Aldım-verdim-ben seni-yendim!
Hatırlarsınız, mahalle arasında ya da okul bahçesinde oynayacağımız oyuna başlamadan önce, hem kendi takımımıza oyuncu seçmek ve hem de oyuna önce kimin başlayacağını belirlemek için böyle sayışırdık.
Düz bir çizgi üzerinde eşit mesafelerden birbirimize doğru adım adım ilerler, her ayağın topuğunu diğer ayağın burnuna denk getirip arada boşluk kalmayacak şekilde attığımız adımlara bu tekerlemeyle eşlik ederdik. Mesafeyi kendimizce ayarlamak için bazen ayaklarımızı büzüştürerek küçültür, bazen de biraz daha gevşeterek daha fazla yol alırdık. Diğerinin ayağına ilk ulaşabilen kişi oyuncu seçiminde tercih önceliğini kazanırdı.
Galip gelen kendi takımına eleman seçmeye başlardı. İlk olarak en güçlüler, en hızlılar, en atikler seçilirdi. Sona kalanlarsa ya tıfıllar ya da hantallar olurdu.
Bu seçim çabucak olurdu. İsimler hızlı hızlı okunur, adı okunan bir adımda kendisini seçenin tarafına geçerdi. Aynı hızla taraflar yerlerini alırlar ve oyun başlardı.
Oynadıkları oyun bittikten sonra da hep birlikte kaldıkları yerden devam ederlerdi koşturmalarına.
Ta ki akşam ezanı okunup da anneleri tarafından sofraya çağrılana kadar...
Oyun esnasında bazen itişip kakışırlardı ama ilerleyen zamanlarda en sağlam dostluklar yine o mahalledeki arkadaşlıklarından çıkardı.
Ne olduysa oldu, zaman geçtikçe oynanan oyunlar gittikçe sertleşmeye, araya çekilen çizgiler ise gittikçe keskinleşmeye ve derinleşmeye başladı. Gün geldi o çizgiler o kadar derinleşti ki neredeyse hepsi birer uçuruma dönüştü.
Çizginin o tarafındakilerle bu tarafındakiler kendilerini birdenbire derinleşiveren bir uçurumun kenarında buldular. İki kenardan sesleri yettiğince birbirlerine galiz küfürler savurdular. En acımasız silahları sıktılar.
Birbirlerine duydukları kin ve nefret gözlerini öyle bürüdü ki, ne büyüdükleri mahalleyi, ne de oynadıkları oyunları hatırlar oldular.
Yeni kurulan bu oyundaki oyun kurucular yanlarına kattıkları oyuncuları istedikleri gibi kumanda ediyorlardı.
Oyun önceleri eğlenceliydi belki ama verilen onca kayıptan sonra artık bu oyunun kimse için bir eğlencesi kalmamıştı. Üstelik artık herkes anlamıştı ki oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya konulacak, belki de fırlatılıp bir çöplüğe atılacaktı.
Üstelik iki tarafta da durmaksızın gençler ölüyordu. İki tarafta da yürekler kan ağlıyordu.
Gelinen noktaya baktığımızda, sanki artık iki taraf da bu anlamsız savaş bitsin istiyor.
Barış için ziyadesiyle savaşıldığını, lakin barışa ulaşılmadığını açıkça görüyor.
Barış içinde yaşamayı gerçek anlamda isteyenler, barış için savaştan başka yöntemler olması gerektiğini düşünüyor.
Ölmeden ve öldürmeden yaşamak varken, ölmek ve öldürmek acı geliyor.
Geliyor da; ah ama ah o oyun kurucular, onlar aradan bir çekilseler, bir bıraksalar şu çocukları kendi hallerine.
Belki yılların hıncıyla çocuklar önce bilemeyecekler birbirlerine yanaşmayı. Ürkek ve tedirgin dolanacaklar birbirlerinin etrafında. Sonra birisi eski günlerden bir laf atacak ortaya, ister istemez diğeri cevaplayacak o lafı..
Biraz eskilerden, biraz yenilerden derken kaynaşıverecekler sanki hiç ayrılmamış gibi.
Barışın o neşeli ayak sesleri duyulacak, sanki savaş hiç yaşanmamış gibi...
****
Savaştan sonra gelen barışın ardından;
Kimse onlara kaybolan yıllarını veremese de,
Kimse onlara yeniden ister misin diyemese de,
Onların artık tek bir söz söylemeye hakkı var.
"Gel Kardeşim, Elini Ver Bana!"
Yetmez mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder