28 Mayıs 2012 Pazartesi

Anormal üreme, normal üre!


Biliyoruz ki dünyanın süregelen canlılığı sadece üremeyle mümkün.
Çiçeğinden böceğine, kuşundan balığına, filinden karıncasına gördüğümüz görmediğimiz her ne kadar canlı varsa sadece üremek ve dünyayı canlı tutmak için yaşıyorlar sanki.
Somon balıkları tatlı suda doğup, tuzlu suda büyüyorlar. Okyanuslarda yüzlerce hatta binlerce mil yol katettikten sonra doğdukları suyun kokusunu takip ederek kendi doğdukları kaynağa geri dönüyor, büyüdükleri nehir kolunu hassas bir şekilde buluyor ve yumurtalarını oraya bırakıyorlar. Döllenen o yumurtalar ile de döngü tekrar başlıyor.
Bitkilerin üreyebilmek için kendilerini cazip gösterme hileleri ise genelde çiçekleri oluyor.
Üreme organları genelde çiçeğin taç yapraklarıyla çevreleniyor. Hücrelerindeki golgi aygıtı adlı organel sayesinde güzel koku salgılıyorlar. İçlerindeki kromoplast organeli ise yeşil hariç diğer renkleri salgılıyor.
Ve böylece çiçeklerin taç yaprakları gösterişli yapıları ve renkleriyle bir çok canlıyı cezbederek tozlaşmada önemli bir rol oynuyorlar.
Besin piramidindeki konumuna göre bir batında binlerce üreyen de var, tek tek üreyen de.
Nihayetinde ekolojik sistemde doğa kendi kendini beslemekte...
Çıplak gözle göremediğimiz dünyada da durum bundan farklı değil. Onlar da kendi dünyalarında kâh bölünerek, kâh yumurtlayarak çoğalmaktalar.
****
İnsanoğlunun üreme kandırmacası da gençlik ve güzellik olsa gerek.
Daha uzun bir boy, daha atletik bir vücut, daha anlamlı bakışlar, daha geniş kalçalar, daha büyük göğüsler ve bunun gibi pek çok ölçü ile uyarılan üreme güdüsü insan neslinin devamını sağlıyor.
Hayvanlarda hiçbir müdahale gerekmeden gerçekleşen doğum olayı ise insanlarda yardım olmaksızın gerçekleşemiyor.
Şehir hayatının durağan şartları da normal doğumu gittikçe zorlaştırıyor.
Doğum zamanı gelene kadar tarlada çalışan ve çok zaman oracıkta doğuruveren kadınların çalışırken yaptıkları hareketlerin yerini, spor salonlarında uygulanan hamilelik egzersizleri aldı..
Hamileliği bir hastalık gibi gören ve hamile iken iş görmeyi zul sayan kadınlar ise normal doğumdan  ölümüne korkmaktalar. Ya sezaryen ya da epidural yöntemiyle doğum yapmak istemekteler.
Normal doğumun zorluğunun bebek üzerinde ne derece etkisi var bilemem ama zor geçen birkaç saatten sonra her şeyin daha çabuk normale döndüğünü söyleyebilirim.
Sezaryen ise anneyi de bebeği de doğum esnasında zorlamayan bir yöntem.
Lâkin izleri yıllara yayılan bir bıçak yarası...
Normal yolla olabilecek doğumlarda sezaryene başvurmak ne kadar gereksiz ise, normal yolla olamayacak durumlarda illa ki normal doğum olsun inatlaşmasında bulunmak da bir o kadar riskli.
Ki genelde bu inatlaşma annenin ya da bebeğin kaybıyla neticeleniyor.
****
Doğumevlerinde ya da hastanelerde gerçekleşen doğumlarda anne adaylarının normal doğumdan korkmaları pek de haksız sayılmaz aslında.
Tıbbi teçhizat bakımından donanımlı olan hastanelerde anne adayına gösterilmesi gereken özenin ve ilginin eksik olması, bilinmezliğin korkusu pençesindeki anne adayını daha da çok korkutmakta.
Yüzlerce, hâttâ binlerce doğuma girmiş bir görevli için oradaki tek bir kadının ya da tek bir bebeğin bir anlamı olmuyor haliyle. Anne adayının attığı çığlıklara küçümser ve alaycı azarlarla karşılık veren o kişiler, sancılar içindeki anne adayının yüreğini ne kadar acıttıklarını hiç düşünmüyorlar.
Doğum odasının soğuk metal sesleri bir yanda, bacakların havaya asılmasından dolayı yeterince güç alıp yeterince ıkınamamak bir yanda, vücudun bebeği dışarıya itmek için kasılmaları bir yanda.
“Ben vazgeçtim, oynamıyorum” denmeyecek tek yer işte orası.
O bebek ya doğacak ya doğacak, başka yolu yok...
Planlanmadan oluşan hamileliklerde uygulanan kürtaj yönteminin bir kadını hem ruhsal hem de bedensel olarak ne kadar hırpaladığını da unutmayalım. Kimse göz göre göre ne kendi canına ne de içinde taşıdığı cana kıymak ister.
İstenmeyen hamileliğin hiç oluşmamasıdır temel olan...
****
Devlet politikası olarak genç bir ülke olmanın planlanması ve bu yüzden kürtajların yasaklanması söz konusu biliyorsunuz.
Ve bir de doğumların sezaryenle değil de normal olarak gerçekleştirilmesi.
Tamam da, bunun bu kadar dillendirilmesinin ne lüzumu vardı biz bunu pek anlamadık doğrusu.
Gereken uygulamalar ilgili yerlere bildirilir. Acil olmadığı sürece sezaryene ya da kürtaja başvurulmaması şart koşulur. Durumun aciliyetinin sorumluluğu da doktora ve sağlık kurumuna devredilir. Sorulacak hesap, acil olmadığı halde kürtaj ve sezaryen yapan doktorlardan sorulur.
Uluorta meydanlarda bir kadının neyi nasıl yapacağı ifşa edilmez.
****
O meydanlarda, kadınların da en az erkekler kadar yaşama hakları olduğu anlatılmalıdır.
O meydanlarda, erkeklerin çevrelerindeki kadınları da ‘insan’ olarak görmeleri gerektiği haykırılmalıdır.
O meydanlarda, kadınların erkekleri ve dolayısıyla hayatı tamamlayıcı unsur oldukları konuşulmalıdır.
O meydanlarda, kadının ve erkeğin cinsellikleriyle ilgili bilinçlendirilecekleri eğitimlerin müfredata alındığının müjdeleri verilmelidir.
Her şeyin ayıp her şeyin günah olduğu, açılmanın da kapanmanın da sınır tanımadığı, cinsel açlığın zirve yaptığı, önüne gelenin çoluğa çocuğa dahi tasallut ettiği, çığırından çıkmış bir ülke halindeyiz artık.
Temelinin akıl ve mantığa dayandığı, bir yandan da pozitif bilimlerle desteklenen bir eğitim içinde olmalıyız oysa.
Yaradılışın doğasını ve evrelerini bilerek doğaya ters düşmemeyi öğrenmeliyiz.
Doğumu da ölümü de kabullenmeliyiz.
Doğurmak ya da doğurmamak için olduğu kadar, ölmek ya da ölmemek için de bu kadar yoğun mesai sarf etmemeliyiz.
Bedenimizin ve hayatımızın kontrolünü başkalarının düşünceleriyle değil de, kendi düşüncelerimizle sağlamalıyız.
Ben'ce esas marifet her şeyi yasaklamakta değil, bu kontrolü sağlayabilecek nesiller yetiştirmekte...
Buyrun, top sizde...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder