27 Ocak 2020 Pazartesi

Enver Aysever ile Yazı Akademisi

AKADEMİ DERS 1 - 22 Kasım 2019 (Saat 00:10)
"Enver Aysever ile Yazı Akademisi" buluşmasının ilk gecesinin ardından eve gelir gelmez hemen bir şeyler yazmak istedim.
Yaklaşık bir buçuk saatlik sohbette Enver Aysever konuşurken "Ben de böyle düşünüyorum!", "Bak bunu hiç bilmiyormuşum!", "Evet ben de yazarlığı böyle anlıyorum!", "Ah neden Aysever'in bahsettiği bu yazarları hiç okumadım?", "Evet, benim de okumaktan anladığım bu!" alt yazıları geçti zihnimden.
Kâh utandım bilgisizliğimden, kâh bildiklerime sevindim.

Her şeyi bilenler yazar olabilseydi bütün profesörler yazar olurdu dediğinde içime su serpildi biraz. 
Tıpkı her anı kaydeden MOBESE'lerin kayıtlarının en iyi filmler olmayacağı gibi, her şeyi bilenler de iyi yazarlar olamazlardı. Çok yazmakla da yazar olunmazdı, çok okumakla da. Yazmamakla hele hiç olunmazdı. En azından yola çıkmak ve yazmaya başlamak lâzımdı.

Benim, "Yazmak, yazmadan duramamaktır." sözüm vardır sıkça kullandığım.
Enver Aysever sohbet esnasında bu sözü başka bir ismin zikrettiğini söyleyince "Ama ben o kişiyi tanımıyorum, bu sözü onun söylediğini bilmiyorum, bu sözü ben söyledim, ben düşündüm!" çığlığı doldu içime. Bunu pek çok kez yaşamıştım. Bu gece de onlardan biriydi yine.
Birçok insan farklı çağlarda ve farklı coğrafyalarda birbirlerinden haberi olmaksızın aynı sözleri edebilirlerdi demek ki böyle. Aynı biçimde düşünüp benzer cümleler ile aynı tespitleri yapabilirlerdi.
Herhangi güncel bir olay üzerine yazı yazacaksam konuyla ilgili yazılmış yazıları özellikle okumam. Okumam ki düşüncelerim özgürce yazıya dönüşsün...

Benim için yazarlık neydi?
Herhangi bir etkinlikten eve heyecan içinde dönüp klavyenin başına geçmek ve öğrendiklerimi bir an önce yazıya dökerken saatlerin nasıl aktığını fark etmemek, belki 1, belki de 10 yıl sonra yazılacak bir yazıda kullanılabilir düşüncesiyle hayatın her anını istem dışı kaydetmek, uykuda dahi anlamsız ve bağlantısız cümleler okumak, yazı ile uyanmak, izlediğim bir filmin ya da okuyup bitirdiğim bir kitabın ardından içime dolan, içimden çıkıp başımın üzerinde dolanan tüm düşünceleri elma toplar gibi toplayıp yazıya aktarmadan uyuyamamak, dünyayı anlatılacak bir malzeme olarak görmek ve her anı resmetmeye çalışmaktı benim için yazarlık. 
Yazmak, yazıyla hemhal olmak, yazdığım konunun en rahat biçimde okunabilir hale gelmesi için yazdıklarımı sesli okumak ve dilime dolanan, yazının ahengini bozan sözcüğü atıp yerine eş anlamlı bir diğerini bulmak büyük bir hazdı. Ünlemler heyecanlı, soru işaretleri meraklıydı. Noktalar bitiş, virgüller ara verişti. Lakin virgülleri tavuklara mısır atar gibi yazıya gelişigüzel ve bolca savurmamalıydı. 
Ses ile okuma yazısı ile göz ile okuma yazısı aynı değildi. Bunu iyi bilmeliydi.

Yazar oldum ben!
Yazar olayım diye çabalamamıştım hiç. Bir şeyler yazıp da yayınlanır mı, okunur mu diye hiç düşünmemiştim. Yazarak anlatmak benim için en kolay, en rahat iletişim biçimiydi sadece. 
Beynimden geçenler parmaklarımdan klavyeye çok kolay akıyor, oradan da ekrana yansıyordu. Sözcükler beynimde zıp zıp zıplıyor, oradan oraya fır dönüyorlardı.

Tesadüfler silsilesi sonucunda, "Bizim için yazar mısınız?" dediklerinde hiç reddetmedim ve başladım yazmaya. Sonrası ciddiyet ve aşkla geldi. 
Sanki hep yazıyordum.
Aslında hep yazıyordum...

Sadece yeteneğime güvenmedim yazarken; disiplinle, merakla, saygıyla ve çalışmayla parlattım yeteneğimi. 
Hasat edilmiş ayçiçeği tarlalarının önünden geçerken, tarlada tek başına kalmış bir ayçiçeğine de yazdım yazımı, üç gün süren bir sempozyumu da anlattım uzun uzun.
Yarım sayfalık bir yazıda da yıllarım vardı, üç sayfalık bir yazıda da. 
Tüm yazılarım The Times'a yazılıyordu...

İlk yazılarımda biraz tedirgin olsam da hemen attım o tedirginliği üzerimden. Eğer ki yazıya tüm benliğinin kapılarını açmayacaksan yazmaya çalışmayacaksın dedim kendime. 
İlk yazılarım denemelerimdi. Kendimle yüzleştiğim, kendime söylendiğim, kendimi anladığım, kendime anlattığım, kendimi dinlediğim yazılardı. (Ki şimdi onlar bir kitap haline geliyor.) 
Birkaç sene sonra deneme yazıları yazmaz oldum. Temizlenmiş miydim, yoksa artık kendimi yaptığım iş ile anlatma derdinde miydim?
Mantık, sorgulama, detaylandırma, araştırma, öğrenme, yazdığım konuyla ilgili fıkra, anektod, mesel, kendimle yaptığım konuşmalar yazılarımın vazgeçilmezi oldular.
Ne kadar çok şey biriktirdiğime ben kendim bile şaşar oldum.
Demek ki her şey bugünleri işaret ediyormuş da haberim yokmuş.

Yazılarım kim bilir nerelerde okunuyordu, kim bilir hangi zaman dilimlerinde okunacaktı?
Ben bile 3 yıl önce yazdığım yazıda 3 yıl önceki Canan'ı görüyordum. Yazılarımda genç kalıyordum. Çocuklarım ve torunlarım gün gelecek benimle aynı yaşta olacak, sonra yaşlanacaklardı. Ben hep orada durup, yazdığım zamandan seslenecektim okura. 
"Yazılarım sohbetimdir, yazılarımı okuyunuz." derim benimle sohbet etmek isteyenlere.
Tolstoy'un, Zweig'ın, Hemingway'in ve tüm yazarların kitaplarının kapağını kaldırır kaldırmaz bana anlatmaya başladığı gibi, ben de yazıda anlatır dururum hep. Okumaktan sıkıldıklarında susarım, yazıyı açtıklarında tekrar anlatmaya başlarım. 
Bir Küçücük Kitapçık, İçi Dolu Her Şeycik...

Enver Aysever ile Yazı Akademisi'nin ilk buluşmasında Aysever bir buçuk saat konuştu, ben de eve geldiğimden bu yana, içimde Aysever'in sesi ile kendi iç sesim ahenkle dans ederken, yaklaşık iki saattir bu yazıyı yazıyorum.
Yazmak nedir derseniz, yazmak işte böyle bir şeydir.
Minik bir kıvılcımdan bir yangın yaratmaktır. Delilik halidir. Soyunma halidir. Boşalma halidir. Patlama halidir.
Tüm bu hallerin ardından bir daha yazamam der insan.
Ta ki minik bir kıvılcıma dek.
Baraj kapakları açılmış gibi bir anda şar diye akar gider içindekiler.
Yine, tekrar yazamam dersin.
Ve yine aynı döngü tekrarlanır.
Anlarsın ki, içinde bitmeyen sonsuz bir kaynak var.
Sonra o kaynağı bırakırsın bazen dolsun, bazen taşsın. Canı nasıl istiyorsa öyle davransın.

Yazı ve Para
Yazılarımı para kazanmak için yazmadım hiç ama yazılarım para kazansın istedim hep. Arkeolojik Eserlerin Korunması ve Yaşatılmasının konu alındığı SARAT Projesi kapsamında gazetecilere verilen "Gazetecilik ve Arkeoloji" başlıklı eğitime katıldım. Eğitimin ardından yazdığım yazım saratprojesi.com/tr sitesinde yayımlandı ve buna mukabil bana cüz'i bir miktar ödeme yaptılar. Yazılarımın kazandığı ilk ve tek paraydı.

Neyse;
İlk güne noktayı koyuyorum artık.
İkinci günde görüşmek üzere, iyi geceler... (Saat 02:03)
* İkinci güne erişene kadar geceleri uykumda neler neler geldi aklıma ama o an kaydetmediğim için sabah olunca pek çoğunu unuttum. 
AKADEMİ DERS 2 / 29 Kasım 2019 
Bu buluşmada dört ana başlığımız vardı.
* Yavaşlık
* Yalnızlık
* Kurgu
* Disiplin
* Benim için yavaşlık, koşa koşa tüketmek yerine ânın hazzını yaşayarak yol almak, yavaşlığın zevkine varmak, coşkuyu kaybetmemek ama coşkunun telâşeli akışına kapılmamak, yazdığım yazıda ortaya çıkabilecek soruları cevaplayıp yazıyı mantık çerçevesinin dışına taşırmamak, yazı yazmaya oturduğumda kendimi yazının kollarına teslim edip zaman ve süre kavramlarından tamamen sıyrılmak . Masa başında oturduğum zamana teslimiyet, sözcükler arasında raks ederken her sözcüğe bir kavalyeymiş gibi davranış, ekranda beliren dünyayı anlatmaya doyamayış. 

* Yalnızlık ise, karşımda bangır bangır çalan televizyon, telefonda akan Whatsapp mesajları ile sosyal medya bildirimleri arasında hiçbirisini duymadan, hiçbirisine bakmadan klavyenin tuşları ve ekran ile bütünleşerek, en kalabalık bir ortamda dahi yalnızlaşabilmek.
Yani, kendi başınalaşabilmek.
Hani "Kendi Başınalığın Gücü" yazımda anlattığım gibi.
Okuyucu beğenir mi, sever mi, sevmez mi, ne düşünür diye düşünmeden yazmak. Yazıya odaklanmak, o anda yazılan yazıyla ilgili yıllardır zihne atılan ne varsa hepsinin çıkışı için tüm kapıları ardına kadar açmak, yıllardır salıverilmeyi bekleyen tutsak anıları serbest bırakmak. Koşa koşa aydınlığa kavuşan bu anıları yerli yerine oturtmak. Sonra gelsin huzur...

* Kurgu konusunda ne kadar iyiyim bilmiyorum. Ortaokul çağlarımdan bu yana kurgu bir şeyler yazmadım. Ki o dönemlerde oyunlaştırdığım öyküler dahi vardı. Diyaloglar, davranışlar, perde vs, hepsi tiyatroda oynamamdan kaynaklı gelişmişti. Sayfalar süren "rüya" anlatımımda ise ne mantık vardı ne bir şey. Tamamen mantıksız, tamamen uydurma, daldan dala, tutarsız ve uzun bir yazıydı hatırlıyorum. (Hâlâ saklıyorum o defteri.) Rüyaydı işte, pek çok rüya gibi anlamsızdı. 
Kurmaca bir şeyler yazdınız mı dedi Enver Aysever, kimseden ses çıkmadı. Oysa yazmalıydık.
Kurmaca yazarı olmadığım için benim 1. günün sonrasında yazdığım köşe yazıları yazıdan sayılmıyordu.  


* Disiplin denilince, işte orada duracaksın. Disiplin benim işim. Yıllardır hiçbir patronu olmamasına, hiçbir yere yazı yetiştirmeye çalışmamasına, hiç kimseyle alış-verişi olmamasına rağmen yaptığı işi bu kadar ciddiye alan çok az insan vardır. Beni iteleyen ne para ne de zorunluluklar var, ancak kendi içimdeki patron çok acımasız. Beni hiç rahat bırakmıyor. Bazen gece yarısı uyandırıp yazı yazdırıyor bana, bazen sabahlara kadar uyutmuyor. Hakkını yemeyeyim, bazen de günlerce kılıma dokunmuyor, beni dinlendiriyor.
Nasıl yazarsam okurlar, ne yazarsam okurlar, imlâ olsa da olur olmasa da, yazdık işte, amaan beğenmeyen okumasın, yarın yazarız, olmadı yazmayız gibi cümleler yok bu yazarın lügatında. 
Okunmaya değer ve rahat okunur, bilgiçlik taslamayan ama bilgi sunan, konu ne kadar acı olursa olsun yazıdan haz alınan, imlâ ve noktalama işaretlerinde hatayı affetmeyen bir yazar bu yazar.
Kendi öz disiplini ile kendini eğitmiş ve terbiye etmiş bir yazar...

Kitap bitince ne olur?
Önce yazıyı bitirmek zordur. Hep bir eksik vardır. Bitmek bilmez sonsuz bir yolculuktur sanki. Ne zaman biter bilemezsin. Murathan Mungan der ki, "Yazı sana bittiğini söyler!" Evet, "Hah, şimdi oldu!" der ve o son noktayı koyarsın. O ana dek hep bir şeyler eksiktir. Yazıyı uzatmak değildir niyet, niyet yazıyı tamamlamaktır. 
Kitap bitince hedefe varılmış ve yolculuk bitmiş, "Eee nolacak şimdi?" durumuna geçilmiş oluyor diyor Enver Aysever. 
Buraya ne için geldiniz diyor? Beni okudunuz mu, benim edebiyatımı biliyor musunuz diye soruyor. Yoksa sosyal medya görünürlüğüm mü sizi buraya getiren diyor? Tek tük okuyan çıkıyor arada. Birisi de benim. "Bu kitap o kız okusun diye yazıldı" kitabını almış ve okumuştum ama kitabı şu anda zerre kadar hatırlamıyordum.
Benim bu çalışmaya katılmadaki amacım edebiyat üzerine Enver Aysever'in söyleyeceklerini dinlemek. Yılardır izlediğim kadarıyla kendisinin bende bir karşılığı var çünkü. O yüzden edebiyat dünyasını onun yaklaşımı ile görmek beni eğitecektir. (Kitap kulübümüzde de kitap seçimlerini hep diğer arkadaşlarıma bıraktım. İstedim ki daha önce tanımadığım yazarların kitapları ile tanışayım, bilmediğim dünyalara karışayım. Seçilen her kitabı okuyup bitirince ne kadar doğru karar verdiğimi gördüm.)
Aysever sayesinde bilmediğim isimler, okumadığım yazarlar öğreniyorum.
Onun anlatımlarında çok zaman kendimi buluyorum. Yazar kumaşı nedir, onu yakından görüyorum.
O anlatırken o andaki konuyla ilgili bağlantılar düşüyor aklıma. Çok fazla sözünü kesmek istemesem de söylemeden durmuyorum. Çünkü akademi başladığında, "Aklınıza o anda geleni o anda söyleyin, benim susmamı beklemeyin, ben susmam." demişti. O yüzden söz istediğim her anda söz verip söylediklerimi değerlendirdi. Zaman zaman en çok ben mi konuşuyorum hissine kapılıp susmayı tercih ettiğim oldu, yeri gelmişken bunu da itiraf edeyim. 

"Yazarlar, bize söylediklerinden fazlasını kendilerine saklarlar"
ve,
"Roman türünün süprüntülerinin varlığı romana zarar vermez."
geceden bana kalan iki cümle oldu.
Bir gün roman yazar mıydım bilmiyorum. İyi edebiyatçı olmak için roman yazmak da gerekmiyordu ayrıca. İçinden roman yazmak gelmiyorsa kendini yazmaya zorlamanın bir anlamı yoktu. Roman sadece romantik duyguların anlatılması değil, çok ciddi bir akıl oyunları işiydi. İş'ti. Başından sonuna hesap edilmesi, sonra da tüm iskeletin etlendirilmesi, sinirlendirilmesi, yağlandırılması, yaşayan bir bedene döndürülmesi gerekirdi.
Nasıl ki bir binayı yaparken tüm sistem bir arada düşünülüyor, elektrik ya da su sistemi bina bittikten sonra döşenmeye çalışılmıyorsa, roman da tüm detayları önceden hazırlanarak yazılmalıydı. Tüm bu aklın içine kolay okunma ve okunanın anlaşılması hüneri katılmalıydı. O duygular karşı tarafa geçmeyecekse, o tasvirlerin okuyanın önünde canlanmayacaksa roman dediğin süprüntüden öte gitmezdi. Süprüntü olarak kalan bir roman , roman türüne zarar vermez, kendi kendisini maziye gömerdi.

Enver Aysever ile Yazı Akademisi'ne katılmaktan memnunum. Üçüncü hafta bizi neler bekliyor diye heyecanlıyım da.
(Bu yazıyı 1 Aralık gecesi yaklaşık yarım saatte yazdım.)


AKADEMİ DERS 3 / 6 Aralık 2019
Enver Aysever'in yoğun programı nedeniyle son iki cuma 15 gün ötelenerek yapıldı.
Özellikle de son derste Aysever bizi dinledi ve sonrasında da bizden birer yazı istedi.
****
Ben kendisine 20 Aralık 2019 tarihinde yazdığım KAPI öyküsünü yolladım.
"Cümleler doğru, kapı fikri güzel... Ama... Keşke sadece tıkırtılar kalsaydı. Keşke bize bıraksaydınız onları düşünmeyi. Yazmaya devam." yorumu geldi kendisinden.
Yorumunu değerlendireceğimi söyleyerek teşekkür ettim kendisine.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder