29 Temmuz 2025 Salı

Bu Ahval ve Şerait İçinde

Medya günlerdir kızgın bir ejderhanın ağzından kamçı gibi çıkan yalazı görüntüleriyle alev alev yanıyor. Arkasını deli esen rüzgârlara dayamış o kamçı bir solukta ağaçları tutuşturuyor, sonra bir bakıyorsunuz koskoca bir ormanı içindeki tüm canlılarla birlikte yalayıp yutmuş. 
Evet, dünya kurulalı beri kendi kendine çıkıp kendi kendine sönen yangınlar şimdilerde insan eliyle çıkartılıyor ama insan eliyle söndürülemiyor.
Çünkü söndürmek isteyenlerin karşısına orantısız gücü ile dikilen alevler onları da yutuveriyor.
Orantısız dedim, doğru. Ne kadar orman o kadar tedbir, ne kadar tedbir o kadar ekipman olması lâzım değil mi? 
Yok, değil. Bu hesaplamalara artık gerek yok. 
Çünkü çoğu ya yanmış ya da talana açılmış olduğundan kısa bir zaman içinde ortada yanacak orman kalmayacak. (Orman Genel Müdürlüğü’nün resmi istatistiklerine göre 2012-2022 döneminde orman arazilerinde toplam 109.884 hektar maden izni verildi.)
Kıyıda köşede kalanları da birkaç seneye küle çevirdik mi al sana tertemiz, pırıl pırıl bir memleket.
Yangın söndürme uçağıydı, helikopteriydi, bilmem neyiydi, daha fazla masraf etmeyelim boşu boşuna. 
Zaten Cumhurbaşkanımızın söylediğine göre ülkemiz 27 yangın söndürme uçağı, 105 helikopter, 14 İHA, 6 bine yakın kara aracı ve 25 bini aşkın personelle Avrupa'nın en hazırlıklı ülkelerinden biri imiş. 2002 yılında 73 ton olan havadan su atma kapasitesi, 2025 itibarıyla 438 tona yükseltilmiş. 
Valla ben bilmem. Benim gördüğüm jant üzerinde giden aracı ile su taşıyan köylü. Seferber olmuş halk. Yanan köyler. Yanan hayvanlar. Yanan ağaçlar. Söndürülemeyen ama yanacak bir şey kalmadığı için sönen bir yangın. Yangına elinde hortum, üzerinde itfaiye armalı bir tişört ile müdahale eden itfaiyeciler ve insanüstü bir gayret ile yangın alanına durmaksızın sorti yapan pilotlar...
Üzülmeyelim; Cumhurbaşkanımızın zikrettiği sayılar bugünkü yangınları söndürmeye yetmiyor ama ileride çıkacak birkaç yangını söndürmeye yeter de artar. 

Toplamda 23 milyon hektar olan ormanlık alanlarımızda 2024 yılında çıkan 3 bin 800 orman yangınında 27 bin hektar alan zarar görmüş.
(Maden izinleri)          109.884 ha
(Yanmış alan)                27.000 ha
Toplam kayıp:             136.884 ha
2025 izinlerini ve 2025 yangınlarını bilahare ekleyeceğiz artık.
(24-26 Haziran arasında 8 adet büyük ölçekli yangın çıktı. Yangınlar sonucu 17 kişi öldü ve 50 binden fazla kişi tahliye edildi. Yangınlardan dolayı 80 bin hektardan fazla alan kül oldu ve yerleşim yerlerine yangınlar sıçradı.)

Yağdır Mevlâm Su
Ha bu arada haklarını yemeyelim; Bursa'da bir türlü söndürülemeyen yangınlar için Yağmur Duası daveti yapıldı ve "28 Temmuz 2025 Pazartesi günü Ulu Cami ve tüm camilerimizde sabah namazına tüm halkımız davetlidir." dendiSabah namazı ve yağmur duası için camiye gelenlerden Allah razı olsun. 
Olsun da; akıllara düşen soru şu; "Niçin daha önce denmedi?" 
Neyse, ben müjdeyi vereyim: Meteorolojinin 5 günlük harita ve uydu görüntülerine göre 30 Temmuz Çarşamba günü yağmur geliyor. (Hava tahmini yapan Kızılderili kardeş, senin de kulakların çınlasın.)
1 gün yağacak bir yağmur devam eden yangınları söndürmeye yeter 
mi bilmem. Hem, sönse ne olacak. Hava sıcak, otlar kuru, rüzgâr kuvvetli, duyarlılık desen yok, temizlik desen yok, öngörü desen yok.
Üstelik yangın çıkartmak isteyen bir akıl için bir bidon benzin ve çakar çakmaz çakan bir çakmak ya da kendisi de ağaçtan yapılmış bir kibrit çöpü ne güne duruyor... Döküverirsin, çakıverirsin, yakıverirsin sonra da kaçıverirsin...

İşin Duan, Duan İşin Olsun
İnsan işini layıkıyla ve sorumluluk duygusuyla, yani dua eder gibi yaparsa onun en büyük duası olan yaptığı iş yerine ulaşır ve duası kabul olur.
25 Ocak 2020 tarihli bir yazımda:
"Vatandaş işin doğrusunu yanlışını bilemez her zaman. Cebinden çıkacak parayı hesaplayıp işin ucuzuna kaçabilir. Bunu belli bir standarda oturtmak ve kanunu nizamı uygulamak devlet kurumlarının işi. 
Göz kapatıp avanta alınca, üzerine de dua edince olmuyor.
Dua tek başına yetmiyor.
Duayı başından edeceksin.
Senin duan dürüstlüğün ve doğruluğun olacak.
Üzerine yine el açıp şefaat dile. Geri çevrilmezsin." demiştim. 
Yine aynısını diyorum.

Koru Kolla
Bir felaket olduktan sonra yapılan çalışmalar çok önemli ancak esas önemli olan felaketi oldurmamak. 
Bunun için konulacak hedef de, koruyucu hekimlik mantığı ile önce hasta olmamak. Yangın çıkmasını, çıkanın yayılmasını önleyebilmek. Halkı ayrı, yönetimleri ayrı, kurumları ayrı bilinçlendirmek. Kuralları koymak ve tartışmasız uygulamak. Bilimi ve teknolojiyi kullanmak. Ve her an teyakkuzda olmak.

Halk Burada
Her felakete koşan, her taşın eline altını koyan, vatanı vatan, devleti devlet bilen insanlar daha ne yapsın? Bir yandan orman talanını durdurmaya çalışıyor, bir yandan orman yangınıyla mücadele ediyor, bir yandan üzerine yüklenen yüklerin ağırlığı altında eziliyor. 
Vergi desen çifter çifter, zam desen yağmur gibi, maaş desen cücük kadar. Hak, hukuk, adalet diye haykırırsa da hop içeri.

Yurttan Sesler
* Yangın uçağı alma parası ve faiz. (Evrensel gazetesinden Uğur Zengin'in haberine göre: "Son 5 yılda 6.2 milyar TL faiz geliri elde eden Orman Genel Müdürlüğü, 2024 yılında Jandarma Genel Komutanlığı ve Rusya Acil Durumlar Bakanlığı ile protokol imzalayarak toplam 75 adet hava aracı kiraladı. 3 yıllık kiralama kapsamında; 50 helikopter için 2.1 milyar TL, 14 uçak için 1.2 milyar TL, Jandarma Genel Komutanlığından kiralanan 10 helikopter için 251.7 milyon TL ve Rusya Acil Durumlar Başkanlığından kiralanan 1 uçak için 164.6 milyon TL ödeme yapıldı. Buna göre toplam 75 uçak için üç yıllık kira tutarı 3.7 milyar TL oldu. Üç yıl için 75 uçağa yapılan harcama tutarı 2024 yılı parasal değerlerine göre son 5 yıllık faiz gelirinin yüzde 31.76’sı, son 5 yıllık toplam kârın ise yüzde 6.75’i kadar oldu. 2024 yılı uçak kiralamaları tutarının kâr ve faiz gelirine oranı ise sadece yüzde 5.57’si kadar gerçekleşti."Hatırlayın, Adıyaman depreminde de Kızılay çadır satmıştı.
* Kartalkaya yangınındaki gibi 'yanan alanların sorumluluğu kimde' konusu yine gündemde. (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Savaş Zafer Şahin, kırsal bir bölgedeki mahallenin yakın çevresindeki orman alanlarında çıkan yangından Orman Genel Müdürlüğü’nün sorumlu olduğunun altını çiziyor. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında özel kanunlarla düzenlenmiş kırsal alanlarda yetki ve sorumluluk büyükşehirde değil. Ancak yangın yerleşim alanlarına sıçrarsa Büyükşehir'in yetki alanına giriyor. Belediyelerin itfaiye hizmetleri de burada devreye giriyor. Şahin, eğer yangın bir yerleşim yerinde başlarsa ilk müdahale büyükşehir tarafından, yangın orman alanına sıçrarsa Orman Genel Müdürlüğü tarafından yapılması gerektiğini belirtiyor. Kaynak: teyit.org)
* Yangına koşan itfaiyeden köprü geçiş ve feribot parası almak nedir? (Osmangazi Köprüsü'nün geçiş ücretlerine ilişkin olarak yapılan sözleşmeler doğrultusunda ambulansların yanı sıra itfaiyelerin, sağlık kuruluşlarının araçlarının, askerî araçların ve polis araçlarının da geçiş ücreti ödediği ortaya çıktı. Bahsi geçen araçlar yalnızca köprü üzerinde veya otoyolda meydana gelen bir kazaya ya da olağan dışı bir duruma müdahale etmek için geçerlerse geçiş ücreti ödemeyecek. Bozcaada’daki yangına giden itfaiyenin tatilciler sıralarını vermediği için feribota binemediğini de unutmayalım.)
* CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır Meclis'te düzenlediği basın toplantısında, Atatürk Orman Çiftliği'nden 403.000 metrekare orman arazisinin eski Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın üniversitesine Cumhurbaşkanı'nın imzasıyla verildiğini söyledi.
* Yağmur duasına çıkanlara bir minik hatırlatma: Ağaç olmazsa yağmur olmaz!
* Sosyal medya paylaşımlarından birinde, yangının üzerine tekbirlerle gidenlerin, yangın üzerlerine ilerleyince tekbirle kaçıştıklarını gördüm. Erkan Yolaç'ın tabiriyle, Mehter Marşı'yla gelip İzmir Marşı'yla dönmek mi desem ne desem... Bu duruma söylenecek en güzel söz, 'önce tedbir sonra emanet' olmalı.
* Orta Çağ karanlığının karanlık rahipleri vebanın Allah'ın bir cezası olarak günahkâr  insanlar için gönderildiğini, böylece kötülerin cezalandırıldığını söylerdi. Ta ki kendileri de vebaya yakalanana kadar. 
* Yangının ortasında kalarak ölenler bir yanda, eğitim sırasında bedenleri susuz kaldığı için ölen askerler bir yanda, nasıl olduğu anlaşılmaz bir şekilde mağarada ölen askerler bir yanda, 'rüşvet değil sadaka' aldığını söyleyen Diyanet'in Mekke sorumlusu Ahmet Daştanbek bir yanda...

İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un dizeleriyle haykıralım; 
"Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki feda!" 
Tamam ama bunlar başka...

Bu ahval ve şerait içinde yaşamaya çalışıyoruz işte.
Şartlar adeta savaş şartları. 
Ama düşman nerede göremiyoruz. Hain kim bilemiyoruz.
İçimizde mi, dibimizde mi, yukarıda mı, aşağıda mı, nerede? 
Eyyy hainler, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyor iseniz yaşattıklarınızı yaşamadan bu dünyadan göçmeyiniz...
29 Temmuz 2025 / C.E.Y.

Süphaneke dinimiz amin! / 25 Ocak 2020
Dip! / 13 Ağustos 2021
Artemis'i Yakan Adam! / 4 Temmuz 2025

16 Temmuz 2025 Çarşamba

Onuncu Köy Silivri

Bekir Coşkun'un Günaydın gazetesindeki köşesinin adı Dokuzuncu Köy idi. Sabah gazetesine geçtiğinde köşesinin adı Onuncu Köy oldu. Zaman içinde farklı gazetelerde yazsa da, On'dan başka köye taşınmadı. 
Abdullah Gül için "O benim Cumhurbaşkanım olamaz" dediği için kendisine "İstemeyen vatandaşlıktan çıkar!" diyen dönemin başbakanı Erdoğan'a, "Gidecek yerim yok" başlıklı yazısı ile cevap vermişti. Yazıda anlattığı gibi; Uğur Ergan kendisini aramış ve Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği ile konuştuğunu, Türkiye’den kovulma haberini gösterirse Coşkun'u mülteci kabul edeceklerini, ama bir de işkence-mişkence gibi, darp izi var mı diye sorduklarını söylemişti. Bekir Coşkun yurduna olan aşkını anlattığı yazısını, "Doğrusunu isterseniz bu toplumun göz göre göre dinimizi siyasete alet edenlerin peşine takılması, boşa giden yazılarım, o yalnız kalma duygusu... Bunların tümü canımı yaktı ve sevgili Uğur’a "Darp izi yok da, yürek yarası olur mu?" diye sordum. Olsa da, olmasa da... Benim gidecek başka bir yerim yok..." sözleriyle nihayetlendirmişti.
Bekir Coşkun 18 Ekim 2020 günü Onuncu Köy'den On Birinci Köy'e taşınana kadar yerinden kıpırdamadı. Coşkun'un On Birinci Köyü'nün adı, doğduğu köy olan Şanlıurfa'nın Tülmen Köyü idi...
Yaşıyor olsaydı bugünler için Onuncu Köy Silivri diye bir yazı kaleme alırdı...

En Entelektüel Köy Silivri
Yıllardır süren "Silivri soğuktur!" kara mizahı son aylarda alacakaranlık kuşağına dönüşmüş durumda. 
Güneydoğu şehirlerinde başlayan Ak Partili olmayan belediyelere "kayyum" operasyonları, Ak Parti'den CHP'ye geçen İstanbul ilçe belediye başkanları ve akabinde Mart 2025'te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile Marmara Bölgesi açılışını yaptı. Ardından Ege'de İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin önceki dönem başkanı Tunç Soyer, Akdeniz'de Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek ve Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar Temmuz 2025'teki operasyonlardan nasibini aldı. 
Sırada kimler var bilmiyoruz...

(Bu arada, yazıyı yazdığım esnada İmamoğlu'nun duruşmasında karar çıktı. Karara göre: 
"Tutuklu İBB Başkanı ve CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu'nun İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek'i 'tehdit edip hedef gösterdiği' suçlamasıyla yargılandığı davada karar çıktı. Mahkeme heyeti İmamoğlu’nun "hedef gösterme" suçundan beraatına karar verdi. İmamoğlu'na "tehdit" suçundan 2 ay 15 gün "kamu görevlisine hakaret" suçundan 1 yıl 5 ay hapis cezası verildi. İmamoğlu'na, kamuoyunda 'siyasi yasak' olarak bilinen cezanın uygulanmasına da karar verildi. Cezanın onanması halinde İmamoğlu'na siyasi yasak getirilecek.")

2025'in ilk tutuklananı olan Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ sonradan gelenlere ev sahipliği yaparak hepsini ağırladı. 148 gün süren tutukluluğunun ardından bayrağı içeridekilere devrederek tahliye oldu.
Silivri'nin sıcağını ya da soğuğunu yiyen sadece belediye başkanları ya da siyasiler değil. Sakinler arasında etki alanı epey geniş olan Fatih Altaylı da var. Zaten onun bütün suçu da etki alanının geniş olması ve kovdurtulacak bir patronunun olmaması.  
Üstüne bir de doğruları dosdoğru söyleyince...
Ona ve diğerler gazetecilere "dedindi, demedindi ya da demek istedindi" suçlamaları ve "Sen bi gel, suç arkandan gelir!" mantığı ile hop gözaltı, hop tutuklama ve marş marş Silivri.  
Tam bir süpürme hareketi ile Dokuz Köyden Kovulmuşların Köyüne Hoş Geldiniz!

Hoş; Bekir Coşkun gibi onlar da bir başka köyde onursuzca yaşamaktansa onuncu köyde onurlarıyla yaşamayı yeğliyorlar ve kendilerini anlatma derdine düşmüyorlar. Biliyorlar ki ortada suç muç yok, sadece suçlama ve muçlama var... Fatih Altaylı'nın eşi Hande Altaylı'nın dediği gibi: "Bazen hapse girenlerden olmak, hapse atanlardan olmaktan bin kat iyidir."

Üstelik bu muçlamalar ters de tepiyor. Fatih Altaylı'nın düzenli olarak içeriden yazdığı mektuplar (eminim ki bu mektuplar kitap olacaktır) program partneri Emre tarafından her gün itinayla okunuyor. Emre'nin sesi ve ekrandaki boş koltuk her gün her zamankinden daha fazla izleniyor. Uğur Dündar, Ahmet Ümit, İsmail Saymaz, Ümit Özdağ gibi isimler programı boş bırakmayarak Altaylı'nın koltuğuna oturup Altaylı'ya, aslında hepimize destek ve moral veriyor.

Daha düne kadar CHP'yi PKK ile iş tutup DEM'lenmekle suçlayan iktidar PKK ile yeni bir açılım başlatıyor. İçeride yatanların pek çoğu ise PKK sempatizanlığı ile suçlanıyor. ("Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu" demek serbest.) Dava bir yerden düşerse, başka bir yerden tutulup tutukluluk devam ettiriliyor.
Kısaca deniyor ki: "Siz şu ara ayak altında dolaşmayın! Uslu uslu içeride oturun!"

Silivri davaları tarihe kara bir leke olarak düşerken dışarıdaki hayat da en kuvvetli leke çıkartıcıların bile fayda etmeyeceği kadar kirlenmeye devam ediyor.
Geçim derdi, adalet derdi, hak derdi, hukuk derdi gibi yaşama dair ne varsa hepsi ile dertlenen insanlar şaşkın, kırgın, kızgın, üzgün ve garip bir şekilde sessiz. 
Küçük bir kesimin ise dünya yansa hasırı yok.
Memleket gerçekten alev alev yanıyormuş, ne gam.
Onlar bağır çağır yaşamaya devam...
****
Dertlenmeyi bir kenara bırakalım ve biraz ileriye bakalım.
Bir gün gelir Marmara Açık Ceza İnfaz Kurumu Silivri Tutukevi ahalisinin katılımı ile Onuncu Köy Silivri programları yapılır/yaptırılır mı dersiniz?
Yapılırsa ne âlâ, yaptırılırsa kötü…
Hani 15 Temmuz’un ardından FETÖ kumpasları ile içeri atılanların sürekli televizyonlara çıkartılıp FETÖ şöyle kötüydü, Kötüydü Evet, böyle kötüydü, Kötüydü Evet, dedirtildiği gibi.
Ama biliyoruz ki kötü olan sadece onlar değildi.
Merak ediyorum, o gün bu işten Rabbim affetsin diyerek çıkanlar Rab katında affedildi mi?
16 Temmuz 2025 / C.E.Y.

4 Temmuz 2025 Cuma

Artemis'i Yakan Adam!

Yangınların yurdumuzun batısını ele geçirdiği şu günlerde yine Anadolu'nun batısında, o dönem bir liman kenti olan Efes'te Milat öncesi tarihlerde geçen bir öykünün anlatıldığı oyunu Bursa Baro Tiyatrosu Tiyatro Advocato'dan izledik.
Bir Efes Masalı oyununu Grigory Gorin'den Filiz Ofluoğlu çevirmiş, İzzet Boğa yönetmiş, müzikleri Nedim Yıldız bestelemiş, ışığı Bahadır Hançer ayarlamış, afişi Seda Sayar tasarlamış, oyunculara da oynamak kalmıştı.
Geceye özel davetiyelerimiz ayrıca kişiye özeldi
Ve Perde!
Oyun, oyuncuların tümünün sahnede olduğu, kimsenin kuliste sahne sırası beklemediği on iki kişilik canlı mı canlı bir oyundu. Tamamı avukatlardan oluşan Bursa Baro Tiyatrosu Tiyatro Advocato oyuncuları hukuk ve mahkeme içerikli bu oyunda tiyatro sahnesinde değil, adeta mahkeme sahnesindeydiler. Sesleri öyle gür, diksiyonları öyle sağlamdı. Oyunculukları ise parmak ısırtıyordu. 
Tarihin Bilinen İlk Kundakçısı
Biraz da oyunu anlatalım. Bir varmış bir yokmuş, iki varmış üç yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde Efes şehri Morpheus'un kollarında yatarken Efes'in ortasında bir Artemis Tapınağı varmış. Gel zaman git zaman bir gün bu tapınağı Efesli bir korkusuz adam olan Herostratus yakmış. Bu adam istemiş ki kimse kendisini unutmasın. İstemiş ki herkes ona "Artemis Tapınağını Yakan Adam!" desin.
* Bugün bir deyim olarak kullanılan Herostratik Şöhret tanımı ne olursa olsun şöhret uğruna her türlü zarar verici, yıkıcı eylemi yapmayı ifade ediyor. Herostratos Sendromu, tanınmak uğruna insanlara ve çevreye zarar veren saldırılar gerçekleştiren kişileri tanımlamak için kullanılıyor. Reklâmın iyisi kötüsü olmaz diyenleri de aynı sepete atabilir miyiz bilmiyorum.

Roma Yanıyorr
Bilinen ikinci kundakçının Neron olduğunu düşünebilirsiniz. Şehri kundaklayan o mudur değil midir bilinmez ama Suetonius ve Cassius Dio, Neron'u delice bir arzuyla şehri yok etmek isteyen bir kundakçı olarak tasvir eder. 64 yılının sıcak bir temmuz gecesi (18 Temmuz'u 19 Temmuz'a bağlayan gece) Circus Maximus etrafında kümelenen dükkânların arasında başlayan ve ahşap Insulaların tutuşmasıyla büyüyen yangının şehrin büyük bölümünü küle dönüştürdüğü sıralarda Neron'nun balkonunda bir müzik aleti çaldığı söylenir. 
Artemis'i Yakan Adam
M.Ö. 356 yılının 21 Temmuz'unda Antik Dünya'nın 7 Harikası'ndan biri olan Efes'teki Artemis Tapınağı'nı yakan o kişi tüm sisteme kafa tutan, her türlü düzeni ve makamı ters yüz eden, korkunun her türlüsünü yaşamış Efesli özgür adam Herostratus idi. 
"Artemis Tapınağı'nın mimarını kimse hatırlamayacak ama Artemis Tapınağı'nı yakan kişi olarak beni herkes hatırlayacak!" diyordu. Unutulmak istemiyordu. Tarihe geçmenin kabulleniş ile değil karşı çıkış ile olacağına inanıyordu. Bunun için sessizliğe değil isyana yöneliyordu. 
(Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler. George Orwell / 1984)
Kendisi hapisteyken drahomadan kalan katlanmış (aile meselesi bir uzun hikâye) borcunu kopartmak üzere koşa koşa hapse gelen tefeci Krisipus'un, ki kayınpederi olur, ek yerini bilip onu ayaküzeri dolandırıveriyordu mesela. Bu tavrı ile 'kendisini dolandırmak istemeyen hiç kimseyi dolandırmayan' Sülün Osman'ı hatırlatıyordu.
Krisipus • Herostratus
Artemis'i Yakan Adam olarak kendi marifetini itiraf edip bundan zevk alırken çevresindekilerin ve sistemin ne kadar iyi(!) olduğunu sorguluyordu. 

Kendisini aşağılayan Baş Yargıç Kleon'a Ben Herostratus'um. Artemis Tapınağı'nı yaktım. Adım çağlar boyunca hatırlanacak. Ama sen Baş Yargıç Kleon, seni kim hatırlayacak? Hayır, sen de beni yargıladığın için anılacaksın!” diye sesleniyor, daha sonra yargıç Kleon'u alaşağı ediyor, Persli Vali Tisafernes'i de Vali'nin karısı Klementina'yı da ayağına getiriyordu. 
Yaktığı sadece Artemis Tapınağı değil, iki yüzlü makam sahiplerinin iç yüzleriydi.
Kleon • Tisafernes • Klementina
Çünkü hepsinin Herostratus'un ayağına gitmek ve ters yüz olmak için yeterince zaafı ve yeterince günahı vardı. 
Nihayetinde hepsi yüzyıllar boyu zerre kadar değişmeyen İNSAN'dı.
Oyunda her karakterin yüzünde maske misali var olan ağır makyajın arkasında sahnedeki karakterlerin karanlık hayaletleri yaşıyordu.

Herostratus'un Korku Basamakları
Korkunun bütün basamaklarını tek tek çıktığını ve her aşamasını iliklerine kadar yaşayıp bitirdiğini söyleyen Herostratus oyunda, Artemis'i yakışı esnasındaki korku basamaklarını bu tirat ile resmetti:
"Birincisi, yaptığım şeyi ilk düşündüğüm an duyduğum korkuydu ama şan ve şöhret kazanacağımı bildiğim için bu korku uçup gitti. İkincisi, beni tapınağın içinde yakaladı. Duvarlara zift sürüp çırayla tutuştururken. En berbatı üçüncüsüydü. Tapınak yanıyordu. Sütunlar devriliyor, mermer parça parça oluyordu. İnsanlar benim yaktığım ateşi görmeye geliyordu. Bağırdılar. Saçlarını başlarını yoldular. Tapınağın yanında bir tümseğe çıktım ve haykırdım. Heeeey, beni dinleyin. Bu tapınağı ben yaktım ben. Benim adım Herostratus. Beni duydular, sus pus oldular. Ortalıkta sadece yanan tapınaktan çıkan sesler kaldı. Sonra insanlar üstüme yürümeye başladı. Gözlerinde alevleri gördüm. O suratlar. İşte o an dördüncü korkuyu duydum. Ölüm korkusu. Ama bu bütün korkuların yanında cılız kalırdı. Çünkü, ben ölüme inanmam."
İnsan korkularından arınınca nasıl da özgürleşiyor değil mi? Sizi korkuttukları ne varsa ellerinden aldığınızda artık kimse sizi korkutamıyor.

Unutturamaz Seni Hiçbir Şey
Ancak egemen güç onu "unutulmak" ile cezalandırmak istedi. Öldürmek ve adını bütün kayıtlardan silmek (damnatio memoriae) istedi... Hani bizim "Unut beni Google" dediğimiz gibi.
Ya da George Orwell'in 1984 kitabında insanları buharlaştıran Gerçek Bakanlığı gibi.
Oysa kimse unutulmak istemez. Geleceğe uzanmak ve sonsuzluğu yakalamak ister. Bunca portre, bunca tablo, bunca fotoğraf, bunca "Selfie", bunca eser ve bunca çocuk neden sanıyorsunuz?

Galka Galkina > Grigory Gorin
Oyunun yazarı Grigory Gorin 1940 Moskova doğumlu bir Rus Yahudisi. Sovyet Ordusu subayı olan Podolian Volochysk'li bir baba ve doktor olan bir annenin çocuğu olarak Moskova'da doğan Gorin, 1963'te Sechenov 1. Moskova Tıp Enstitüsü'nden mezun olduktan sonra bir süre ambulans doktoru olarak çalışmış. Öğrencilik yıllarında amatör oyun yazarlığıyla ilgilenmiş. 1960'lardan itibaren hiciv makaleleri ve çizimleri yayınlamaya başlamış. Sonunda profesyonel olarak yazmayı seçmiş. Yunost dergisinde Mizah Bölümü Şefi olarak çalışırken Galka Galkina takma adını kullanmış. 15 Haziran 2000'de henüz 61 yaşındayken Moskova'daki evinde ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Gorin, Vagankovo ​​Mezarlığı'nda yatıyor olsa da eserleriyle yaşamaya devam ediyor.

İnsanlığın Ateşle İmtihanı
Herostratus oyunda kendini Prometheus ile bir tutuyor. Mitolojiye göre Prometheus ateşi kendi gözyaşı ile yoğurduğu balçıktan yarattığı insana armağan etmek için Demirci Tanrı Hephaistos’un alevler saçan ocağından bir kıvılcım çalar ve insanlara armağan eder. O gün bugün dünya insan eliyle hem ilerler hem tükenir.
Sanırım ateşin (yaratıcılığın, bilimin ve uygarlığın) doğru ellerde olmadığında nelere mâl olduğunu gördükçe Prometheus'un kalbi alev alevdir. O ki tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış, insanoğlunu yaratarak ve onlara ateşi vererek bu düzeni değiştirmeyi başarmıştır. 
Düzeni değiştirmekle iyi etmiştir ancak insanların içindeki çamurun kıvamını ayarlayamamıştır. Kiminin suyu fazla gelmiştir, kiminin toprağı...
Herostratus da bozulan dengelere isyan ederek dengesini kaybedenlerdendir.

Oyundan Dökülen İnciler
* İnsanlar hikâyelere inanır gerçeklere değil. Ben ne anlatırsam insanlar için gerçek o olacak. 
Tarihi kim anlatırsa gerçek o olur. (George Orwell'in 1984 kitabında “Eğer bütün kayıtlar aynı masalı söylüyorsa o zaman yalan tarihe geçecek ve gerçek olacaktır.” dediği gibi.)
* İstersem unuturum istemezsem unutmam. Bazen istesem de unutamam. 
* Rahipler yalnızca zenginlerin getirdiği armağanlarla ilgilenir. 
* İnsanlar kendinden zekileri asla bağışlamaz. 
* Bugün beni lanetleyenler yarın ilginç biri olduğumu düşünmeye başlar, bir yıla kalmaz beni sever, beş yıl sonra bana taparlar.
* Paranı kaybedersen deneyim kazanırsın, sağlığını kaybedersen kaçamak yapmanın keyfini kazanırsın, karını kaybedersen özgürlüğünü kazanırsın. Ama umudunu kaybetmemelisin. Umudunu kaybedersen her şeyini kaybedersin.
* Yazarlıktan kim para kazanmış? Bu zamanda insanlar okumaya para mı harcıyor?
* Erkekler büyük bir sevdaya tutulursa tapınak yaparlar, yakmazlar.
* Yangın vergisi koydum. (Aman kimse duymasın!)
* Hak ve hukuk yürüsün diye büyüklere güç bahşedilmiştir. (Bunu herkes duysun!)
* Halk aptaldır, Tanrıça akıllı. 
* Yasalara krallar hükmeder. Krallara ise Tanrılar.
Herostratus Artemis'i yakarken Tanrılar neredeydi?
* Tapınak İşleri Başkanlığı mı burası?
* İnsan hayatının hangi çağda değeri oldu ki?
* İnsanın edepsizliği, kurnazlığı ve hayasızlığı tüm tanrılardan güçlüdür.
* Ya tanrılar yoktur ya da ben bir Tanrı'yım!
* Tarihi istediğin gibi değiştiremezsin. Tiyatro mu bu?
* Zeus çarpar, soldan alır sağa çakar! 
* İşimiz Zeus'a kaldı...
Oyunun sonundaki selamlama sahnesi bildiğimiz gibi değildi
20 Yılda 20 Oyun • Tiyatro Advocato
Yirminci yılını kutlayan Bursa Baro Tiyatrosu Tiyatro Advocato bu yirmi yılda yirmi oyun oynadı. 2004 yılında 45 avukat ile kurulan ve çalışmalarına tiyatro sanatçısı ve yönetmen Özer Tunca ile başlayan ekip 2005 yılında ilk oyununu sahneledi. 2006 yılından bu yana Avukat İzzet Boğa yönetmenliğinde oyunlarını izlediğimiz ekibin gençlerden oluşan ve sürekli yenilenen kadrosu Tiyatro Advocato'yu hep zinde ve hep diri tutuyor. Tiyatro genç kalır da yönetmeni yaşlanır mı, o da yaşlanmıyor. Tiyatroya olan aşkı ve bu yola baş koymuşluğu İzzet Boğa'yı yaşsız kılıyor...
* Tiyatro Advocato'nun oyun takvimini Instagram hesaplarından takip edebilirsiniz.
Metin Öztosun • İzzet Boğa
Bir Efes Masalı oyununun sonunda sahnede Yönetmen İzzet Boğa, Bursa Barosu Başkanı Metin Öztosun, Bursa Barosu eski başkanları Ali Arabacı ve Ekrem Demiröz, oyunun müziklerinin bestecisi Nedim Yıldız ve oyuncular bir arada...
4 Temmuz 2025 / C.E.Y.

Oyuncular:
Tisafernes: Murat Özdemir
Klementina: Tuğce Alsaç - Feyza Cicioğlu
Erita: Selin Yanmaz Çetin - Ece Kula
Kleon: Kemal İltaş
Herostratus: Batuhan Çağrı Sevik
Krisipus: Said Başpınar
Gardiyan: Hızır Hakkı Coşkun
Günlükçü: M. Barış Haçan
Günlükçü: Serhat Çınar
Vatandaş-Nöbetçi: İshak Emre Kalaycı
Vatandaş-Nöbetçi: Oğuzhan Seymen
Vatandaş: Nihat Onur Altun

BURSA BARO TİYATROSU TİYATRO ADVOCATO yazılarımdan:
Hora Hora Barışa / 20 Haziran 2019
Artemis'i Yakan Adam! / 4 Temmuz 2025

27 Haziran 2025 Cuma

Dağ ve Deniz Çelengi Karadağ

Birçok ülkenin vize uygulaması ile kapısında süründürdüğü bir ülkenin vatandaşı olarak vize talep etmeyen ülkelere gitmek hem daha çekici hem daha onurlu geliyor bana. Eğitim ya da iş odaklı veya zorunlu ziyaretçi olmayıp turist olarak gideceği bir ülkeye yedi ceddini, mal varlığını, güvenilir olduğunu, sadece birkaç günlüğüne girip çıkacağını ve ülkelerinde kalmayacağını ispat etmeye çalışmak için dosyalar dolusu evrak toplamak istemiyor. 'Buyurun ülkeniz sizin olsun!' diyor ve vizesiz ülkelere yöneliyor.
Turizmciler de bunu görüyor ve vizesiz ülkelerde turizm patlaması yaşanıyor.
BUDVA  MONTENEGRO = BUDVANEGRO
Bu kez gözümüzü Doğu'dan Batı'ya, Yakınlar'a, Balkanlara çevirdik. Özge Ersu ve Türk Ekspres iş birliği ile düzenlenen ve Özge Ersu tarafından "BUDVANEGRO" olarak isimlendirilen gezi için Adriyatik kıyılarının kraliçesi Montenegro • Karadağ'dayız. 
İki saati bulmayan bir uçuş ile İstanbul Uluslararası Havaalanı'ndan ülkenin başkenti olan Podgorica (Podgoritsa okunur) Uluslararası Havaalanı'na ineceğiz. 
Türk Hava Yolları'nın son anda yaptığı kapı değişikliği ile  havaalanının bir ucundan diğer ucuna (F kapısından A kapısına) yaptığımız koşu sonrası uçağımıza yetişiyoruz. 
Kısa sürecek uçuşta gökyüzünün bulutsuz oluşundan istifade ederek uçuş boyu geçtiğimiz ülkeleri ve yeryüzünü tüm ayrıntıları ile görüyorum. Türkiye'den çıkıp Bulgaristan, Kuzey Makedonya, Arnavutluk ve devamında İşkodra Gölü üzerinden geçerek Podgoritsa'ya ulaşıyoruz.
Kuzey Makedonya üzerinde Mavrova'dan ve Mavrova Gölü üzerinden geçerken içimden bir Rumeli türküsü olan "Mavrova’dan Aldım Sümbül"ü söylüyorum. 
Mavrova Gölü
Akıp yolunu bulmuş ve güneş ışıklarının yansıması ile erimiş kurşun misali metal gri renk almış sular yukarıdan ışıl ışıl parlıyor. Bu görüntüye yemyeşil bir doğa, sıra sıra dağlar, dağlar üzerinde yaylalar, küçük küçük köyler, ovalarda bölük bölük bölünmüş tarlalar, ip gibi yollar, kıvrım kıvrım akan dereler eşlik ediyor.
Nasıl geçtiğini anlamadığımız yolculuğun sonunda Podgoritsa Havaalanı'na iniyoruz. Burada bizi gezi boyunca bize eşlik edecek olan ve kendisi de Karadağ'da yaşayan yerel rehberimiz Gürkan Hekim karşılıyor. Gezi boyu bizi gezdirecek olan obüsümüze biner binmez Özge Ersu'nun esprili ve yüksek voltajlı zarif uyarısı ile karşılaşıyoruz.
Oturan çarpılır!
Podgoritsa'dan hareket edip, büyük bir kısmı Arnavutluk'ta kalan kısmı da Karadağ'da olan, Balkanlar'ın en büyük tatlı su gölü İşkodra Gölü ile Balkan Dağ Zinciri dağları manzaraları eşliğinde, dört gece konaklayacağımız Budva'ya doğru bir buçuk saatlik kısa bir yolculuk yapıyoruz. Yolculuk esnasında Özge Ersu bizleri isminden başlayarak Karadağ üzerine bilgilendirmeye başlıyor. 
Monte Negro  Crna Gora  Kara Dağ
Ülke Karadağ (Montenegro) ismini, Orta Çağ'daki Venedik kaynaklarına dayanan bir tanımlamadan almış. İtalyanca Monte (dağ) ve Negro (kara, siyah) kelimelerinin birleşimiyle oluşan "Montenegro" ismi, bölgedeki sık ormanlarla kaplı karanlık dağlardan esinlenerek oluşmuş.
Slav dillerinde ise ülkenin adı Crna Gora olarak geçiyor ve yine aynı anlama geliyor. "Kara Dağ" ya da "Karanlık Dağ" anlamını taşıyan bu isim, özellikle Lovćen Dağı ve çevresindeki koyu renkli ormanlık alanlardan dolayı ortaya çıkıyor. 15. yüzyıldan itibaren hem yerel halk hem de Avrupalı devletler tarafından yaygın olarak kullanılıyor ve sonunda ülkenin resmi adı haline geliyor.
Montenegrin / Karadağca dedikleri dilleri Sırpça ile neredeyse aynı dil. Lakin Kiril alfabesinden kopamayan Sırpçadan ayrı olarak, bundan dört yıl kadar önce bazı harflerin üzerine şapka getirmişler.
Yugoslavya’nın dağılışının ardından 1992 yılında Sırbistan ile birlikte Sırbistan-Karadağ adı altında bir federasyonun parçası olan Karadağ3 Haziran 2006'da bağımsızlığını ilan eden, henüz 19 yaşında bir ülke. Türkiye Karadağ'ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkeler arasında.
Ülkenin yüzölçümü 13.812 km². Nüfusu, Ocak 2025 itibarıyla 623 bin 327.
İtalyan çizmesinin doğusunda kalan Adriyatik Denizi kıyısındaki ülke, kuzeydoğusunda Sırbistan, güneydoğusunda Arnavutluk, doğusunda Kosova, batısında Hırvatistan, kuzeybatısında da Bosna-Hersek ile komşu.
Podgoritsa • Titograd
Başkent Podgoritsa, 1946-1992 yılları arasında Titograd adıyla anılır. Bu isim, eski Yugoslavya lideri Josip Broz Tito'ya atfen verilmiştir.  Karadağ Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti olarak Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti döneminde gelişen şehir, bu dönemde sanayileşme ve modernleşme açısından büyük bir ilerleme kaydeder. 1992’de Yugoslavya’nın dağılması ve Karadağ’ın kendi kimliğini yeniden ön plana çıkarmasıyla şehrin tarihî adı olan Podgoritsa geri verilir.

Ülke 2002 yılında kendi para birimi olan Karadağ Dinarı’nı terk ederek Euro’ya geçiş yapmış. Ülke henüz AB üyesi değil ama ülkenin para birimi Euro. AB ile Karadağ arasındaki Vize Kolaylığı ve Geri Kabul Anlaşması, 1 Ocak 2008 tarihinde yürürlüğe girmiş. 2009 yılından itibaren vize serbestisinden yararlanan Karadağ, 5 Haziran 2017 tarihinden beri NATO üyesi. 
Artık buralarda sosyalist yaşamdan pek iz yok.
Türkiye'den Karadağ'a turistik gezide bulunmak isteyen vatandaşlar 90 güne kadar vize almadan bu ülkeyi gezebiliyor. 
Ti To, Ti To, Ti To!
Ek bilgi: Yugoslavya'nın efsane lideri Josip Broz Tito'nun adının sonundaki Tito bakın nereden çıkmış: Josip Broz II. Dünya Savaşı sırasında Užice'de bir kurtuluş savaşı komitesi kurmuş. İşgal kuvvetlerine ve onlarla iş birliği yapan Ustaşa'ya karşı gerilla savaşına başlamış.
Mareşal Tito
Çevresindeki kişilere görev verirken ve iş yaptırırken sık sık "Tİ-TO, Tİ-TO" (Sen bunu, sen bunu… yap!) dediği için arkadaşları kendisine Tito lâkabını eklemiş. Ve bütün dünya onu bu isim ile tanımış.
Karadağ Bayrağı ülkenin tarihini, bağımsızlığını ve kültürel mirasını yansıtan sembollerle doludur. Kırmızı zemin cesareti, özgürlüğü ve Karadağ halkının bağımsızlık mücadelesini temsil eder. Altın çerçeve ise ülkenin zengin tarihine ve devlet otoritesine vurgu yapar.
Bayrağın merkezinde yer alan altın renkli çift başlı kartal, Bizans ve Orta Çağ Karadağ Krallığı’nın sembolüdür. Kartalın göğsündeki mavi kalkan içindeki altın renkli aslan Karadağ’ın gücünü ve bağımsızlığını simgeler. Bu semboller, Karadağ'ın tarihî kökenlerini ve ulusal kimliğini vurgular.
Budva'ya Yaklaşırken
Uçaktan gördüğüm kırmızı çatılı köyler şimdi artık önümde, yanımda karşımda.
Tepelerin eteğinde sırtını tepeye yaslamış ve yeşillikler arasında kaybolmuş küçük köyleri geçerek Budva'ya doğru ilerlerken bizi, Budva'daki ilk günün öğle yemeğini alacağımız restoranın karşısındaki Sveti Stefan manzarası karşılıyor. Yarın bu manzarayı daha net fotoğraflayacağım.
Sveti Stefan
Denize sıfır otelimizin deniz manzaralı odalarına yerleşip biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için Budva merkeze doğru yola çıkıyoruz. Akşam çökmeye başladı. Günün sarı sıcak güneşi son ışıklarını saçarak dağların ardında kayboluyor.
Bu arada bizi bu güzel manzaraların sarhoşluğundan çıkarıp kapitalist sistemin gerçekleriyle karşılaştıran (Türk inşaat firmaları tarafından yapılan) TOKİ'ler ve diğer inşaatlar (bu kadar çabuk olmaz ya hani) ülkeye özlem duyanlar için ideal manzaralar oluşturuyor.
Budva sahilindeki restoranda yediğimiz deniz ürünleri ağırlıklı nefis yemeğin ardından otobüsümüze doğru yürürken, önümüzde deniz ve tekneler, karşımızda ise yarın gezeceğimiz Budva Kalesi bize adeta poz veriyor.
Yürüdüğümüz yollar ve restoranlar kalabalık ancak ortada curcuna yok. Ne işletmeler yüksek seste müzik çalıyor ne de kimse yüksek sesle konuşuyor.
Stari Grad  Eski Şehir
Güne erken başlayıp güneşi denizde doğurduktan ve kahvaltımı da ettikten sonra Budva şehir gezisi için hazırlanıyorum. Yaklaşık on dakikalık bir yolculuk ile şehre inip otobüsümüzün bizi bıraktığı yerden eski şehre doğru yürümeye başlıyoruz.
Bizi bu rengarenk ortancalar karşılıyor
Antik Nekropolis 
Şehrin merkezinde bulunan ve Antik Roma mezar kalıntılarını barındıran Nekropolis, 1937~1938 yıllarında Avala otelinin temelleri için yapılan kazılar sırasında tesadüfen keşfedilmiş.
Nekropol'ün bilgi levhasında şöyle yazıyor: "Taş yapılar üç Roma mezar yapısıyla antik (Yunan ve Roma) nekropolünün yeniden inşa edilmiş bir bölümünü temsil ediyor. Antik Nekropol Kompleksi, Karadağ kıyısındaki tarih öncesi dönemin en önemli buluntularından biri olarak duruyor ve Budva'nın Yunan ve Roma egemenliği döneminden itibaren önemli bir kentsel merkez olduğunu kanıtlıyor."
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ve özellikle 1979'daki büyük depremden sonra yapılan arkeolojik kazılar İlirya-Yunan ile Helen ve Roma dönemlerine ait çok katmanlı mezarlıkların, dikdörtgen, prizmatik ve konik yapıları ile stellas, aras ve cypus gibi kabartmalı süslemelere sahip olduğunu ve Latince yazıtlar içerdiğini ortaya çıkartmış. Mezarlardan elde edilen bulgular arasında altın, bronz, metal, cam, seramik ve taştan yapılmış çok sayıda cam, seramik ve taş parçası yer almış. Yakınlardaki nekropolde zemin mozaikleriyle süslenmiş bir Roma villasının (Villa Urbana) kalıntıları bulunmuş. Mozaikler restore edilmiş ve nekropolden elde edilen diğer bulgularla birlikte Budva Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmeye başlanmış.
Budva Kalesi
İkinci durağımız Budva Kalesi. Eski Şehir (Stari Grad) bölgesinin kalbinde yer alan Kale içindeki dar sokaklar cafelerle ve hediyelik eşya satıcılarıyla dolu. Birkaç Euro karşılığında surların üzerinde de gezebiliyorsunuz.
Budva Kalesi
Budva Kalesi Ana Giriş Kapısı
Kanatlı Aslan
Kale Kitabesi
Osmanlı ve Karadağ
25 asırlık geçmişiyle Adriyatik Denizi kıyısındaki en eski yerleşim yerlerinden biri olan Budva, Venedik Cumhuriyeti'nin Adriyatik'teki kalelerinden biri. 1570-1573 Osmanlı-Venedik Savaşı sırasında Kaptan-ı Derya Müezzinzâde Ali Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması'nın denizden, Rumeli Beylerbeyi Hüseyin Paşa ve Semiz Ahmed Paşa'nın karadan ortak harekâtları sonucunda Budva Himara, Şingin, Ülgün ve Antivari'yle birlikte ele geçirildiyse de, daha sonra Venedik donanmasınca geri alınmış ve 1797'ye kadar Venedik Cumhuriyeti toprağı olarak kalmış. 1797 yılında Napolyon Bonapart Venedik'i işgal etmiş ve kenti Avusturya'ya devretmiş. Böylece Venedik Cumhuriyeti'nin bin yüz yıl süren bağımsızlığı sona ermiş.
Kale kapısının en tepesinde görülen boşluk, "misafirliğe" koçbaşı ile gelenlere "hoş geldin" suyu ya da yağı boca edilen yer
Bizler hep kızgın yağ döküldüğü anlatısı ile büyümüşüzdür ama şimdi artık ‘kuşatma altındaki bir ülkede nerede o kadar yağ’ diye sorguluyoruz.
Kapının içeriden görünüşü
Taşlardaki Numaraların Sırrı
Budva 1979 yılında büyük bir depremle yıkılmış. Depremin ardından yıkılan binalardan dökülen sağlam taşlar numaralandırılarak yerlerine konmuş ve bina kendi taşlarıyla yeniden ayağa kalkmış. Numaraları daha sonra sileceklermiş ancak silmemişler ve ortaya böyle bir görüntü çıkmış…
Kale içerisinde yürürken denize açılan tek kanatlı bir kapı ile bir anda kendinizi deniz kıyısında bulabiliyorsunuz.
Kapıdan çıktığınızda solunuzda iki katlı bu taş bina, sağınızda da (biraz acemice işaretlemiş olsam da) Balerin Heykeli'ni görebilirsiniz.
  
Sizin için kolaylaştırdım, yakınlaştırdım
Şairler Meydanı'ndaki bu anıt Pi sayısına ya da Torii'ye benzemiyor mu?
İşletmelerin afişleri ve alet edevatı büyüyü bozuyor
Yerler temiz ve tarihî ruhu bozmayan taşlarla kaplı
Deniz temiz
Sahiller dolu
Yarın akşamki yemeğimiz tepede görünen restoranda
Son akşam yemeğimizi alacağımız İç Kale'deki restoranın girişi
Budva Arkeoloji Müzesi
Helâl Pizza bile var, HELÂL!
Yerel rehberimiz Gürkan Bey bize ballı ve çilekli pizzayı çok sevdiğini söylüyor. Ayrıca Siyah Pizza'nın mürekkep balığından elde edilen özel bir sıvıyla yoğrulan hamurdan yapıldığını konuşuyoruz.
Küçücük meydanlar
Sanat atölyeleri
Yıllanmış kapılar
Bu dar sokaklara itfaiye nasıl girecek diyeceksiniz. Burada binalar taş ve yangın çıkınca hasar az oluyor. Dar sokaklara itfaiye giremese de yangın muslukları gibi çeşitli önlemlerle şehri koruyorlardır.
Marina'ya açılan kapıdan çıkıyoruz
Altın Çan ve Çıpa
Jack Cardiff'in yönettiği, başrollerinde Richard Widmark ve Sidney Poitier'in oynadığı, 1964 yapımı bir Anglo-Yugoslav macera filmi olan The Long Ships (Long Ship Viking gemilerine verilen ad) için Yugoslavya'ya getirilen ancak geri götürül(e)meyip burada bırakılan (altın) çan ve çıpa, surların dibinde birlikte yatıyor. 
Hava sıcak ve biz hafiften acıkmaya başladık. Öğle yemeğimiz Sveti Stefan (yarım)adasını yukarıdan gören bir restoranda ve açık havada. 
Adadaki otel kapalı ve ada girişe de kapalı. Olsun. Ada karşıdan o kadar güzel görünüyor ki, içindeyken bu güzelliğin farkına yeterince varılamayabilir. (Hayır hayır, ben Pollyanna değilim.) Budva'da uzun süreli kalındığında ise bu sahilde denize girmek "Budva'da Yapılacaklar Listesi"nin en başında yer almalı.
Yemek sonrası otelimize dönüp akşam yemeğine kadar denize iniyoruz. Adriyatik'te kulaç atmak varken havuza asla girmiyoruz.
Cattaro • Kotor
Günlerden 23 Haziran Pazartesi. Geleli henüz iki gün oldu ancak sanki on iki gündür buradayım. Bugün yine Budva dışına çıkıyoruz. İstikamet Kotor. Yine yol yapım çalışmaları ve yine trafik bize Türkiye'yi aratmıyor.
Yola çıkmadan önce klasik gezi pozumuzu verelim, yola öyle çıkalım.
Bugün gideceğimiz körfeze Google Earth üzerinden şöyle bir bakarsak, Cruise gemilerinin dahi girebildiği derinlikteki körfezin adeta göl denebilecek kapalılıkta bir iç deniz olduğunu görürüz. Üstelik tertemiz olduğunu da ibretle görürüz. Ne müsilaj ne bir şey. Pırıl pırıl, şıkır şıkır bir deniz. Ancak balıkçılar bu büyük gemilerin balıkları kaçırdığından şikayet ediyormuş. Motorların yaydığı titreşimden kaçıyor olabilirler mi?
Körfezdeki denizin koyu maviliği derinliğini gösteriyor
Gemiler burada 'tender' yaparak yolcularını daha küçük teknelerle karaya çıkartıyor.
Bu körfezler fiyort olarak bilinse de Özge Ersu bunların Fiyort değil Ria olduğunu anlatıyor.
Fiyort yok Ria var
Fiyort tipi kıyılar: Buzul vadilerin sular altında kalmasıyla ortaya çıkan kıyılara fiyort tipi kıyı denir. Buna örnek olarak Norveç kıyıları gösterilebilir.
Ria tipi kıyılar: Akarsu vadilerinin deniz suyu altında kalmasıyla oluşur. İstanbul ve Çanakkale Boğazları buna örnek olarak gösterilebilir. (Türkiye'nin tek fiyordu Sinop'taki Hamsilos Koyu olarak bilinse de, o da teknik olarak bir Ria tipi kıyı imiş.)
Dalmaçya tipi kıyı: Kıyıya paralel olarak uzanmış dağların çukurlarının deniz suları altında kalmasıyla oluşan kıyı tipine denir. Antalya-Kaş kıyıları örnek olarak gösterilebilir.
Fiyortlar neden batıya bakar?
Karadağ'da "Fiyort" değil "Ria" olduğunu söyleyen Özge Ersu, her zamanki etkileşimli konuşması sırasında aniden "Fiyortlar neden batıya bakar?" diye sordu ve "Hadi bakalım size ödev veriyorum, çalışın." dedi. Ben de ChatGPT'ye sordum. ChatGPT de bana "Fiyortların batıya bakmasının temel nedeni, buzulların yüksek iç kesimlerden alçak batı kıyısına, yani denize doğru akarak vadiler oluşturmasıdır. Bu vadiler sonradan deniz suyu ile dolarak fiyortlara dönüşür. Özellikle Norveç gibi batısı okyanusa açık olan ülkelerde bu durum belirginleşir." cevabını verdi. "Buzul ve akarsu erozyonu, en kısa yoldan denize, yani batıya ulaşmak ister. Norveç'in iç kesimlerinden Atlantik Okyanusu'na en kısa yol batıya doğrudur." dedi. (Şimdi Beş Yıldızlı Pekiyi'yi kim aldı, ben mi ChatGPT mi?)
Kotor'da Durma, Perast'a Geç
Fiyort neydi Ria neydi diye konuşurken bir saat kadar sonra Kotor'a ulaştık. Şehrin girişinde çektiğim bu fotoğrafta görünen ve sahilden başlayıp dağın tepesine kadar ulaşan surlar ile binlerce basamaktan oluşan merdivenler şehri kuşbakışı görmek isteyenleri Kotor Kalesi'ne ulaştırıyor.
Biz Kotor'da durmayacak, şehrin içinden geçerek Perast'a gidecek, buradan tekne ile körfezdeki adalardan biri olan Our Lady Of The Rocks üzerindeki 'müze kiliseyi' ziyaret edeceğiz. 
Sveti Đorđe ve Gospa od Škrpjela Adaları
Otobüsümüzden indikten sonra ziyaret edeceğimiz ve edemeyeceğimiz iki adayı bir arada fotoğraflıyorum. Sahil yolundan yaptığımız kısa yürüyüşte birbirinden zevkli ve bozulmamış ya da Sünger Bob'a benzetmeden restore edilmiş binaları hayranlıkla izliyoruz.
Perast
Sveti Đorđe Adası
Rahiplerin yaşadığı ve turist girişine kapalı olan Sveti Đorđe Adası'nda on ikinci yüzyılda inşa edilen Aziz George Benediktin Manastırı ve Perast'tan ve tüm Kotor Körfezi'nden eski soylular için eski mezarlık bulunuyor. 
Gospa od Škrpjela Adası
Efsaneye göre bu adacık, 22 Temmuz 1452'de denizdeki bir kayada 'Meryem Ana ve Bebek İsa' ikonu bulunduktan sonra insan eliyle oluşturulmuş. Gospa od Škrpjela Adası arada batıp arada çıkan bir kayalığın ele geçirilmiş gemilerin batırılmasıyla, gemilerde bulunan ‘balans taşlarının’ limana gelince bu adacığa atılmasıyla oluşturulan yapay bir ada. Denizciler her yolculuktan döndüklerinde Körfez'e bir kaya koyarlarmış. Zamanla adacık yavaş yavaş denizden yükselmiş. Bu gelenek hâlâ devam ediyor ve her yıl 22 Temmuz gün batımında, yerel lehçede Fašinada adı verilen ve isteyenlerin teknelerine binip denize taş atarak adanın yüzeyini genişlettiği bir etkinlik gerçekleşiyor. 
Ada üzerindeki Our Lady Of The Rocks  Kayalıkların Meryem Anası Katolik Kilisesi'nin kendisine bağlı bir müzesi var. Ayrıca adacığın kuzey ucunda bir seyir feneri mevcut. Kilise 1722 tarihinde yenilenmiş.
Meryem Ana ve Bebek İsa
Kocasının denizden dönüşünü bekleyen bir kadının saçları siyah iken başlayıp 25 senenin sonuna doğru ağarmış saçları ile tamamladığı ve kendi saç tellerinden dokuduğu bu tabloya bakarken sadakat mi yoksa çaresizlik mi diye sorguladım. (Adamın dönüp dönmediği de meçhul.)
Ada'dan Perast
Denizden Perast
Öğle yemeğimizi Perast'ta aldıktan sonra Kotor'a otobüsümüzle değil, tekneyle dönüyoruz. Körfez yolculuğu esnasında sağlı sollu manzaralar bizi bizden alıyor. 
Kotor Kalesi ve Surlar
Kotor Kalesi ve Surlar
Kotor Kalesi ve Surlar
Kotor Stari Grad Maketi
                           
Romalılar tarafından M.Ö. 168 yılında kurulan şehrin o dönemdeki adı Acruvium. İmparator Justinian tarafından 535 yılında şehre kale inşa edilir. (Ki kendileri İstanbul'daki Üçüncü Ayasofya'yı borçlu olduğumuz İstanbullu Jusitinian'dır.) Şehir 1002 yılında Bulgar İmparatorluğu tarafından işgal edilir ve yağmalanır. 1185 yılında Sırp Krallığı'nın yönetimi altına girer ve önemli bir ticaret limanı halini alır. 1371-1384 yılları arasında Macar İmparatorluğu ve Venedik Cumhuriyeti arasında el değiştirir. 1391 yılında Osmanlı tehlikesine karşı Venedik Cumhuriyeti'ne katılır. Venedik yönetimi altındayken Osmanlı tarafından 1538 ve 1657 yıllarında kuşatılır. 1797 yılında Habsburg İmparatorluğu yönetimine girer. 1918 yılında Yugoslavya'nın bir parçası haline gelir.
Yerel halkın tabiriyle: Kotor'un Sessiz Belediye Başkanları
İstanbul kedileri kadar olmasa da Kotor'un da kedileri meşhur. Eski Şehir içinde Kotor Kedi Müzesi (Cat's Museum  Museo del Gatto di Cattaro) dahi var. Her mağazada her türlü kedili eşya bulabilirsiniz.
Kotor tarih boyunca önemli bir liman şehri olduğundan gemilerden yayılan ve Orta Çağ'ın en büyük salgını olan vebayı yayan fareler şehir için önemli bir tehditti. İmdada kediler yetişti. Sevimli ve masum görünüşlerinin altında yatan yırtıcı avcılıkları ile kediler şehrin fare sorununa çözüm oldu.
Kapının üzerinde kim var?
1979 yılından bu yana UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alan Kotor’u gezerken, turizmi ciddiye alan her ülkede olduğu gibi turist grubunu gezdiren bir rehber, konuyu ne kadar iyi biliyor olursa olsun, yasal olarak yerel rehber almakla yükümlü. O yüzden zaman zaman bize farklı rehberler eşlik etti.
1602 yılında inşa edilmiş olan Kotor Saat Kulesi
Silah Meydanı'nda yer alan Saat Kulesi'nin çalışan iki saat yüzü var. 1667'deki bir deprem nedeniyle kule batıya doğru eğilmiş. 1979'da yaşanan büyük deprem kulenin tekrar eğilmesine neden olmuş. Kulenin tam önünde Orta Çağ'da suçluların teşhir edildiği bir boyunduruk (Pillory) bulunuyor. 
(Bu arada pek çok şehri olduğu gibi Kotor Kale İçi Eski Şehri de Google Earth üzerinden yer seviyesinde gezebilirsiniz.)
 Silah Meydanı ve solda, kulenin dibinde 'Pillory'
Silah Meydanı
Grgurina Palace
Üstteki fotoğraf Kotor Surları
                  
İnternette karşıma çıkan bu fotoğraf ise aynı yerin gece manzarası...
Kotor'dan Budva'ya dönüş yolundan
Otelimizin yanında bulunan ve hepimiz tarafından Budva'nın en güzel yerleşimi seçilen binalar.
Otelimize dönüp biraz dinlendikten sonra Budva'yı tepeden gören restoranımıza gidiyoruz. (Budva Kale İçi'ni gezerken çektiğim fotoğrafların birine "Yarın akşamki yemeğimiz tepede görünen restoranda" notu düşmüştüm. İşte o akşam bu akşam.)
Budva Körfezi
Coğrafya o kadar fotojenik ki insan ya durmaksızın fotoğraf çekiyor ya da çektiriyor
Işıkla değişen manzaralar
Stairway to Heaven değil, Stairway from Heaven
Bu akşamı da lezzetli yemekler ve hoş sohbetler ile tamamlıyoruz. Ertesi günün programında dağlar, tepeler ve teleferik var...
"Yeni Bir Gün Doğdu Merhaba"
Sabah erken kalkıp güneş dağların ardından yüzünü göstermeden denize girecekler için henüz uyanmamış ve mışıl mışıl uyuyan bir denizi, Barış Manço gibi doğan bu yeni güne 'merhaba' diyerek selamlıyorum. Gümüş gri, çarşaf gibi denizde kulaç bile atmaya çekinerek yüzmek, bu sessizliği bozmamak ve bu sükûnete saygı göstermek ne kadar nahif bir düşünce ise, bu sessizliğin ortasında her kulacın, suyun içinde her nefes verişin, suyun yüzeyinde her nefes alışın sesini duymak da ayrı heyecan verici. 
Adriyatik'i kulaçlıyorsun. Unutma…
Denizden çıkıp kendimizi dağlara vuracağımız yolculuğa başlıyoruz. Bugün Karadağ'ın içlerindeki tarihî başkent Cetinje'ye (Setinye okunur) gidiyoruz. Lovćen Dağı eteklerindeki Setinye'ye d
öne döne tırmanırken aşağıdaki  manzaraları az çok tahmin edersiniz. Her virajda ortaya başka bir manzara çıkıyor. Kâh dağ kâh deniz manzarası insanda her şeye tam hâkim bir tepe bulup bir kalemde fotoğraflama isteği yaratıyor.
Lakin şehrin arka yüzündeki bu görüntü de gözden kaçmıyor. Ormanları bir tırtıl gibi kemirerek yukarıya doğru yayılan yeşil şehir galiba birkaç yıl içerisinde tahtını griye kaptıracak. Mavi ile yeşil araya giren gri sebebiyle birbirine hasret kalacak. Bu kadar talep ve bu kadar arz derken 'nerde çokluk' hikâyesi kapıya dayanacak…
Denizin içinde görünen yarımadacık Sveti Stefan
Budva Körfezi Panoramik
Otobüsümüzden inerek bolca fotoğraf çekiyoruz. Yaklaşık 900 metre yüksekteyiz. Macera severler için bu noktada 1367 metrelik Zip Line hattı var. Havayı fermuar gibi yırtarak geçen bu hatta kayarken biraz korku, biraz heyecan, biraz merak ile adrenalinin tavan yapacağını düşündüm. Paraşüt desen değil, teleferik desen değil. Kablo, sen ve doğa teke tek! Yüzüme vuran rüzgâr eşliğinde aşağıda akıp giden manzarayı beynime nakşetmeyi hayal ettim. O anlar nasıl bir duygu fırtınası yaratır bende acaba diye düşündüm. Sonra da, işte tam da yazdığım gibi dedim.
Dağlar ve köyler eşliğinde yolumuza devam ediyoruz. Setinye'ye girerken Gürkan Bey bizlere burada yaşayan köy sakinlerinin kendi çaplarında tarım ve hayvancılık yaptığını ancak bunların ticaretini yapmadığını, çoğunun emekli maaşı ya da sosyal yardım maaşı aldığını, gençlerin bu hayatı pek tercih etmediğini anlatıyor. 
Daha önceleri daha düşük olsa da asgari ücret şu anda 600 Euro imiş. Emekli maaşı da 300 Euro. Anlaşılan Karadağ ekonomisi Bosna Savaşı'ndan, Pandemi'den ve Sırbistan'dan ayrılışından sonra kendini toparlamaya çalışıyor. Bu çabalamada da en çok 'turizm'e tutunmuş durumda.
900 metrelerden düşerek 600 metre civarlarındaki Setinye'ye geldik.
Şehrin tarihî bölümünün yerleşimini gösteren haritadan şu an nerede olduğumuzu ve gezi rotamızı öğreniyoruz. Rehberlerimiz önde biz arkada olarak yolun karşısına geçip 
Saray Kilisesi'ne doğru hem yürümeye hem de kulaklıklarımızdan Özge Bey'i ve Gürkan Bey'i dinlemeye başlıyoruz. 
Saray Kilisesi • Court Church
Kilise, Ivan Crnojević tarafından 15. yüzyılda, 'Tanrı'nın En Kutsal Annesinin Doğuşu'na (Birth of the Most Holy Mother of God) adanmış. Crnojevići Manastırı 1692'de Türkler tarafından (kilise levhasında böyle yazıyor) yıkılana kadar Karadağ'ın ana dinî merkeziymiş.1890 yılında Karadağ Kralı I. Nikola tarafından aynı yere tekrar inşa edilmiş. 
Girişin iki yanındaki sütunlar ve zemindeki temel taşları eski tapınağın kalıntıları
1989'da Kral Nikola ve Kraliçe Milena'nın kemikleri San Remo'dan taşınarak kilisenin içindeki mermer mezarlara gömülmüş. 
Kilise 1961 kültürel miras anıtı ilan edilmiş ve 2012'de Karadağ Tarih Müzesi'nin bir parçası olmuş. Crnojević ailesinin manastır kompleksi arkeolojik kalıntılarıyla birlikte Dünya Mirası Alanı aday listesinde.
Setinye Nasıl Kurulmuş?
Saray Kilisesi'nin tanıtım levhasında Osmanlılardan, yani Türklerden bahsediliyordu. Osmanlılar 15. yüzyılın sonlarında Karadağ'a gelerek Podgorista'yı fethediyor. Podgorista'da yaşayan Karadağlılar ve Karadağ Krallığı hanedanlık üyeleri geri çekiliyor. İstilalara karşı daha korunaklı ve savunması daha kolay olduğu için Lovćen Dağı eteklerine gelip burada şehir kuruyorlar. Saraylar, ibadethaneler ve ticarethaneler yaptırıyorlar.  
1450 yılında Gutenberg tarafından icat edilen matbaa Doğu Avrupa'daki ilk matbaa olarak Setinye'de kuruluyor. Matbaa makinesini Venedik'te gören ve ülkeye matbaayı getiren Ivan Crnojević'in yenilikçiliğine bir kez daha hayran oluyoruz. (İlk Türk matbaasının16 Aralık 1727'de İbrahim Müteferrika tarafından kurulduğunu söylemeden geçemeyeceğim.) 
Osmanlı saldırılarına devam ederken ibadethaneler yağmaya ve talana uğruyor. Manastır pek çok kez yanıyor ya da yıkılıyor. Karadağlılar bu manastırı her seferinde daha da büyüterek tekrar inşa ediyor.
Setinye Manastırı
Manastırda yaşayan din adamları var 
Bu manastır Karadağ'ın diyanet işleri başkanlığı gibi işliyor. Ülkedeki bütün kiliselerin işleyişleri, papaz atamaları ve sair her şey bu manastırdaki din adamları tarafından gerçekleştiriliyor. 
Karadağ kiliseleri Sırplar tarafından kontrol ediliyor. Yakın tarihte Karadağlılar kendi yönetimlerinde olan kiliselerini kurmuş olsalar da Karadağlıların çoğunun bundan haberi yok. Karadağlılar manastırlarla ve kiliseyle ilgili söz sahibi değil.
Başka yerlerde de görmeye alışkın olduğumuz kutsal emanetler burada da var. Nasıl oluyor da Vaftizci Yahya’nın kolu her kilisede oluyor diye sormayın. Oluyor işte…
İçinde kutsal atamaların yapıldığı daire
Bir çeşit Omphalion olan bu daire, (İstanbul Ayasofya Müzesi'nde gördüğümüz gibi) Doğu Roma Dönemi'nde, İmparatorların törenle taç giydikleri yer gibi bir anlam taşıyor olmalı.
 İstanbul Ayasofya • 14 Eylül 2018
Kral Nikola Müzesi  Kırmızı Saray
II. Peter Petroviç • Njegoš
Karadağlıların Atatürk'ü diyebileceğimiz II. Peter Petroviç, nâm-ı diğer Njegoš, Karadağ'ın o zamanki başkenti Setinye yakınlarındaki Njeguši köyünde doğar. Amcası I. Petar'ın ölümünün ardından ülkenin manevî ve siyasî lideri olur. Yaşamı boyunca Sırbistan ve Karadağ'ı birleştirmeye çalışır. İki devlet arasında birleşme gerçekleşmemiş olsa da, Yugoslavya'nın temellerinden bazılarını atar. Karadağ'a modern politik kavramları tanıtır.
Gorski Vijenac • Dağ Çelengi
Şair, din adamı ve filozof olan Njegoš, Sırp ve diğer Güney Slav edebiyatının bir başyapıtı ve Sırbistan, Karadağ ve Yugoslavya’nın ulusal destanı olarak kabul edilen epik şiiri Gorski Vijenac (Dağ Çelengi) ile tanınır. Eser eski Slavonik Kilise dilinde değil, yerel dilde yazılmış.;
İlk defa Şubat 1847’de Viyana’da yayımlanan Karadağlıca manzum eserden bir dize (137–138) alıntılarsak;
“When things go well ’tis easy to be good,
In suffering one learns who is the hero!”
“Her şey yolunda giderken iyi olmak kolaydır,
Kahramanın kim olduğunu acı çekerken öğrenirsin.”
Eserin birçok dizesi 'darb-ı mesel'e, bir çeşit atasözüne dönüşmüş. Eserin orijinal el yazmasından bölümler 1889'da Viyana Ulusal Kütüphanesi'nde bulunmuş.

Njegoš ölmeden önce bir vasiyetname hazırlatarak kendisinin Lovćen Dağı'nın tepesine gömülmesini istiyor. Benden daha büyük bir lider gelince onu benden daha yükseğe gömün, daha da büyüğü gelirse onu daha da yükseğe gömün diye ekliyor. Gömülme vasiyeti yerine getiriliyorsa da bu zamana kadar kendinden daha yükseğe kimse gömülmüyor.
Ancak Birinci ve İkinci Dünya Savaşları esnasında Lovćen Dağı epey bombalanıyor. Bu bombalamalar mezara zarar verecek endişesiyle Karadağlılar mezarı Lovćen Dağı'ndan alıp Setinye'ye hâkim bu tepeye taşıyor.
Setinye Meydanı

Setinye Postanesi

Balkanların 150 Yıllık İkinci En Eski Eczanesi
Eczanenin içi

İngiliz Büyükelçiliği ve Karadağ Devlet Üniversitesi Müzik Akademisi
 aynı binada
Birleşik Krallık Karadağ'ın bağımsızlığını 1878 Berlin Kongresi'nden hemen sonra tanır ve elçilik binasını 1913 yılında Setinye'de inşa eder.
Bina, Karadağ Cumhurbaşkanı'nın şu anki ikametgahı olan Mavi Saray'ın hemen yanında. Büyükelçilik iki dünya savaşı arasında 1920'den 1941'e kadar Yugoslavya Krallığı'ndaki eyalet olan Zeta Banovina'nın merkezi olarak hizmet vermiş. Daha sonra bir kütüphane ve okuma salonuna ev sahipliği yapmış. 1979'daki büyük depremden sonra güzel sanatlar fakültesi tarafından devralınmış. Şu anda Birleşik Krallık Elçiliği ve Karadağ Devlet Üniversitesi Müzik Akademisi aynı binada yaşıyor. Elçilik çalışanları işlerini notalar arasında yapıyor.
Setinye Mezarlığı
Mezarlıkların temiz ve düzenli olması bana geçmiş zamanlara ve yaşanmışlıklara gösterilen saygı olarak yansıyor. Japonya'da zihnime kazınan görüntülerden biri de hayran kaldığım mezarlıklardır. Burası da öyle…

Setinye'ye veda edip Özge Ersu seçimi Karadağ müzikleri ve doğa manzaraları eşliğinde Kotor'u, Tivat Havaalanı'nı ve tüm körfezi tepeden göreceğimiz Lovćen Doğal Parkı'na gidiyoruz.
Bu arada, 1350 metre yüksekteyiz.
İnanmazsanız buyurun
Kotor Körfezi
Kotor Cable Car • Kotor Teleferik
Teleferikten görünen bu bina ihtimal ki İkinci Dünya Savaşı'ndan kalmış bir korugan
15 dakikalık bir yolculukla aşağıya iniyoruz
Aşağıdan yuıkarıya
Budva'ya doğru
Otelimize gelip biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için bu kez çok büyülü bir mekâna, Budva İç Kale’deki bir restorana geçiyoruz. Manzaramız yine Budva ama bu kez tepeden değil, daha aşağıdan. 
Kaleyi iliklerimize kadar hissettiğimiz bu mekânın cam zemininden yapının altını görebiliyoruz.
Tarihin hem içindeyiz hem üzerindeyiz hem geçmişte hem bugündeyiz...

Kendi deyişi ile, “Özge Ersu bu işi biliyor”


Bizim gibi mutlu ve yorgun turistleri evlerine kale sokaklarının gece görüntüleri uğurluyor.
Karadağ'da Son Gün ve Eve Dönüş
Evet, her şeyin bir sonu var malum. Bu gezinin de sonuna geldik. Ancak üzülmeyin, hemen dönmüyoruz. Daha gidilecek yerlerimiz var. 
Bize nispet yapar gibi deniz bugün dünden de güzel. Ama maalesef daha fazla kalamayacağız. Yoksa sizden ayrılmak epey zor sayın Adriyatik...
Gençlik ne güzel
Otobüs yolculuğunun en güzel yanı önünden geçtiğin, bazen de durduğun hayatları izlemek. Tıpkı akan hayatın kendisi gibi...
Son günümüz dönüş uçağımızın kalkacağı havaalanının da olduğu Tivat'ta. Önce Porto Montenegro'da pizzalarımızı yiyecek, sonra havaalanına geçeceğiz. Porto Montenegro Galataport gibi bünyesinde hem mağazalar hem de restoranlar barındıran bir marina.
Hava bugün çok sıcak. Neyse ki mekân serin
                   
Teleferik İstasyonu

Port Montenegro'dan ayrılıp çok kısa bir yolculuk ile ülkenin iki havaalanından biri olan Tivat Havaalanı'na geçiyoruz. Podgorista'dan gelmiştik, Tivat'tan gidiyoruz.

Türk Hava Yolları ve Montenegro Dağları

İstikamet İstanbul
Doğu'ya doğru
Tam ortasına hastane yapıldığı için artık hiçbir zaman kullanılamayacak İstanbul Atatürk Havaalanı üzerinden geçerken bunun depremi var, bunun savaşı var, bunun her şeyi var diyorum. Sonra da susuyorum...

Teşekkürler Bizden Size
Bize hem yaz hem de kültür tatili yaptıran, bir ülkeyi tarihinden coğrafyasına, mutfağından insanına kadar tanıtan başta sevgili Özge Ersu ve Gürkan Hekim’e, programın aksamdan yürümesini sağlayan Türk Ekspres’e ve bu beş günü eğlence içinde geçirdiğimiz tüm gezi arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler.Yeni gezilerde buluşmak üzere…

Şimdi gezi paketimiz ile gelen Tiraje romanını yine gezi paketimiz ile gelen bize özel radyodan yayılan Karadağ müzikleri eşliğinde okumak. Tabii ki radyonun yanına Kotor Kedisi biblosunu da koymak…

KISA KISA KARADAĞ
Beş günlük gezi boyunca sadece Tivat'a giderken yol üzerinde bir mescit tabelası gördüm. Bunun dışında cami görmedim. Baskın dinsel kurum %71,1 ile Doğu Ortodoks Kilisesi. İslam ise %20'lik dilimde.
Gezdiğimiz şehirlerde (tam anlatım için biraz mübalağa yapacağım) Antalya'da göreceğimden daha fazla Türk gördüm, daha fazla Türkçe duydum.
Budva-Kotor yolunda bir buçuk senedir devam ettiği söylenen bir çalışma var. Sezonun tam ortasında yapılan çalışma ile trafik milim milim ilerliyor.
*Belki de en çok iş yapacakları gün olan pazar günleri dükkân açmıyorlar. 
Büyük şehirlerde yaşayanlar ya devlet memuru ya da küçük işlerde çalışıyor. 
* Raflarda olan neredeyse her şey ithal ürün. Hayat kısa deyip kendilerini fazla yormuyorlar. Ya da devletin her şeyi yaptığı ve yaptırdığı sosyalizmden sonra kendi başlarına yaratıcı ve üretici olamıyorlar. 
Turizm canlı ancak onda da sezon kısa.
* Burger King ilk olarak başkent Podgorica'da, 2022'de açılmış. İkinci şubesi de dört ay önce de Budva'da açılmış. McDonald's yok. Nisan 2025'te yayımlanan bir haberde KFC'nin yakında Podgorica'da açılacağını yazıyor. 
* Malum kahve zinciri ve türevleri henüz ülkeye girememiş. (Bir Türk iş adamı Starbucks'ı açmak için girişimde bulunmuş ancak başarılı olmamış. Kahve zincirlerinin karşısında yerel kahvecilerin dayanamayacağı düşüncesi ile yerel kuruluşlar korunmuş.)
* 'Bir yaya yola adım atar atmaz araçlar duruyor' kuralı burada da uygulanıyor. Araçlar yayaların geçmesini sakince bekliyor. Kimse sinir küpü değil, kimse birbiriyle didişmiyor 
Karadağ nüfusu kozmopolit değil. Devlet 'burada çalışabilirsin, yaşayabilirsin ama vatandaşı olamazsın' diyor. Vatandaşlığını bir eve satmıyor.
Gürkan Bey Karadağ'da şiddetli yağmurların 100 Yıllık Yalnızlık romanındaki gibi günlerce devam ettiğinden yakınıyor.
Bosna savaşı Karadağ'ı fizikî olarak vurmamış.
Avrupa’daki ilk şehirlerarası otobüs seferleri Karadağ'ın Kral Nikola döneminde Podgoritsa ve Setinye şehirleri arasında yapılmış. Bu seferler 1904 yılında başlamış. Kral Nikola, Karadağ'ı modernleştirme çabaları doğrultusunda ulaşım altyapısını geliştirmiş ve otobüs seferlerini başlatarak ülke içindeki ulaşımın daha hızlı ve verimli olmasını sağlamış. 
Niksicko Pivo Karadağ’ın en ünlü ve en çok tercih edilen birası. Niksic şehrinde kurulan Trebjesa Bira Fabrikası tarafından 1896 yılında üretilmeye başlanmış. 
Ülke ihracat gelirlerinin büyük bir kısmı alüminyumdan geliyor.
Karadağ, Birleşmiş Milletler'e 28 Haziran 2006 tarihinde 192. üye olarak kabul edilmiş.
Ülkede okuryazarlık oranı kız erkek fark etmeksizin %98 civarında. 
Osmanlı Karadağ'ı hiçbir zaman tam olarak hakimiyetine almadı. Fatih, Karadağ'a bir nevi özerklik statüsü verdi ve bu durum Karadağlılar tarafından 1878 yılında Osmanlı'dan ayrılana kadar kullanıldı. 
Karadağ'ın eski halkları arasında komşuları Arnavutlar da var..
İlki 1883 ve ikincisi 1899 yıllarında olmak üzere Karadağ Prensi Nikola, Sultan Abdülhamid'in davetlisi olarak İstanbul'a gelir, törenlerle karşılanarak şaşaalı gösterilerle ağırlanır.
Türkiye'de yaşayan Boşnakların önemli bir kısmı 1910'lu yıllarda Karadağ'dan gelmiş. 
* Geziye katılan tüm konuklar gibi ben de Adriyatik Uzmanı oldum.
Dil Ustalarından Dil Elçisine
Küçücük Karadağ'ı ne kadar da uzun anlattın dediğinizi duyar gibiyim. Ama suç bende değil, bu geziyi en ince ayrıntısına kadar hazırlayan ve bütün bunları uzun uzun anlatan Özge Ersu'da ve Özge Bey'e yerelde eşlik eden Gürkan Hekim Beylerde. 
Fotoğraf • Necla Dalaman Soylu
Bir de üzerine internet üzerinde yaptığım okumaları ekleyin.
İşte ben hepsinin dil elçisiyim.
Ee, elçiye de zeval olmaz değil mi?
28 Haziran 2025 / C.E.Y.

Bilgi Notu: Bazı fotoğrafların altında belli belirsiz "AI ile oluşturuldu" yazısını görmüşsünüzdür. Bunlar benim kendi çektiğim fotoğrafların üzerindeki gereksiz bulduğum bazı görüntüleri silerek fotoğrafı daha temiz hale getirmemden dolayı.

GEZİ YAZILARIM
Yola Çıktım Mardin'e / 24 Nisan 2018
Ha Babam De Babam Müzesi / 28 Ağustos 2021
Yeldeğirmeni Esintileri / 18 Eylül 2021
UNESCO Yolunda İznik / 7 Haziran 2022
Rize’den Ötesi Çayeli / 9 Haziran 2022
"Burası Datça!" / 25 Ağustos 2022
Bir İpek Yolu Masalı / 10 Ekim 2024