazmıştı içini dökercesine.
O iki kitabı okuduktan sonra diğer kitaplarına dönüp tekrar tekrar okumak istedim hepsini.
Ayşe Kulin’in kim olduğunu bile bile.
Sindire sindire…
****
Nilüfer Belediyesi’nin kadınları hayata yakınlaştırma çalışmalarından olan “Nilüfer’de Kadın Hayata Yakın” projesinin konuğu idi Ayşe Kulin.
Bu müthiş proje kapsamında Fethiye Kültür Merkezi’ni yaklaşık 1000 kadın doldurmuştu.
Kadınlar otobüslere doluşup gelmişlerdi.
Büyükbalıklı’dan, İrfaniye’den, Görükle’den, Göçmen Konutları’ndan, Kayapa’dan, Hasanağa’dan, Akçalar’dan, Gölyazı’dan, Dağyenice’den, Özlüce’den, Misi ve Çalı’dan.
Geldiler, yerlerine oturdular, Ayşe Kulin’in konuşmasını pür dikkat dinlediler. Okudukları Veda kitabı üzerine sorular sordular.
Cesur ve rahattılar.
Kendilerine verilen desteklerle seslerini duyurmaktan korkmuyor, sosyal hayata katılmaktan çekinmiyorlardı.
Ayşe Kulin de, tüm alıcılarını açmış ve meraklı gözlerle kendisini dinleyen yüzlerce kadına konuşmaktan hoşnuttu.
Önce kendi edebiyat hayatını anlattı. Yazar yanını çok erken keşfettiğini fakat yaşadığı zaman diliminin tabularından dolayı olmak istediği vakitte yazar olamadığını anlattı. Çağın değişmesi ve tabuların yıkılmasıyla rahatladığını ekledi.
“Hayat” ve “Hüzün” kitaplarını okurken yaşadığı zorlukları görünce, belki de önüne çıkartılan tüm engeller onun Ayşe Kulin olması içindi diye düşünmüştüm.
Bize erken ya da geç gelen her ‘zaman’, doğanın doğru zamanıydı belki de…
Okuma ve öğrenme üzerine bir anısıyla devam etti sözlerine.
Bundan yıllar önce İstanbul’da tek tük dolanan, şimdiyse her şehirde bolca bulunan çöp toplayıcılara ne kadar kızdığını anlattı Kulin. O insanların çöpleri eşelerken etrafı darmadağın edişlerini, yollardaki trafiği engelleyişlerini ve onlara her rastladığında arabasının içinden ettiği sözleri. (‘Yaya iken korkardım, ses etmezdim’ diye de ekliyor)
Bir gün bir televizyon programı için davet aldığında konukların kim olduğunu merak edişini ve konuklardan çok da ünlü olmayan bir kadının kitabını kitapçılarda arayışını, buluşu ve okuyuşunu.
İncecik bir kitapta bahsedilen konunun ‘Varoşlarda hayat’ oluşunu ve o kitapla birlikte çöp toplayanlara bakışının değiştiğini. Okuduğu birkaç satırla birlikte gözündeki bir perdenin sıyrılıp kalkışını.
“Şimdi de kızıyorum ama artık çöpten çıkardıklarını satarak evin geçimini sağlayanlara değil, insanları çöplerin arasına iten çaresizliğe ve bu çaresizliği yaratanlara.” diyor
Anlattığı bu minik anısıyla kayda değer bulmayacağınız herhangi bir kitaptan dahi öğrenilecek birşey olduğunu söylüyor kendisini ilgiyle dinleyen kadınlara.
O sebeple okumanın insanın beynini ve dolayısıyla hayatının seyrini nasıl etkileyebileceğine dikkat çekiyor.
Rahmetli İsmet İnönü’yü hatırlıyorum o anda. Bizim büyüme çağımızda iyice yaşlanmış olan İnönü’yü kısıtlı saatlerde yayın yapan televizyondaki haberlerde görmüştüm. “Ben bu yaştayım hala öğreniyorum” diyordu.
Büyümüş, hele hele de yaşlanmış bir insanın her şeyi bildiğini var sayardım oysa.
Öğrenilecek ne kalmıştı ki…?
Büyüdükçe anladım ki öğrenmenin sonu yok. Öğrenilecek bunca şey olduğunu gördükçe de de bilgisizliğimi fark ettim. Öğrendikçe doldum, doldukça boşlukları gördüm.
Tam bir kısır döngü…
Geçmişi merak edenlere tarih kitaplarını değil de romanları öneriyor Ayşe Kulin. “Siz resmî tarihe bakmayın, her gelen iktidar kendi görüşü doğrultusunda bir tarih yazıyor, gerçek tarihse romanların içlerinde saklı” diyor.
Yaşanmışlıkların öykülerle dile gelişiyle birlikte soğuk tarih dersi gibi bir tarih değil, capcanlı bir tarih hiç farkında olmadan gözlerinin önünde canlanıyor insanın. Romanın geçtiği mekânlarda dolaşıyor, romanın karakterleriyle ahbap oluyor. Ve o ahbaplar okuyucusuna o kadar sadık oluyorlar ki, okuyucu kitabı kapattığı anda oradaki hayat da donuyor, okuyucu kitabı eline aldığı anda kaldığı yerden devam ediyor…
Afgan yazar Khaled Hosseini’nin Bin Muhteşem Güneş ve Uçurtma Avcısı kitaplarını okuyana dek Afganistan ve Afganlılar hakkındaki düşüncelerini, kitabın ardından ise değişen düşüncelerini anlatıyor.
Resmi kayıtlarla gerçekler her zaman örtüşmeyebiliyor.
Resmî tarih insanı ön yargılarla donatıyor.
Kadınlardan biri, kitaplarının dizi olması hakkında ne düşündüğünü soruyorlar yazara.
Dizi mantığından dolayı kitabın özünü kaybettiğini, yazmadıklarının ve yaşanmayanların dahi senaryoya eklenerek uzattıkça uzatıldığını, o yüzden de bundan böyle dizilere sıcak bakmadığını söylüyor.
Okuyucu olarak bile okuduğumuz kitabın filmini izlediğimizde hayal kırıklığına uğrarız çok kere, değil ki yazarı olarak…
Yazarken yaptığı araştırmanın önemine değindi bir ara.
Benim okurken dahi acısına dayanamadığım Sevdalinka’nın yazılma aşamalarını anlattı. Onca araştırma ve çalışma yaparak yazdığı her satırı, Bosna’ya gidip de oradaki gerçeği gördükten sonra çöpe attığını ve kitabı yeni baştan yazdığını söylüyor.
Hiçbir kitabını yazarken bu kadar ağlamadığını ekliyor.
Kitabı okurken sayfayı dahi göremeyecek derecede gözyaşlarına boğulduğumu hatırlıyorum.
Avrupa’nın göbeğinde, dünyanın görmezden geldiği, dört yıl süren, bir vahşet ve büyük bir soykırım…
Eşcinsel bir çiftin ilişkisini anlattığı Gizli Anların Yolcusu kitabına geliyor söz.
Romanın kahramanı Bora’yı soruyor kadınlar.
İnsanların yaradılıştan kaynaklanan farklılıklarının onların birarada yaşamasını engellememesi gerektiğini söylüyor Kulin.
Acıkmaları, susamaları gibi aşkları ve özlemleri de aynı diyor.
Fakat daha sonra eşcinseller tarafından homofobik ilan edildiğini söylüyor.
Hayatını, köklerini, çocukluğunu, gençliğini, yenilgilerini, zaferlerini…
Hepsini yazmıştı içini dökercesine.
O iki kitabı okuduktan sonra diğer kitaplarına dönüp tekrar tekrar okumak istedim hepsini.
Ayşe Kulin’in kim olduğunu bile bile.
Sindire sindire…
****
Nilüfer Belediyesi’nin kadınları hayata yakınlaştırma çalışmalarından olan “Nilüfer’de Kadın Hayata Yakın” projesinin konuğu idi Ayşe Kulin.
Bu müthiş proje kapsamında Fethiye Kültür Merkezi’ni yaklaşık 1000 kadın doldurmuştu.
Kadınlar otobüslere doluşup gelmişlerdi.
Büyükbalıklı’dan, İrfaniye’den, Görükle’den, Göçmen Konutları’ndan, Kayapa’dan, Hasanağa’dan, Akçalar’dan, Gölyazı’dan, Dağyenice’den, Özlüce’den, Misi ve Çalı’dan.
Geldiler, yerlerine oturdular, Ayşe Kulin’in konuşmasını pür dikkat dinlediler. Okudukları Veda kitabı üzerine sorular sordular.
Cesur ve rahattılar.
Kendilerine verilen desteklerle seslerini duyurmaktan korkmuyor, sosyal hayata katılmaktan çekinmiyorlardı.
Ayşe Kulin de, tüm alıcılarını açmış ve meraklı gözlerle kendisini dinleyen yüzlerce kadına konuşmaktan hoşnuttu.
Önce kendi edebiyat hayatını anlattı. Yazar yanını çok erken keşfettiğini fakat yaşadığı zaman diliminin tabularından dolayı olmak istediği vakitte yazar olamadığını anlattı. Çağın değişmesi ve tabuların yıkılmasıyla rahatladığını ekledi.
“Hayat” ve “Hüzün” kitaplarını okurken yaşadığı zorlukları görünce, belki de önüne çıkartılan tüm engeller onun Ayşe Kulin olması içindi diye düşünmüştüm.
Bize erken ya da geç gelen her ‘zaman’, doğanın doğru zamanıydı belki de…
Okuma ve öğrenme üzerine bir anısıyla devam etti sözlerine.
Bundan yıllar önce İstanbul’da tek tük dolanan, şimdiyse her şehirde bolca bulunan çöp toplayıcılara ne kadar kızdığını anlattı Kulin. O insanların çöpleri eşelerken etrafı darmadağın edişlerini, yollardaki trafiği engelleyişlerini ve onlara her rastladığında arabasının içinden ettiği sözleri. (‘Yaya iken korkardım, ses etmezdim’ diye de ekliyor)
Bir gün bir televizyon programı için davet aldığında konukların kim olduğunu merak edişini ve konuklardan çok da ünlü olmayan bir kadının kitabını kitapçılarda arayışını, buluşu ve okuyuşunu.
İncecik bir kitapta bahsedilen konunun ‘Varoşlarda hayat’ oluşunu ve o kitapla birlikte çöp toplayanlara bakışının değiştiğini. Okuduğu birkaç satırla birlikte gözündeki bir perdenin sıyrılıp kalkışını.
“Şimdi de kızıyorum ama artık çöpten çıkardıklarını satarak evin geçimini sağlayanlara değil, insanları çöplerin arasına iten çaresizliğe ve bu çaresizliği yaratanlara.” diyor
Anlattığı bu minik anısıyla kayda değer bulmayacağınız herhangi bir kitaptan dahi öğrenilecek birşey olduğunu söylüyor kendisini ilgiyle dinleyen kadınlara.
O sebeple okumanın insanın beynini ve dolayısıyla hayatının seyrini nasıl etkileyebileceğine dikkat çekiyor.
Rahmetli İsmet İnönü’yü hatırlıyorum o anda. Bizim büyüme çağımızda iyice yaşlanmış olan İnönü’yü kısıtlı saatlerde yayın yapan televizyondaki haberlerde görmüştüm. “Ben bu yaştayım hala öğreniyorum” diyordu.
Büyümüş, hele hele de yaşlanmış bir insanın her şeyi bildiğini var sayardım oysa.
Öğrenilecek ne kalmıştı ki…?
Büyüdükçe anladım ki öğrenmenin sonu yok. Öğrenilecek bunca şey olduğunu gördükçe de de bilgisizliğimi fark ettim. Öğrendikçe doldum, doldukça boşlukları gördüm.
Tam bir kısır döngü…
Geçmişi merak edenlere tarih kitaplarını değil de romanları öneriyor Ayşe Kulin. “Siz resmî tarihe bakmayın, her gelen iktidar kendi görüşü doğrultusunda bir tarih yazıyor, gerçek tarihse romanların içlerinde saklı” diyor.
Yaşanmışlıkların öykülerle dile gelişiyle birlikte soğuk tarih dersi gibi bir tarih değil, capcanlı bir tarih hiç farkında olmadan gözlerinin önünde canlanıyor insanın. Romanın geçtiği mekânlarda dolaşıyor, romanın karakterleriyle ahbap oluyor. Ve o ahbaplar okuyucusuna o kadar sadık oluyorlar ki, okuyucu kitabı kapattığı anda oradaki hayat da donuyor, okuyucu kitabı eline aldığı anda kaldığı yerden devam ediyor…
Afgan yazar Khaled Hosseini’nin Bin Muhteşem Güneş ve Uçurtma Avcısı kitaplarını okuyana dek Afganistan ve Afganlılar hakkındaki düşüncelerini, kitabın ardından ise değişen düşüncelerini anlatıyor.
Resmi kayıtlarla gerçekler her zaman örtüşmeyebiliyor.
Resmî tarih insanı ön yargılarla donatıyor.
Kadınlardan biri, kitaplarının dizi olması hakkında ne düşündüğünü soruyorlar yazara.
Dizi mantığından dolayı kitabın özünü kaybettiğini, yazmadıklarının ve yaşanmayanların dahi senaryoya eklenerek uzattıkça uzatıldığını, o yüzden de bundan böyle dizilere sıcak bakmadığını söylüyor.
Okuyucu olarak bile okuduğumuz kitabın filmini izlediğimizde hayal kırıklığına uğrarız çok kere, değil ki yazarı olarak…
Yazarken yaptığı araştırmanın önemine değindi bir ara.
Benim okurken dahi acısına dayanamadığım Sevdalinka’nın yazılma aşamalarını anlattı. Onca araştırma ve çalışma yaparak yazdığı her satırı, Bosna’ya gidip de oradaki gerçeği gördükten sonra çöpe attığını ve kitabı yeni baştan yazdığını söylüyor.
Hiçbir kitabını yazarken bu kadar ağlamadığını ekliyor.
Kitabı okurken sayfayı dahi göremeyecek derecede gözyaşlarına boğulduğumu hatırlıyorum.
Avrupa’nın göbeğinde, dünyanın görmezden geldiği, dört yıl süren, bir vahşet ve büyük bir soykırım…
Eşcinsel bir çiftin ilişkisini anlattığı Gizli Anların Yolcusu kitabına geliyor söz.
Romanın kahramanı Bora’yı soruyor kadınlar.
İnsanların yaradılıştan kaynaklanan farklılıklarının onların birarada yaşamasını engellememesi gerektiğini söylüyor Kulin.
Acıkmaları, susamaları gibi aşkları ve özlemleri de aynı diyor.
Fakat daha sonra eşcinseller tarafından homofobik ilan edildiğini söylüyor.
2008’de yayınlanan “Veda” romanın yazım aşamaların ve romandaki karakterleri soruluyor.
Her kadının elinde o kitap var ve sordukları sorulara bakacak olursak hepsi de romana gayet hakimler.
Ailesinden kalan Osmanlıca – Eski Türkçe yazılmış mektupları buluş hikayesini ve bunları -arkadaşı olan- tarihçi Murat Bardakçı’nın yardımıyla çözdüğünü anlatıyor.
Romanda Maliye Nazırı büyük dedesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerini ve İstanbul’un işgal yıllarını anlattığını söylüyor.
Savaştan ve zor yıllardan herkes gibi kendilerinin de etkilediğini, bunun savaş esnasında normal bir seyir olduğunu anlatıyor.
600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemini ve imparatorluğun tarihteki tek kansız ihtilal ile ortadan kaldırılışını, sürülen hanedan mensuplarının sürgünlerde yaşadıkları zorlukları ama yine de vakarla hayatta kalışlarını anlatıyor.
“Zamanın ruhu diye bir şey vardır. Zamanın ruhuna karşı hiçbir imparatorluk dayanamaz” diyor.
Yoktan var edilen yeni ülkede bugünleri refah içinde yaşayabilmemize işaret ediyor.
Eğer ki o destan yazılmasaydı Türkiye diye bir devletin belki Anadolu’nun içinde bir yerlerde sıkışmış bir halde yaşamaya devam edeceğini söylüyor.
Hatta belki bu zamana kadar belki o bile yitip giderdi diyor.
Oysa Osmanlı’nın yıkıntılarının altından yeni bir devlet doğmuş, eski zamanda kalsa ‘kul’dan öte gidemeyecek kişiler her alanda var olmuştu…
Söyleşi esnasında yazarlara sorun çözme görevinin yüklendiğine değiniyor Ayşe Kulin.
‘Oysa yazar sadece işaret eder, sorun çözmez’ diyor.
Farkındalık yaratır, kişiyi kendisiyle yüzleştirir, düşünmediklerini düşündürtür, görmediklerini gösterir.
Uzun söyleşinin ardından Ayşe Kulin’i 1000’e yakın kadınla ve bir o kadar imzalanacak kitapla başbaşa bırakıp, akşamüzeri İhsaniye Ezgi Kitabevi’nde gerçekleşecek olan imza buluşmasına dek toplantıdan ayrılıyorum.
Vakit gelip de kitabevine gittiğimde Kulin’i ayrılmak üzere iken yakalıyorum. Epey yorgun olmasına rağmen yine de bir kaç kelime ediyoruz, bir kaç kare fotoğraf alıyoruz ve yeni kitabı Dönüş’ü imzalıyor beni kırmayarak.
Her kadının elinde o kitap var ve sordukları sorulara bakacak olursak hepsi de romana gayet hakimler.
Ailesinden kalan Osmanlıca – Eski Türkçe yazılmış mektupları buluş hikayesini ve bunları -arkadaşı olan- tarihçi Murat Bardakçı’nın yardımıyla çözdüğünü anlatıyor.
Romanda Maliye Nazırı büyük dedesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerini ve İstanbul’un işgal yıllarını anlattığını söylüyor.
Savaştan ve zor yıllardan herkes gibi kendilerinin de etkilediğini, bunun savaş esnasında normal bir seyir olduğunu anlatıyor.
600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemini ve imparatorluğun tarihteki tek kansız ihtilal ile ortadan kaldırılışını, sürülen hanedan mensuplarının sürgünlerde yaşadıkları zorlukları ama yine de vakarla hayatta kalışlarını anlatıyor.
“Zamanın ruhu diye bir şey vardır. Zamanın ruhuna karşı hiçbir imparatorluk dayanamaz” diyor.
Yoktan var edilen yeni ülkede bugünleri refah içinde yaşayabilmemize işaret ediyor.
Eğer ki o destan yazılmasaydı Türkiye diye bir devletin belki Anadolu’nun içinde bir yerlerde sıkışmış bir halde yaşamaya devam edeceğini söylüyor.
Hatta belki bu zamana kadar belki o bile yitip giderdi diyor.
Oysa Osmanlı’nın yıkıntılarının altından yeni bir devlet doğmuş, eski zamanda kalsa ‘kul’dan öte gidemeyecek kişiler her alanda var olmuştu…
Söyleşi esnasında yazarlara sorun çözme görevinin yüklendiğine değiniyor Ayşe Kulin.
‘Oysa yazar sadece işaret eder, sorun çözmez’ diyor.
Farkındalık yaratır, kişiyi kendisiyle yüzleştirir, düşünmediklerini düşündürtür, görmediklerini gösterir.
Uzun söyleşinin ardından Ayşe Kulin’i 1000’e yakın kadınla ve bir o kadar imzalanacak kitapla başbaşa bırakıp, akşamüzeri İhsaniye Ezgi Kitabevi’nde gerçekleşecek olan imza buluşmasına dek toplantıdan ayrılıyorum.
Vakit gelip de kitabevine gittiğimde Kulin’i ayrılmak üzere iken yakalıyorum. Epey yorgun olmasına rağmen yine de bir kaç kelime ediyoruz, bir kaç kare fotoğraf alıyoruz ve yeni kitabı Dönüş’ü imzalıyor beni kırmayarak.
Hayran olduğum ve pek çok konuda özdeşleştiğim yazarı dinlemiş ve O’na dokunmuş olmaktan keyifli dönüyorum evime, geçiyorum klavyemin başına.
İşte böyle, anlatıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum….
İşte böyle, anlatıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder