1 Mayıs 2015 Cuma

İşçi patronsuz, patron işçisiz olur mu hiç?

Benim babam işçi değildi.
Benim babam patron da değildi.
Ne patronu vardı altında çalıştığı, ne de işçisi altında çalıştırdığı.
Kendi kendisinin efendisi, kendi kendisinin kölesiydi.
Zeytinliklerde kendisi çalışır, bazen arkadaşlarına yardıma gider, bazen de arkadaşları ona yardım ederdi. Piç kırma, dal ayıklama, zeytin toplama, çapa, bel… Hepsini özenle ve zevkle yapardı.
Ayıkladığı dalları yakarken karşısında bir bardak çay içer, bir de sigara tüttürürdü keyifle.
Çapalayarak ya da bel yaparak havalandırdığı toprağa bakardı karşıdan. Yeşilden kahverengiye dönmüş toprağa ve onu gururla izleyen babama bakardım ben de.
Her ne yaparsa yapsın yaptığı işin hakkını vermek buydu.
Varsın elleri toprakta kök salan ayrık otlarını temizlerken kesilsin, varsın toprağın içinden ayıkladığı taşları taşırken beli incinsin…
****
İşçilik ve işçi bayramı kavramı 1977’deki katliama dönen kutlamalar ile kazındı kafama.
Taksim Meydanı’na bakan binaların üst katlarından açılan ateş sonucu bilançosu 34 ölü, 136 yaralı olan katliamın zihnime kazınan görüntülerinde panik halinde birbirinin üzerine yığılmış binlerce insan var.
12 Eylül’e giden yolun köşe başlarından birisiydi işte o katliam.
Ki dört sene sonra memleket kıvama gelince son darbe indiriliverdi.
O günlerde dinlediğimiz Tamirci Çırağı’nın İşçisin Sen İşçi Kal dizeleri, sahibi Cem Karaca ile birlikte memleketi terk etti.
Sonra 1 Mayıslara Taksim yasağı geldi.
Sanki Taksim’de olay çıkartan “işçiler”di…

Nereden çıkmış bu 1 Mayıs?
1 Mayıs’ın kökeninde yatan “sekiz saat” formülü ilk olarak 1917 senesinde, İngiltere’de Robert Owen tarafından dillendirilmiş:

“8 saat iş, 8 saat uyku, 8 saat canımız ne isterse”
Rosa Luxemburg ise 1894′te kaleme aldığı metinde şöyle anlatmış 1 Mayıs’ın doğuşunu:
“Sekiz saatlik iş gününü kazanmanın bir aracı olarak bir işçi bayramı kutlamasının kullanılması fikri ilk olarak Avustralya’da doğdu. İşçiler 1856′da, sekiz saatlik iş günü talepli bir gösteri olarak, mitingler ve kutlamalar eşliğinde bir günlük genel grev yapmaya karar verdiler. Bu kutlamanın tarihi de 21 Nisan olacaktı. İlk başta, Avustralyalı işçiler bunu sadece 1856 yılı için düşündüler. Fakat bu ilk kutlama Avustralya’nın işçi kitlelerini ateşleyip yeni bir heyecana iterek, üzerlerinde o kadar güçlü bir etki yaratmıştı ki, bu kutlamanın her yıl yapılmasına karar verildi. Avustralyalı işçileri ilk örnek alan Amerikalılar oldu. 1886′da 1 Mayıs’ın genel grev günü olmasına karar verdiler.”
3 Mayıs 1886’da Chicago’daki Mc.Cormick fabrikasında, en az altı işçinin hayatını kaybettiği bir çatışma yaşanmış. Ertesi gün polis saldırısını protesto etmek için Haymarket Alanı’nda yapılan gösteride polis saflarının önünde patlayan bomba sonucu 7 polis hayatını kaybetmiş. Geri kalan polisler protestoculara ateş açmış. Belirsiz sayıda protestocu ölmüş ve yaralanmış.
Grevi örgütleyen sekiz kişi mahkemeye çıkartılmış. Zanlılarla bombalı saldırı arasında herhangi bir bağlantı kurulamamış ancak hepsi suçlu bulunmuş ve 4’ü idam edilmiş. Biri hücresinde ölü bulunmuş ve kayıtlara intihar olarak geçmiş. İşçi önderlerinin idamından iki yıl sonra, 1889’da toplanan 2. Enternasyonal’in Paris Kongresi’nde 1 Mayıs birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kabul edilmiş.
İşçi Bayramı kutlamaları niyeyse dünyayı hep rahatsız etmiş ve hep yasaklanmış.

Ankara’da ilk 1 Mayıs
Prof. Dr. Mete Tunçay “Türkiye’de Sol Akımlar” adlı eserinde 1922’nin 1 Mayıs’ını şöyle anlatmış:
“1 Mayıs 1922’de ilk işçi bayramı kutlandı. İmalatı Harbiye, demir yolu işçileri ve mürettipler, eş ve çocuklarının da katıldığı bir toplantı yaptılar. İzmir Mebusu Yunus Nadi (Abalıoğlu), Menteşe Mebusu Tevfik Rüştü (Aras) ve Rus elçiliğinden bazı memurların katıldığı bir tören yapıldı ve akşam da Millet Bahçesi’nde eğlence düzenlendi.”

Türkiye’de 1 Mayıs
1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak “İşçi Bayramı” ilan edildi.
1924’te hükümet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı.
1925’te çıkan Takrir-i Sükun Yasası, İşçi bayramını kutlamayı yasakladı ve uzun yıllar bu yasak geçerliliğini korudu.
1935 yılında 1 Mayıs’a “Bahar ve Çiçek Bayramı” adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi.
27 Mayıs 1960’ta Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu’nun kabul edildiği 24 Temmuz 1 Mayıs yerine önerilse de, bu öneri kabul görmedi.
1960’lı yıllarda, işçi hareketi gerçek bir gelişme ve sıçrama yaşamasına rağmen, kitlesel 1 Mayıs kutlamaları yapılmadı.
Yasaklamalar 1976’ya kadar sürdü. O yıl 1 Mayıs DİSK öncülüğünde ilk kez kitlesel olarak Taksim Meydanı’nda kutlandı.
Sonrası malum, 1 Mayıs 1977…
Aradan geçen 33 senenin ardından sendikaların 2010’da yaptığı başvuru kabul edildi ve o yıl 1 Mayıs Taksim’de ilk kez resmi olarak kutlandı.

O dönemlerde Başbakan olan Erdoğan, AK Parti grup toplantısında yaptığı o konuşmada:
“2010 yılı 1 Mayıs’ı mutlaka hafızalara kazınacaktır. Mutlaka tarihimizde kendisine unutulmaz bir yer bulacaktır. Zira 2010 1 Mayıs’ı Türkiye’nin nasıl değiştiğinin, nasıl olgunlaştığının, tabularını nasıl yıktığının, statükoyu nasıl aştığının, tahrik ve provokasyon korkularından nasıl sıyrıldığının somut bir abidesi olmuştur. Evet Türkiye bu manzara için bu bayram havası için tam 33 yıl beklemek zorunda kalmıştır. Ama işte dün nihayet gerçekleşmiştir. Türkiye nihayet bunu başarmıştır. Taksim’deki dostluk, kardeşlik ve dayanışma tablosu Türkiye’nin çetelerle mücadelesinin bir eseridir.” dedi.
Sonra ne olduysa oldu, 2010, 2011 ve 2012’de özgürce ve olaysız kutlanan 1 Mayıs’lar, alanda açılan inşaat çukuru bahane edilerek Taksim İşçi Bayramı’na kapatıldı.
2013’den beri de “Taksim’e çıkarsın, çıkamazsın” tartışmaları bitmek bilmiyor.
****
Bu hengame içerisinde pek çok işçi sağlıksız koşullarda çalışmaya devam ediyor.
İşçilerden acıkmayan, susamayan, hastalanmayan, defi hacet ihtiyacı olmayan robotlar olması bekleniyor.
Ki teknoloji o robotları yaratınca pek çok insan işsiz kalmadı mı?
“Emek sömürülmeden sıçrama olmaz” demişti dinlediğim bir konuşmasında Ege Cansen.
Doğru, lakin; sıçramadan sonra oluşan kazanç paylaşılmazsa, sıçrayan kendisine sıçrayıp kendisini sıçratanların emeğini sömürmeye devam ederse, arkasındaki gücü görmezden gelerek “Her şeyi ben yaptım” diyerek iktidar sarhoşluğuna kapılır ve “Altta kalanın canı çıksın” derse, neye yarar öyle sıçrama?
****
Ben’ce;
Hak yiyerek, ah alarak, gözyaşı akıtarak edinilen gücün içi boştur.
Öyle bir gücün itibarı yoktur.
Çalışandır patronu patron eden, patrondur çalışanına yön veren.
İkisi birbiriyle sarmal, ikisi de kazanca ortak.
Gerisi bayram, gerisi ilerleme, gerisi refah…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder