28 Şubat 2016 Pazar

Bursa'da bir Şef; Masis Aram Gözbek

"Uyumam lazım, uyuyamıyorum." diyen birisine; "Uyumam lazım dedikçe uyuyamaz insan, uyumamam lazım demeyi deneyin bir de" der halden anlayan bir insan değil mi?
Anlar ki kişinin sabah erken uyanması lazımdır ve o yüzden de erken uyuması lazımdır.
Ah ama o uyku, beklersin gelmez, istemezsin başından gitmez.

Boğaziçi Caz Korosu Şefi Masis Aram Gözbek'in cumartesi gecesi yaşadığı uykusuzluğunun twitter üzerinden dile gelişi ile benim yine aynı kanaldan kendisine önerim idi girişte anlattığım.
Masis Aram 21 Şubat Pazar günü saat 14:00 itibariyle DMD Gençlik Korosu ve DMD Karma Koro ile ilk çalışmasını yapmak için Bursa'ya gelecek, Bursa'da bir hafta geçirecek ve bu bir haftada dört koro ile atölye çalışmaları yapacak, söyleşilere katılacak, 26 Şubat Cuma günü de çalışmalarının semeresi olarak "Dört Koro Bir Şef" konserini "Bir Şef" olarak yönetecekti.
Uykuyu böyle çağırması elbette ki normaldi.

Pazar günü Bursa'ya gelen Masis Aram'ın sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımlar sayesinde hızlı başlayan maratonunu ben de takip etmeye başladım.
Her gün sabah 10:00'larda başlayıp, gece 22:00'lere kadar uzanan çalışmalar epey yoğun geçiyordu.
Günler ve gün içindeki saatler bu dört koro arasında paylaşılmıştı. 
Dünya Müziği Derneği Karma Korosu,
Dünya Müziği Derneği Gençlik Korosu,
Zeki Müren Güzel Sanatlar Lisesi Kızlar Korosu,
Uludağ Üniversitesi Çok Sesli Müzik Topluluğu (UÜ-ÇSMT)
,
Masis Aram Gözbek ile ayrı ayrı çalışıyordu...
Sosyal medyadan takip etmek kesmedi beni ve 24 Şubat Çarşamba günü Uludağ Üniversitesi Müzik Bölümü'nde yaptığı söyleşisine bizzat katıldım.
Söyleşinin ardından Uludağ Üniversitesi Çok Sesli Müzik Topluluğu ile yaptığı çalışmayı da izledim.
Topluluk başkanı Onur Kahvecioğlu'nun emekleriyle bir araya gelen "Topluluk" üyesi gençler ile Masis'in yaptığı bu çalışma, müzik çalışmasından ziyade "koro olma" çalışmasıydı.

Söyleşisinde de aynı şeyleri vurgulamıştı hep:
Birbirinin gözüne bakmak, birbirini tanımak, birbirini sevmek, birbirine saygı duymak, ekip olmak, çalışmaya hevesli olmak, çalışmayı sürekli kılmak için azimli olmak, sabırlı olmak, onurlu olmak, birlikte başarmak, güven duymak, sevgi ile davranmak, çok seslilik, ses çıkarmak, dinlemek, söylemek, tempo tutmak...
Benimse kendisinde en bariz gördüğüm;
Eğlenmek...

26 Şubat Cuma gecesi konser saatine dek 170 kişi ile bilfiil devam eden bu çılgın koşu, Uludağ Üniversitesi Mete Cengiz Kültür Merkezi'nde gerçekleşen "Dört Koro Bir Şef Konseri" ile nihayetlendi ve korolar, şefleri Masis Aram yönetiminde izleyici karşısına geçti.
İlk olarak DMD Gençlik Korosu Şefi Levent Sezgin'in emekleriyle oluşan Zeki Müren Güzel Sanatlar Lisesi Kızlar Korosu sahneye geldi. 
Sonra DMD Gençlik Korosu, ardından UÜ-ÇSMT ve son olarak da DMD Karma Koro ile söylendi eserler...
Bu buluşmanın mimarı olan Levent Sezgin korolarını Masis Aram'a teslim etmiş, ilk kez korolarını yönetmeden sadece dinliyordu.
DMD Karma Korosu şefi Gülnihal Gül ona keza...
U.Ü. Müzik Bölümü Başkanı Sezen Özeke ona keza...
Her parça ve her koro değişim arasında Masis Aram'ın samimi sohbetini dinledik keyifle. 
Boğaziçi Caz Korosu olarak yaptıkları çalışmaları, katıldıkları yarışmaları ve kazandıkları ödülleri, Bursa'da olmaktan duyduğu memnuniyeti, Üniversite'nin misafirhanesinde ağırlanışını, öğrenciler ile olan sıcak iletişimi, müzik, dünya, Türkiye, sanat ve hayat üzerine pek çok fikrini paylaştı bizlerle. 
"Şarkı söyleyelim.", "Birbirimizi dinlemeyi öğrenelim.", "Koro müziği bizi biraraya getirecek yegane şey." dedi sözlerinde.
Bu bir haftada Bursa'ya ne kadar alıştığını söylerken, önümüzdeki hafta tekrar geleceğinin müjdesini verdi.
En az Masis kadar Bursa da kendisine alışmıştı.
Yoksa, konserin sonunda aralarından bir türlü çıkamadığı sevgi yumağı başka nasıl anlatılırdı?

Konser, dört koronun birden sahnede yer alması ve Kerimoğlu Zeybeği'nin hep birlikte söylenmesiyle nihayetlendi.
Az evvel kendisinde en bariz gördüğüm özellik için "Eğlenmek" demiştim ya; 
Masis Aram Gözbek tüm bu anlattıklarımı yaparken hep 'çok eğleniyordu'.
Çünkü o bu işi tutkuyla seviyor ve aynı tutkuyla yapıyordu.
Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü'nü terk ederek müzik eğitimi almak için yön değiştirmiş ve önce Yıldız Teknik Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları, Kompozisyon Bölümü’nü kazanarak eğitim almaya başlamış, sonra bir yön daha değiştirerek Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Devlet Konservatuvarı Kompozisyon ve Orkestra Şefliği Bölümü’nü kazanmış olması, çocukluğundan bu yana tutkun olduğu müziğin ardından gitmedeki kararlılığını gösteriyor.
Lakin minik bir sıkıntı var; Masis, başarıyla yürüttüğü şeflik çalışmalarından fırsat bulup da kayıtlı olduğu okuluna bir türlü gidememiş.
Masis Aram okuluna devam edemese de yaptığı işi ne kadar severek yaptığı gerek çalışmalar, gerekse konser esnasında yaydığı enerji ile bedeninin her zerresinden dışarıya taşıyor.
Önce kendisi dinliyor,
Önce kendisi söylüyor,
Önce kendisi dans ediyor,
Önce kendisi eğleniyor...
O eğlendikçe koronun performansı yükseliyor.
Koro yükseldikçe izleyiciler yükseliyor.
Ve böylece haz halka halka yayılıyor.
Böylece sanat, birleştirici gücünü bir kez daha ispat ediyor...

Konserden birkaç kayıt:



25 Şubat 2016 Perşembe

Hayvana zulmeden zalimdir

Bu konu hakkında yazacak ve söyleyecek o kadar çok lâfım olmasına rağmen yazmıyordum. 
Yazmıyordum çünkü bu yazıları okuması gerekenlerin okumayacağını biliyordum.
"Yine kendi kendimize anlatıp, yine kendi kendimize dinleyeceğiz" diyordum.
Biliyordum ki birbiriyle aynı düşünenler birbirlerini onaylayarak karşılıklı memnuniyet yaşarken, birileri savunmasız hayvanları vahşice katletmeye devam ediyordu.
“İnsanlar katlediliyor, hayvanları mı düşüneceğiz?” demeyin sakın.
Sakın öyle düşünmeyin…
Onların hepsi can.
Hiçbirisi durduk yerde, eğlencesine yapılan bir kötü muameleyi hak etmiyor.
İnternette bu konuyla alâkalı bir arama yapsanız da görselleri bir gör(me)seniz…
İçiniz almaz. Yüreğiniz kaldırmaz.

Son yaşanan bir kaç vak'ayı yazıvereyim hemen;
* İstanbul'da önce tecavüz edilmiş, sonra da boynu kırılarak öldürülmüş bir köpek ve başından ayrılmayan yavrusu.
* Adana'da at arabasıyla hurda toplayan 15 yaşındaki bir gencin, açlık ve yorgunluktan yol ortasında yere yığılıp kalan atını kırbaçlayıp kaldırmaya çalışması. (Bitap düşmüş at barınağa götürülerek tedaviye alınmış.)
* Bursa'da yine at arabası ile hurda toplayan hurdacının atının yol ortasında yığılıp kalması. Hurdacı genç can çekişenin atının başından bir an olsun ayrılmamış lakin at telef olmaktan kurtulamamış. Açlık, yorgunluk ve kötü muameleye dayanamadı ihtimal.
* Erzurum’da telef olan (ya da dövülerek bayıltılan) bir köpeği köprüden aşağı atan insanlar ve arkadaşlarının atılmasını izleyen diğer köpek canlar.
* Fethiye'de başına vurularak denize atılan ve boğularak karaya vuran bir Caretta Caretta.
Geçtiğimiz yıllarda yine bu civarda nesli tükenmekte olan bir yeşil deniz kaplumbağası yüzgeçlerine ve boynuna parke taşı bağlanmış halde denize atılmış ve su yüzüne çıkamayan hayvan boğulmuştu.
* Arjantin'de plaj ahalisinin selfie çekme sevdası ile denizden çıkarttığı ve bitmek bilmeyen selfie çılgınlığı sonrasında suyun dışında bu kadar uzun kalmaya dayanamayan yavru yunusun ölmesi de yurt dışından gelen kara bir haber.
****
Biçare hayvanlar doğal hayatlarının ortasına dalan oto yollarda olsun, şehir içlerindeki trafikte olsun telef olup gidiyorlar zaten. Yollar yola yapışmış hayvan ölüleriyle dolu.
Bir de üstüne üstlük insan eli ile, bilerek ve isteyerek, üstelik haz duyarak edilen işkenceler ile öldürülüyorlar.

Diğer yanda ise insanlar tarafından bakılmak üzere eve alınıp, sonra da sokağa salınıverilenler var. Onları sokaklara salıverenlerin sayesinde sokaklarda "cins köpek çeteleri" var. Yine öyle cins kediler cirit atıyor etrafta.
Kedilere pek sesleri çıkmasa da, çete oluşturmuş köpeklerden yakınan halk çözümü belediyelerden bekliyor. Belediyeler de hayvancıkları sokaklardan toplayıp belli bölgelere bırakıyor.
Hayvanların oralarda nelere maruz kaldıklarının haberlerini alıyoruz. Gaz odalarına atılmıyorlar ama açlıktan birbirlerini yiyiyorlar. Bir yandan da görevli ekipler tarafından toplu kıyıma uğradıkları çalınıyor kulaklara.
İnsanoğlu işe karışmasa doğa kendi döngüsü içinde dengesini koruyacak aslında. 
Yaralı bir hayvanı canlı canlı çöp arabasına atabilen bir temizlik görevlisi yaşıyor aramızda mesela.
Zararsız bir yavru kedinin başını ayakkabısının topuğuyla ezebilen bir üniversiteli yaşıyor.
Ettikleri eziyetleri cep telefonlarıyla kayda alıp gururla paylaşabilen insanlar yaşıyor.
Ha, unutmadan;
Kurban bayramında kurban keserek daha fazla sevap kazanabilmek adına, kurbanlık hayvana olmadık eza çektirebilen "sevapkârlar" yaşıyor…
****
İşkenceye uğrayan o hayvan eninde sonunda ölüp gidiyor.
Bunları yapanlar ise aramızda "insanmış" gibi yaşamaya devam ediyor…
Zararsız hayvanlardan bu kadar korkacağımıza, onlara bu eziyetleri yapanlardan korkmamız lâzım aslında.
Bugün yavru bir kediyi umursamazca boğazlayan, yarın sizin çocuğunuzun boğazına çöker, öbür gün karısının, herhangi bir gün de damarına basıp kafasını kızdıran bir tanıdığının ya da hiç tanımadığının...

Demem o ki;
Sokaklarda başıboş gezen hayvanların olduğu memleketin sorumluluğu hepimizdedir.
Peki ya içimizde gizli saklı dolanan cani ruhlu insanların sorumluluğu kimlerdedir?

Sokakta gördüğü bir hayvanı tekmeleyen babada mı, hiçbir hayvana el sürmemiş ve evinde bir hayvana yer açmamış bir annede mi, çevredeki hayvanları 'katledilmesi gereken yaratıklar' olarak gören yönetimlerde mi?
İlgisizlikte mi, bilgisizlikte mi, bilinçsizlikte mi, sevgisizlikte mi?

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022

24 Şubat 2016 Çarşamba

Artvin Cerattepe'ye bakar

Strateji oyunlarının anası sayılan "Age of Empires" oynayanlar bilir; madenlere ulaşabilmek için ağaçlar kesilerek yollar açılır, altın madeninde tek kırıntı kalmayana kadar maden kazılır, çıkan altınlar ile ülkeyi korumak için silahlar alınır, ordular kurulur, askerler yaratılır. 
Maden işlemek için olsun, ağaç kesmek için olsun, ekin ekmek için olsun, savaşmak için olsun hep insana ihtiyaç vardır. 
İnsan nüfusunun ayakta kalması için ise besine ve güvenliğe ihtiyaç vardır.
Besin sağlamak için insana ve tarlaya, güvenlik için de insana ve silaha ihtiyaç vardır.
Bunlar için de en değerli maden olan altına ihtiyaç vardır.
Tam bir sarmal kısacası.
Hepsi birbirinin ihtiyacını doğuruyor, hepsi birbirinin ihtiyacını karşılıyor.
Lakin hepsinin ortak noktası tek;
İNSAN!

İnsan olmazsa altın sadece bir maden, silah soğuk bir çelik, tarla ise boydan boya bomboş toprak...
Esas olan her şeye anlam ve değer katan insanı yaşatmak.

Cerattepe'deki altın madenini isteyen şirketin sahiplerini duyar gibi oldum;
"Biz in'san de'gil mii'yiiiz?"
İnsansınız, insansınız tabii, ama sadece kendine müslüman insanlarsınız...
Sarmalın odak noktasına sadece kendinizi koymuş, dünyada sizden başka kimse yokmuş gibi bir zihniyete sahip insanlarsınız...
Hani doğa, hani denge, hani hava, hani su?
Varsa yoksa mangır...

Mangır kısmını geçip altının faydalarına bakalım biraz.
Öncelikle altın çürümez, paslanmaz, eksilmez, ateşte yanmaz, dirençlidir. Bu yüzden de dünya tarihi boyunca en kıymetli madenlerden biri olmuştur.
Okuduğum kadarıyla, bu elementin fayda etmediği yer yok.
Eskiden altın tozları verem tedavisinde kullanılırmış mesela. Ruh ve beden sağlığından estetik ve güzelliğe, diş kaplamasından ağız kokusuna kadar iyi gelmediği yer yok.
Rivayet odur ki; süt banyoları ile bilinen Kleopatra geceleri altın maske ile uyurmuş.
Bu altını elde etmenin yolları var bir de;
Evlenirken koluna boynuna takılan takıların kuyumcunun vitrinine gelene kadar olan yolculuğundan söz ediyorum...
Eski Western filmlerde, nehir yataklarında altın arayanları hatırlayın. İnsanlar yeni keşfedilmiş altın yataklarına hücum eder, nehre çanaklarını daldırıp altın bulmaya çalışır, altın için birbirlerinin canını dahi alırlardı.
Şimdi işler biraz daha karmaşık.
Altın arama ve altını işleme uğruna geride kalan ne varsa itinayla talan ediliyor.
Siyanür bu işin neresinde derseniz;
Altın siyanür ile aranmıyor, lakin altını işlemenin tek yolu da siyanür deniliyor.
Ancak; olur da siyanür kabının dışına taşarsa, ondan sonrası tam bir felaket...

Cerattepe'deki altına ulaşmak için veriliyor şimdi mücadele.
Artvin halkı da haklı olarak karşı duruyor.
"Altının yararı size ise, zararı bize" diyor ve Cerattepe'ye zinhar geçit vermiyor.
Terörist ilan ediliyor, üzerine gaz sıkılıyor, sırtına cop iniyor ama Artvinli tek yürek olmuş şekilde dimdik ayakta duruyor, verilen 'söz'lere inanmıyor ve yeşilinden vazgeçmiyor.
Ormanın faydalarını, kendisine hayrı olmayan altının faydalarından üstün tutuyor.

Türkiye Maden Mühendisleri Odası der ki;
Madenler yer kabuğunda bulunan, çıkarıldıkları haliyle veya zenginleştirme işlemleri uygulanarak ekonomik değer kazanan doğal oluşumlardır. Madenleri diğer doğal kaynaklardan ayıran özellikleri, yenilenemez ve bulundukları yerde çıkarılmak zorunda oluşlarıdır. Madenlerin bu özellikleri de göz önünde tutularak, korunmalarından çok, ekonomik olarak işletilmeleri esası getirilmiştir. Orman alanları, su havzaları, flora ve fauna korunabilir ve geliştirilebilir.
Bu gerçeklerden bakıldığında madenler yerinde bırakılması ve işletilmemesi durumunda ekonomiye katkı koyamayacağından bir doğal zenginlik unsuru olarak gösterilemez. Diğer yandan teknolojik gelişmelerle, bir çok malzemenin (hammadde) yerine ikame edilebilir malzemeler gündeme gelmekte, böylece zamanında ve ekonomik değer taşıdığı süreçte üretime alınamayan bir hammaddenin ikame malzemeler nedeniyle ekonomik değerini yitirmesi olasıdır. Bu durum, yer altı kaynaklarının ekonomiklik sürecinde hemen üretilmesi gereğini ortaya koymaktadır. Gelişmiş ülkelerin iktisadi tarihi incelendiğinde madenler ve madenciliğin kalkınmaya çok önemli katkısı açıkça görülmektedir.
****
Artvin'in üzerinde dağ, dağın üzerinde orman.
Orman dağı tutar, Artvin ormanın gözünün içine bakar.
Çek tepenin üzerinden ormanı, dağ olduğu gibi Artvin'in üzerine akar.
Sen dağın altında kalırsın, altını alan ise ardına bakmadan kaçar.

Şimdi sen Artvinli olsan verir miydin dağını ormanını?

Mesele ağaç meselesi değil elbet, güven meselesi, inanç meselesi, hâttâ ve hâttâ hayat memat meselesi...

Kadın yiyen canavar

Bakın tanıştırayım;
Fotoğrafını gördüğünüz kızın adı Necla. Necla henüz yirmili yaşlarının başlarında.
Yetiştirme yurdunda büyümüş, 8 ay önce memur olmuş.
Zonguldak'ta kömür işletmelerinde çalışıyormuş.
Necla bugün ölmüş.
Sanılan o ki Necla öldürülmüş.
Başına poşet geçirilmiş ve boğazı kesilmiş bir halde bulunmuş evinde.
Necla, 2016 'kadın cinayetleri' istatistiklerine +1 olarak listedeki yerini aldı şimdi.
Bir sonraki hemcinsi gelene kadar son kurban olarak o anılacak artık...
****
Bu cinayeti kim işledi ise çok geçmeden bulunacak elbet, ama ben ülkemizde yaşayan ve kadın kanı içerek beslenen bir canavarın olduğuna inanmaya başlayalı oldu epey bir zaman.
Üstelik bu canavar T.C. uyruklu.
Üstelik Türkiye'nin her yerinde yaşıyor.
Nerede bir namus(!), nerede bir töre(!) ya da nerede bir kıskançlık(!) bahane edilerek işlenmiş kadın cinayeti varsa, ardından muhakkak bu canavar çıkıyor.
Bu canavarın o kadar çok kolu var ki, bir koluyla bir kadını boğazlarken, diğer koluyla başka bir kadını kurşun yağmuruna tutabiliyor, diğer bir koluyla da bir kadını duvardan duvara çarparak öldürebiliyor.
Nasıl insafsız bir canavarmış bu böyle anlamadık, sevdiğini söylediği kadınlara etmediği zulüm, yapmadığı işkence bırakmıyor.
Üstelik canavar bazen kurbanlarının kendi kendilerini parçalamaları için onlara her türlü yolu açıyor.
Sonra da tereyağdan kıl çeker gibi gerçekleşen bu kıyımı zevkle izliyor.
Bknz; dört gün önce Kayseri’de matematik öğretmeni Bayram Ö.’nün cinsel istismarına uğrayan ve iki gün önce de hayatına son veren 18 yaşındaki Cansel K...
İşin kötüsü;
Kurbandan geriye kalan parçalar da, kurbanı şeytanlıkla suçlayanlar arasında paylaşılıyor.
Her gelen haberle yerle yeksan oluyoruz. Canavar nerede pusuya yattı, nerede karşımıza çıkacak, bizi hangi köşe başında bekliyor bilmiyoruz...
****
Eskisi yenisi derken şöyle bir baktım da, sadece 2015 yılında 144 kadın cinayeti (kayıtlara geçen) işlenmiş.
2016 yılının henüz daha başında olmamıza rağmen ard arda aldığımız haberlere bakarsak, 2016 yılı rakamları 2015 yılını aşar...
****
Artık istatistik tutmaktan, gidenleri saymaktan, suçluları aklamaktan kurtulsak da şu canavarı boğmak için cezaların en caydırıcılarını hayata geçirmekten başlasak diyorum işe.
Önce insan ilişkileri, sonra da kadın-erkek ilişkileri ile ilgili her yaştan insana ulaşabilecek çalışmalar yapsak.
Okulların müfredatına dersler, anayasaya acil yasalar koysak.
İnsanlara en kolay ulaşmanın yolu olan "televizyon programları" politikalarını özellikle bu konuyu dikkate alarak planlasak. Cemaate seslenen cami imamlarını bu konuda eğitmeyi unutmasak.
İletişim kanallarının tümüne bu konuda öncelik tanısak.

Bana öyle geliyor ki,
İyileştirme yolunda bir yol almaz isek eğer, sonunda "kadın" diye bir canlı kalmayacak buralarda.
Bu da hepimizin sonu olacak...


Kadına Şiddet ve Kadın Cinayetleri Yazılarım

Nerde kalmıştık? / 4 Ocak 2011
Öyle bir ceza ki! / 1 Şubat 2011
Diğerleri’nin meraklıları / 8 Şubat 2011
Aşkım için yaptım Hakim Bey! / 18 Şubat 2011
Bugün kutlayacaksınız, ya yarın? / 8 Mart 2011
Meclis’te Kadın Olmak / 19 Nisan 2011
At — Avrat — Silah / 27 Mayıs 2011
Katil Kadınlar / 28 Haziran 2011
Şafak’ın Eteği / 5 Temmuz 2011
8 bin 372 / 12 Temmuz 2011
Taammüden / 26 Temmuz 2011
Gitmek mi zor, kalmak mı? / 6 Eylül 2011
İsyan bu, haykırış… / 16 Eylül 2011
O kadın bir kez de o manşette öldürüldü / 11 Ekim 2011
Suçlu, ayağa kalk! / 3 Kasım 2011
Tecavüzcüden koca olur mu? / 4 Kasım 2011
Son karar: Kendi rızası ile! / 18 Kasım 2011
Aklından bile geçirme! / 29 Aralık 2011
Hırsızın hiç mi suçu yok! / 2 Şubat 2012
Şiddete şiddetle karşıyım! / 18 Şubat 2012
Benden artık bu kadar… / 3 Mart 2012
Siz hiç dayak yediniz mi? / 24 Mayıs 2012
Şeytan da bir Melek ise… / 15 Haziran 2012
Tabancamın sapinu gülle donatacağum / 3 Aralık 2012
Toplumsal Cinsiyet Bilinci / 8 Aralık 2012
Onlar, toplu tecavüzcüler / 15 Aralık 2012
Anlayan anladı Bakan Bey, anlayan anladı! / 15 Nisan 2013
Kan Kırmızı, Ruj Beyaz / 30 Nisan 2013
Eline, beline, en çok da diline… / 13 Temmuz 2013
Göbek değil, bebek bebek! / 25 Temmuz 2013
4 parmakla değil, 5 parmakla STOP! / 22 Ağustos 2013
Kanla yıkanınca temizlenen namusumuz var bizim / 15 Eylül 2013
Ajda’yı sahneden kovan paralı adam… / 16 Eylül 2013
Anne 9 günlük tatilde, 2 aylık bebek evde! / 21 Ekim 2013
Şeytan bu işin neresinde? / 5 Kasım 2013
Allah da sizi güldürsün e mi! / 23 Ocak 2014
Bu kadar günahın vebali öte tarafta mı ödenecek? / 7 Mart 2014
Bu kez neyi kutluyoruz? / 8 Mart 2014
Kıyım kıyım kıyıyorlar hiç acımadan / 18 Nisan 2014
Anlaman için her gün sana ‘çüş’ mü dememiz gerek? / 23 Nisan 2014
Dişe diş, kana kan, hattâ idamsa idam! / 2 Mayıs 2014
Bırakınız gülelim, bırakınız sevelim / 1 Ağustos 2014
Susturamadığından korkar insan / 23 Ağustos 2014
Sen kimsin be adam! / 22 Eylül 2014
Duvağın altındasın, SOBE! / 14 Ekim 2014
Gelenekler binlerce olsa da gerçek tektir! / 15 Ekim 2014
Dünya’nın derdi ‘KADIN’ olmuş / 26 Kasım 2014
Her şeyin müsebbibi kadın! / 10 Aralık 2014
O kadınlar hep Anan, Bacın, Avradın! / 7 Ocak 2015
Bir 14 Şubat’a daha ulaştık sürünerek / 14 Şubat 2015
Soysuzun soyu kurusun, çoğalmasın / 15 Şubat 2015,
Artık utanan taraf kadın olmayacak! / 16 Şubat 2015
Kadın Doğdum Ben / 10 Mart 2015
Savaşın öteki yüzü… / 11 Mart 2015
Biz mi gidelim, siz mi gidersiniz? / 7 Mayıs 2015
‘Topuklularımı hiç çıkartmadım’ / 15 Mayıs 2015
Hoşgörüsüzleri hoş görmüyorum / 29 Mayıs 2015
"Oraya geri dönemem!" / 3 Haziran 2015
Bir insan olarak sus! / 1 Ağustos 2015
Sizin olsun bu dünya / 7 Kasım 2015
Bitmeyen savaş yapmışlar / 13 Aralık 2015
Çocuklar İYİYMİŞ! / 26 Aralık 2015
Hodri Meydan / 4 Ocak 2016
Namussuz! / 26 Ocak 2016
Beleşçisin arkadaş! / 29 Ocak 2016
Bu kadar günahın vebali kimin boynunadır? / 30 Ocak 2016
Benimle Dans Eder Misin? / 1 Şubat 2016
Kadın yiyen canavar / 24 Şubat 2016
Katil oldum ben… / 10 Mart 2016
“İffetli kadın olmak istemiyoruz!” / 16 Mart 2016
Zevk alıyor muyuz? / 31 Mart 2016
Çocuk sayını söyle bana porsiyonunu söyleyeyim sana / 6 Haziran 2016
Neye güldün arkadaş? / 28 Ekim 2016
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Ben erkek olsaydım / 9 Aralık 2016
Buz yanığı yürekler / 30 Aralık 2016
Eşitlik Berekettir / 7 Mart 2017
Seçmece bunlar! / 22 Eylül 2017
Bir kızım olsaydı eğer / 11 Ekim 2017
Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır / 18 Ekim 2017
Yazık, çok yazık… / 15 Aralık 2017
Şeytan üflemekle kalmamış / 26 Aralık 2017
İzin verme, BEKLET! / 4 Ocak 2018
Fırsatçı yağmacılar / 9 Ocak 2018
Cennet-i âlâ / 18 Ocak 2018
Son Perde inmeden / 29 Ocak 2018
Tüyden Elbiseli Kadınlar / 25 Şubat 2018
Koş koş, asansörcü ağabeyi getir! / 28 Şubat 2018
Umutsuz değil, Umut Dolu Kadınlar / 6 Mart 2018
10 güncelleme onay gerektiriyor / 11 Mart 2018
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Büyük Gözler Bizi İzler / 22 Ağustos 2018 
Kaç Çocuk Yedin? 2 Temmuz 2018
Kadın, Şiddet, Medya ve dahası / 30 Ekim 2018
Çocukları kanatmayın / 20 Kasım 2018
Perperişan! / 4 Ocak 2019
Kadınlar Burada, Erkekler Nerede? / 3 Mart 2019
Türk Kadınının Savaşı Başka / 19 Mart 2019
Yasalarımız Var, Evet! / 25 Mart 2019
Kırmızı Başlıklı Kız da Değişti / 25 Haziran 2019
Sistem Hata Veriyor / 2 Temmuz 2019
Tekdîri geçelim, tokmağa gelelim! / 23 Ağustos 2019
Ben Kendimi Anlayamıyorum! / 5 Aralık 2019
Yapabilirim, Yapabilirsin, Yapabiliriz / 12 Aralık 2019
Kapı / 20 Aralık 2019
Şiirin Peşinde Kadın / 9 Mart 2020
Cinsiyetçi Dilden Yılanlar! / 15 Haziran 2020
Trafikte Kadın Olmak / 14 Ağustos 2020
Madalyonun Üç Yüzü / 23 Kasım 2020
Kadının Adı Mezar Taşında / 30 Aralık 2020
Katil Kadınlar / 9 Ocak 2021
Baldan Tatlı Zehirli Öfke! / 7 Mart 2021
Kraliçe olmak mı, ASLA! / 11 Mart 2021