İnandıklarının inanılırlığını sorgulamaya başladığı o anda, o zamana kadar inandığı her ne varsa hepsinin dimdik bir uçurumdan aşağıya doğru hızla yuvarlanmaya başladığını görür insan.
Hani ölürken hayatı bir film şeridi gibi geçermiş ya gözlerinin önünden; işte o düşüş sırasında da yaşadığı her şey zihninden resmigeçit yaparcasına geçer gider birer birer.
Daha önceleri fark etmeden de olsa aklına takılan minicik sorular cevaplanır bir anda, gözlerindeki perdelerin aralanmasıyla daha önceleri seçemediği görüntüler netleşmeye başlar, anlamlandıramadığı her ne varsa hepsi anlamına kavuşur.
Bütün taşlar bir anda yerlerine oturur.
****
Her elini uzattığında elini tuttuğu insanın kayıtsızca sırtını dönüşü yıkmıştır belki birini. Belki de kendisini delice sevdiğine inandığı insanın aslında hiç de zannettiği gibi sevmemiş olduğunu görmesi.
Belki daha önceleri yolunda sandığı her şey sadece kendi yarattığı bir illüzyondur.
Sadece kendi yarattığı dünyada görmek istediklerini görüyordur. Diğerlerini görmezden gelen kendisidir.
Yalnız ve yalnızca kendisi...
****
Beklemediği bir anda yaşadığı hayal kırıklığının ardından, "Madem ki her şey bir kalemde silinip atılabilecek kadar değersizdi, o zaman niye daha önce değil de şimdi, niyedir bunca zaman süren bu oyalama" diye sormaz mı insan kendisine de, karşısındakine de.
Sorularına bir cevap aramaz mı?
"Bana iyi davranıp benim isteklerimi yerine getirdiğin sürece, bana sorunlarını anlatmayıp benim her sorunumu dinlediğin sürece, beni eğlendirip neşelendirip ‘sonsuz-sınırsız’ memnun ettiğin sürece, yani kısacası benden hiçbir şey beklemeyip her an benim emrime amade olduğun sürece dostuz, arkadaşız, sevgiliyiz, hâttâ ve hâttâ ‘iyi günde-kötü günde’ deyip sözler vererek evlendiğimiz eşleriz ..."
Ne yazık ki sorduğu bütün soruların cevabı işte budur...
Yalandan yaşanmış bir hayata verdiği emekler, harcadığı zamanlar, hayalleri, iyi ve güzel bütün düşünceleri, hayatında var zannettiği her neyin varsa hepsi işte o anda koskoca bir SIFIR’a dönüşür.
Ve o anda en çok kime kızar insan? O hayal kırıklığıyla ilk kime saldırır?
Önce kendisini bu hayal kırıklığına uğratan insana değil mi?
O ilk ateş geçtikten sonra da kendisine döner. Körlüğüne, sağırlığına, dilsizliğine yanar.
"Kendime yalanlar söylediğimden beri kimselere inanmaz oldum" sözündeki gibi kimselere inanmayanlar her zaman en ‘yalandan’ yaşayanlar galiba.
Kendilerine yalan söyleyemeyenler ise cezası hayal kırıklığı olan ‘inanma’ suçunu işlemeye devam ediyorlar.
Öyle midir gerçekten de?
Bir insanın karşısındakine inanması, güvenmesi, elinden geldiği kadar özverili davranması bir suç mudur?
O zaten kurnazca ve bencilce davranmayarak bu hayal kırıklığını çoktan hak etmiş midir?
Eğer ki herkes herkesin hayatında bu düşüncelerle yer alıyorsa vah ki ne vah! Ne kadar da yapay, ne kadar da güvensiz bir dünyada yaşıyormuşuz da haberimiz yokmuş.
****
Hayal kırıklığına uğramış anneleri-babaları gibi davranmayan, kurnaz ve bencil yepyeni bir topluluğumuz var artık. Eskiden azınlıkta olan bu insan modeli gittikçe çoğaldı ve nihayet dünyayı ele geçirdi.
Yeni model toplumdaki insanlar kendi krallıklarını ilan ettiler, diğerlerini de köle olarak atadılar. Köle olarak atananlarsa kölelikten ziyade efendiliğe soyunduklarından olsa gerek, efendilerine köleleri gibi davranmaya başladılar.
Böylece kimsenin köle olmak istemediği bir krallıkta da kral olmanın hiçbir hükmü kalmadı.
Tüketim toplumu olmanın olmazsa olmazı olan ‘harcamak’, en sonunda ‘insan harcamak’ la taçlandırıldı.
Sorarım sizlere; bir insan kazanmanın, bir dost kazanmanın, ‘vefa’nın anlamını bilenlerle, her şeyi hoyratça harcayabilenlerin çatıştığı bir dünyada gerçek kaybedenler hayal kırıklıklarını yaşayanlar mıdır, yoksa yaşatanlar mıdır?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder