27 Ocak 2025 Pazartesi

Millet Sizi Çoktan 'AF' Etti!

Ardımızda bıraktığımız, hatta bazılarını unuttuğumuz onca felaketin üzerine Kartalkaya'da yaşanan ve her biri bir değer olan 78 canımızı çok acı bir şekilde kaybettiğimiz yangın, üst üste yığılmış yanlışlar öbeğinin üzerine adeta tüy dikti. 
Art arda yaşanan garabetlerin hiçbirinin unutulmadığının emaresiydi bu tüy.
Yangının üzerinden geçen birkaç günden sonra Ahmet Hakan'ın programına katılan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un videolarının altına yapılan yorumları okudum da; her zaman atışmaların yaşandığı yorumlar bu kez ağızbirliği etmişçesine aynı dili konuşuyor, bir Allah'ın kulu da yoruma "Sayın Bakanım çok haklısınız" yazmıyordu.
Yorumlarda Bakan beyin samimi olmadığı, topu taca atarak her suçu Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan'a yıkmaya çalıştığı, kıvırdığı, milleti kandırdığı, bir özür bile dilemediği, istifa etmeyi neden düşünmediği, hedef saptırdığı, kimi korumaya çalıştığı minvalinde pek çok yorum yazıyordu.
Bunun da üzeri örtülüp unut(tur)ulacak, bu büyük suçta da kimse suçlu çıkmayacak, adalet mekanizması yine işlemeyecek, abuk subuk olaylar ortaya atılarak esas konular yine alalanacak diyordu yorumcular.
Haksız da değillerdi.
Bu kaçıncı olmuştu? 
Ne gerçek ne de suçlular ortaya çıkıyor, ne kimse özür diliyor ne de kimse istifa ediyordu.
Ortada koskocaman suçlar varken, suçlular sokaklarda elini kolunu sallayarak küstahça dolaşıyordu.
Her zamanki gibi SUÇ vardı ama SUÇLU da CEZA da yoktu...
Suçlu diye yaftalananlar gerçek suçlular değil, üzerine suç yıkılanlardı.
Mesela; Ayşe Barım Gezi davasına destek verip memleketi yıkmaya çalışmış (memleket ayakta), Ümit Özdağ halkı kin ve düşmanlığa sevk etmiş (halk kendi halinde), bilmem kim Cumhurbaşkanı'na hakaret etmiş (Cumhurbaşkanı sarayında), Bolu itfaiyesi bulduğu eksikleri bakanlığa bildirmemiş (Otel Kültür ve Turizm Bakanlığı denetiminde) gibi gibi...

George Orwell'in “Aslında hiçbir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.” dediği günlerdeyiz sanki...

Öyle olmalı ki, Cumhuriyet tarihinin en uzun ve en muhafazakâr iktidarı döneminde yaşananları yazmaya yetiştiremiyoruz.
Bu nasıl muhafazakârlık, halkı muhafaza etmiyorsunuz da neyi muhafaza ediyorsunuz, yönetimler halk için çalışmaz mı, hesabı halk sormaz mı diyemiyoruz bile.
Niyeyse hesabı hep yönetici soruyor. Niyeyse hesabı hep halk ödüyor.
Hepimiz farkındayız ki; bize hakaret edip bizi aşağılasınlar, en ufak bir serzenişte bizi içeriye alsınlar diye düzenli ödeme yapıyoruz kendilerine.

Affettik Gitti
Sözün özü; anlaşılan Bakan Bey Cumhurbaşkanı'dan affını kendi inisiyatifi ile istemeyecek. Ee n'olmuş, Cumhurbaşkanı da kendi affını halktan istemiyor diyeceksiniz. Haklısınız. Hatta o, nasıl yaparım da o koltukta bir dönem daha nasıl kalırım derdinde.
Lakin aklıselim insanlar Bakan Bey'i ve diğerlerini çoktan affetti. Yani görevlerinden çoktan azletti...
Artık uzatmalar yaşanıyor. Uzatmalarda da "Savaşta ve aşkta her yol mübahtır" fikri uygulanıyor...

Birkaç meczubun saçmalamalarına bakmayın; herkes bir yandan hayatına mecburen ve mecburen devam ediyor, bir yandan da kendi yasını tutuyor. 
Biliyor ki bugün sanaysa yarın bana.
İnsanlar çok üzgün, çok kırgın ve çok uykusuz. 
Çünkü insanlar çok savunmasız, çok güvensiz ve çok yalnız...
Uğur Mumcu'dan esinlenirsek:
"Terk edilmişiz ey halkım, unutma bunu!"
27 Ocak 2025 / C.E.Y.

23 Ocak 2025 Perşembe

Yıldızların Altında Bir Konser

Filiz Başıbüyük & Alpay Tanrıverdi
Kültür ve Turizm Bakanlığı Konserleri kapsamında düzenlenen "Kaptanzâde Ali Rıza Bey Besteleri Konseri", 20 Ocak 2025 akşamı, Bursa Uludağ Üniversitesi Prof. Dr. Mete Cengiz Kültür Merkezi'nde, Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Ses Sanatçısı Filiz Furuncuoğlu Başıbüyük ve Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Ses Sanatçısı Alpay Tanrıverdi'nin solistliğinde gerçekleşti.
O gece hepimiz "Yıldızların Altında"ydık...

Yıldızların Altında
Bu şarkıyı yıllarca Nesrin Sipahi'nin göklerde gezinen sesinden de dinledim, farklı sanatçılardan da, yeni nesil yorumcular olan Kargo da, Cem Adrian da. Her yorum ayrı lezzetteydi. Beni en etkileyen yorum ise hep Zeki Müren'in hazin hazin söyleyişi oldu. 
O söylerken başımı gökyüzüne kaldırır, yıldızlar altında kendi sözlerimi bulmak için karanlıklar içinde yıldız arardım... 

"Mavi nurdan bir ırmak, gölgede bir salıncak, bir de ikimiz kalsak yıldızların altında" dediğinde mavi ırmağın gökyüzünde akan bir ırmak olduğunu hayal ederdim.
"Ne keder ne yas olur yıldızların altında, çakıllar elmas olur yıldızların altında" dediğinde dünya bir anda aydınlanır, her şey ışıl ışıl yanar, her şey güzelleşirdi.
"Yanmam gönlüm yansa da, ecel beni alsa da, gözlerim kapansa da yıldızların altında" dediğinde ah ölsem, ölsem ama şuracıkta, şu yıldızların altında ölsem derdim.
"Ettiğim ah değildir, bahtım siyah değildir, buse haram değildir yıldızların altında" dediğinde de içime hayatın heyecanı ve hevesi dolar, bir yandan da yüzüm pembeleşirdi. 

Kimdi bu sözlerin yazarı, bu sözler nasıl yazılmıştı, kime yazılmıştı? Ve bu dupduru sözleri kim bestelemişti?

Ömer Bedrettin Uşaklı
Uşak Haber Gazetesi'nde okuduğum Yıldızların Altında Şarkısının Hikâyesi" başlıklı yazıda şöyle yazıyordu:
"Yıldızların Altında şarkısı 1928-1932 yıllarında Manavgat’ta kaymakamlık yapan Ömer Bedrettin Uşaklı tarafından Manavgat Irmağı’nda yazılmıştır. Mavi nurdan bir ırmak Manavgat Irmağı’dır. Bedri Uşaklıgil, sevgilisiyle her zaman Manavgat Irmağı’nın kenarında buluşurmuş. O yüzden buse günah değildir yıldızların altında. Şimdiki gençler de genelde ilk buluşmalarını Manavgat Irmağı’nın kenarında yaparlar. İlk defa Manavgat Irmağı’nın kenarında sevdiklerine bir buse kondururlar ve birçoğu aslında eski bir geleneği devam ettirdiğinin farkında bile değildir."
Ömer Bedrettin Uşaklı
Bu şarkı da Şair, Bürokrat ve Siyasetçi Ömer Bedrettin Uşaklı'nın sözlerini en çok besteleyenlerden biri olan Kaptanzâde Ali Rıza Bey'in bestesiydi. 
Konser gecesi birçoğunu bildiğimiz eserler sıra sıra seslendirilirken, o eserlerin Kaptanzâde Ali Rıza Bey'in eserleri olduğunu da öğrendik.

Ali Rıza Bey, 14 Haziran 1881'de İstanbul'da dünyaya gelmişti. Babası Mehmet Bey, Mecidiye Kruvazörü Kumandanı olduğu için "Kaptanzâde" olarak anılmıştı. Ali Rıza henüz 14 yaşındayken kanun, sonrasında da piyano çalmaya başlamıştı. Babası sayesinde Servelli İtaliano isimli müzik öğretmeninden 7 yıl nazariyat ve armoni dersleri alan Ali Rıza, okulunu bitirdikten sonra Gümrük İdaresinde "Estimatör (değer biçici)" olarak çalışmıştı. Buradan ayrılıp çeşitli ticarethanelerin gümrük komisyonculuğunu yürüten Ali Rıza Bey, 1918'de İstanbul Operet Heyeti'ni kurmuş, operet, şarkı ve marşlar bestelemişti. Ayrıca "Macun Okkası" ve "İstanbul Efendisi" adlı müzikal tiyatro oyunlarında da rol almıştı.
Kaptanzâde Ali Rıza Bey 
Geçimini piyano ve ney çalarak, müzik dersleri vererek sağlıyordu.
Eserlerinin tümünde Türk makamlarını kullanmıştı. Ayrıca Foxtrot, Vals ve Tango eserler de bestelemişti. 
Operetlerinde ve bazı fantezilerinde çoksesliliği denemişti.
1921'de Yazar Abdürrahim Cabir Vada'nın kızı Hikmet Hanım ile evlenmiş, bu evliliğinden bir çocuğu olmuş, onu da küçük yaşta kaybetmişti.
Kaptanzâde Ali Rıza Bey ile Bedrettin Uşaklı aynı kaderi paylaşıyorlardı. Ki; Ömer Bedrettin Uşaklı'nın eşini ve kızını kaybetmesinin, onun şiirine hüznü ve iç duyarlılığı getirdiği yazılacaktır.

Kaptanzâde Ali Rıza Bey Besteleri
Kaptanzâde Ali Rıza Bey ilk olarak "Kardeş Türküsü"nü (Chanson Fraternel) sonrasında ise Halit Fahri Ozansoy'un "Çiftçi Türküsü"nü bestelemişti.
"İzmir'in dağlarında çiçekler açar" dizesiyle başlayan ve bizim İzmir Marşı olarak okuduğumuz, sonradan "Kafkasya Dağlarında Çiçekler Açar" olarak değiştirilen marşın da bestecisidir. 
Kulaklara aşina olan Gel Gitme Kalmasın Gözüm Yollarda, 
Efem, Denizde Akşam, Cici Beyim Gel, Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgârına şarkıları hep onun besteleridir. TRT nota arşivinde yaklaşık 50 eseri kayıtlıdır. Ancak, dönemin plaklarına okunmuş ama Ali Rıza Beye ait olduğu bilinmeyen besteleri de olduğu biliniyordur.
Kaptanzâde Ali Rıza Bey16 Şubat 1934'te konser vermek için gittiği Edremit'te kalp krizi geçirerek vefat eder. Henüz 53 yaşındadır. Kimsesi yoktur. Eşyalarını almaya dahi gelen olmaz. Nereye defnedildiği bilinmez. Mezarının yeri yıllar ve yıllar sonra, 2009 yılında bulunur.

Dörtlüklerin Gücü
Filiz Başıbüyük ve Alpay Tanrıverdi bu akşamki konserde, Kaptanzâde Ali Rıza Bey bestesi 12 eser seslendirdi. Konser, izleyicilerle birlikte söylenen "Yıldızların Altında" şarkısı ile nihayetlendi. 
Güftelerin çoğu dörtlüklerden oluşuyordu. Şair sözü çok uzatmamış, duygularını bir dörtlüğe sığdırmış, besteci de o dörtlüklere müzik ile başka bir boyuta taşımış ve zamanlar ötesine ulaştırmıştı. İşte bu müziğin ve sanatın gücüydü.
Ki; biz o gece şarkıların birçoğunu hep bir ağızdan söyleyebildik. Sazlar da sesler de işinin ehli, işinin aşığı, müziği yaşam biçimi olarak yaşayan isimlerdi.
 Cihangir Başıbüyük, Filiz Başıbüyük, Alpay Tanrıverdi, Yücel Akbulut
Kültür ve Turizm Bakanlığı saz sanatçıları eşliğinde izlediğimiz konser, müzik ile üzerimize yağan yıldızların altında izlediğimiz bir konser oldu. Konsere katılan Bursa Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi Yücel Akbulut, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey adına teşekkürlerini iletirken konserlerin devamının gelmesini dile getirdi.

Hepsi bir yıldız olan şarkılar yıllar öncesinden çıkıp gelmiş, daha çok yıldıza ve daha çok sanata ihtiyacımız olduğu bu günlerde adeta ruhumuzu aydınlatmıştı...
Biz izleyiciler de sanatçılarımızdan bu yıldız yağmurunu dindirmemelerini ve ruhumuzu her daim şenlendirmelerini talep ediyoruz.  
23 Ocak 2025 / C.E.Y.

Kaptanzâde Ali Rıza Bey Besteleri Konseri'nin video ve fotoğraf kayıtlarından oluşan albümüne ulaşmak için tıklayınız.

21 Ocak 2025 Salı

Başımız Sağ Olmasın!

Bu yazıya son zamanlarda sahte içki ölümleri eklenmişti. Bugün de Bolu'dan korkunç bir yangın haberi geldi. (‘Bir başkadır benim Memleketim’de ölmek
Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi'ndeki Grand Kartal Otel'de çıkan yangında 66 (78 olmuş) kişi sıkışıp kaldı ve öldü.
Güle oynaya geldiler, akla sığmayacak şekilde öldüler.
(Günlerce süren California yangınında bile bu kadar insan ölmedi.)
Güvenlik, tedbir, olasılık, ihtimal, hızlı erişim, hızlı organizasyon, hızlı yardım gibi kavramların işlemediği bir sistemde hepimiz hasbelkader hayatta kalıyoruz.
Bazen de kalamıyoruz. 

Vatandaş ne yapsın?

5 yıldızlı bir otelde her türlü güvenliğin olduğunu düşünürüm ben. 
Yoksa niye olsun o kadar yıldız değil mi?
(Hoş, kaç yıldız olursa olsun yine de oteldeki odama girince etrafı şöyle bir kolaçan eder, "nolmaz nolmaz" kuralımı işletirim.)
Peki bu yıldızlar nasıl alınıyor, yıldızları kim veriyor, yıldızların yerinde durup durmadığını kim kontrol ediyor? 
Kayak merkezi olarak çalışmanın da belli kuralları olması gerekmez mi? Bugün bu otel yandı, yarın bir diğerinde herhangi bir şey olmayacağını kim garanti edebilir.

Şimdi yine kurumlar arasında "sorumluluk kimde?" topu çevrilecek. 
Hiç aramayın, sorumluluk halk olarak bizde. Gerçekten de bizde...

Allah'ı nesneleştirip içimizde hissetmezsek, her şeyi onun "korumasını ve cezalandırmasını" beklersek, onun görmediği yerlerde yapılmaması gereken işler yaparsak, yani ahlâk değerlerini ve sorumluluk bilincini kaybedersek, olacağı bu...
Yine, sabahtan akşama dua edip işimizin hakkını vermezsek, işimizi iyi yapmanın "dua" olduğunu anlamazsak, hakkaniyetli iş yapanlara enayi dersek, dürüstlük talep edenleri itelersek yine olacağı bu!

Bu cinayetleri üçkâğıtçılık, kurnazlık, cehalet, aptallık ve kötülük işliyor. 
Bunları başımıza biz sarıyoruz.
Yani cinayetleri hepimiz işliyoruz. 

Birkaç gün ya da birkaç saat sonra yeni bir felaketi konuşacağız. Ne bir ders, ne bir iyileşme olacak. 
O yüzden başımız falan sağ olmasın. Orada o kadar insan böylesine ucuz bir şekilde ölmüşken kimsenin başı sağ olmasın...

Saygıdeğer büyüklerimiz onunla bununla uğraşacaklarına ülkenin doğru düzgün işlemesiyle uğraşsalar, enerji ve kaynaklarını buna harcasalar diyorum. 
Malum; abuk subuk tutuklamalar, olur olmaz soruşturmalar, her şeye dava açmalar.
Bitmez...
21 Ocak 2025 / C.E.Y.

Kapak fotoğrafını mecburen internetten aldım. 

20 Ocak 2025 Pazartesi

Ezel Akay'ın Bursa'sı, Hepimizin Bursa'sı

Her sabah ve her akşam yollarına revan olunan okullarında okuduğun, teneffüs zili çalar çalmaz okul bahçesine fırladığın, okul sıralarına ismini kazıdığın, sıra arkadaşların, okul arkadaşların, sevdiklerin sevmediklerin, mahalle bakkalı, komşu anne, komşu baba, mahallenin ağabeyleri ablaları, ilk aşkın, "bilmem kim" amcaların yaşadığı şimdi viraneye dönmüş konak, "bilmem kim" teyzenin eline tutuşturduğu yağlı ekmek, bir komşuya gelen ilk televizyon, diğerinin aldığı ilk buzdolabı, ilk müziklerini dinlediğin "karışık" doldurulmuş 60'lık ya da 90'lık kasetler, trafik diye bir şeyin olmadığı caddeler, tek tük arabalar, tangur tungur giden at arabaları, Arnavut kaldırımlı taş sokaklar, taş evler, ahşap evler, akşamlara kadar ter içinde top oynadığın henüz otopark ya da apartman olmamış boş arsalar, başını hafifçe kaldırınca görünen gökyüzü, şehrin ışıklarının gökyüzünü aydınlatmadığı o koyu karanlığın içinde ışıldayan yıldızlar, tabak gibi mehtap, incecik hilâl, yüzülebilen deniz, içilebilen su, solunabilen hava...
Her şeyin senin olduğu, adeta senin doğumunla dönmeye başlamış bir dünya. 
Sana doğan ay, göğü kızıllıklara boyayarak senin için batan güneş, senin sokakların, senin seslerin, senin kokuların, senin şehrin, kısacası, senin zamanın. 
Geçmiş günleri anlatırken gözlerinin ışıldadığı, bir şehrin eski zamanlarını olduğu kadar, saçlarına ak düşmüşlerin ya da artık saçı kalmamışların o genç, o deli dolu, o fişek gibi hallerini biliyor olmanın verdiği aidiyet duygusu. 
Senin için bir şehri değerli kılan işte bunlar. İçinde yaşadığın o zamanlar. Yani senin dönemin...

Ezel Akay'ın Bursa'sı
Bursa Büyükşehir Belediyesi Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi Başkanlığı Kent Tarihi Araştırmaları ve Arşiv Şube Müdürlüğü tarafından, geçmişten günümüze kaybolan kültürel mirası kayıt altına alma çalışmaları kapsamında başlatılan, ‘Bursa Bellek- Kent Söyleşileri’nin ilk konuğu, 19 Ocak 2025 Pazar günü Bursalı bir isim olan yönetmen, senarist, yapımcı, seslendirmen ve oyuncu Ezel Akay oldu.
Moderatörlüğünü Gazeteci Sibel Bağcı Uzun’un üstlendiği ve Merinos Bursa Müze Galeri Alanı’nda gerçekleşen söyleşide Ezel Akay bizlere, aslen İnegöllü olduklarını, anne babasının Bursa'da evlendiğini, babasının görevi dolayısıyla Anadolu'da bulunduklarını, o yüzden Bursa'da değil Kastamonu'da doğduğunu ama daha sonra Bursa'ya taşındıkları için Bursa'da büyüdüğünü söyleyerek, çocukluk ve gençlik günlerinin Bursa'sını anlattı. Çekirge Mutlu Evler'den Setbaşı'na, oradan Yeşil ve Emirsultan'a yatay, Aşıklar Kahvesi'nden Acemler'e dikey uzanan güzergâhta biriken anılara yazları eklenen Burgaz (Güzelyalı değil, Burgaz) anıları, Bursa hamamları, Bursa sinemaları, Bursa fotoğrafçıları, Erkek Lisesi erkekleri, Kız Lisesi kızları derken izleyicilerle karşılıklı konuşulmaya başlandı. 
Nihayetinde 1971-1978 yılları arasındaki Ezel Akay'ın Bursa'sı hepimizin Bursa'sıydı..
1961 doğumlu Akay ilkokulu Çekirge'deki Murat Hüdavendigar İlkokulunda, Ahmet Sevim'in sınıfında, liseyi Bursa Erkek Lisesi'nde okumuştu. İlk gençliği 70’li yıllarda geçmişti. Yazının girizgâhında anlattığım ne varsa hepsini o da yaşamıştı. Daha sonra üniversite için Bursa'dan ayrılmış, Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesinden makina mühendisi olarak mezun olmuş, ardından da Amerika'da Villanova Üniversitesi'nde tiyatro öğrenimi görmüştü. Reklam metin yazarlığı, tiyatro yönetmenliği ve oyunculuğu, yapım asistanlığı ve amirliği yapmıştı. Daha sonra İFR'nin kurucu ortağı olarak film prodüksiyonu sektörüne girmişti. 1996 yılından günümüze kadar, yapımcı, yönetmen, senarist, seslendirmen ve oyuncu olarak pek çok filme imza atmıştı.

Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?
Bursalılar onu en çok ‘Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?’ filmi ile hatırlayacaklardır.
Ezel Akay söyleşide, çekimleri Bursa'nın Orhaneli ilçesinde yapılan ‘Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?’ filminin hikâyesini anlattı. Plato ya da film köyü Orhaneli'ye kurulmuş, Orhaneli Belediyesi imkânlarının azlığı dolayısıyla filme yetecek desteği sağlayamamış, filmin maliyeti hesaplananın kat be kat üzerine çıkmıştı. Maalesef ki Beyazıt Öztürk ve Haluk Bilginer'in oynadığı bu unutulmaz film hak ettiği dönüşü sağlayamamıştı. 
Ve "batış"!

Şehir Film Ofisleri
Laf lafı açarken Şehir Film Ofisleri ile Uluslararası Komedi Filmleri Festivali projesine geldi söz. Öncelikle, Türk halkı olarak neşemizi ne kadar kaybettiğimiz, gülmeye ne kadar muhtaç kaldığımız gerçeğin ta kendisiydi. Şehir Film Ofisleri de kentte çekilecek filmlerde film ekibinin her gereksinimine cevap verebilecek, her konuda danışmanlık verip, yardımcı olacak ve yönlendirebilecekti. İzmir'de İzmir Sinema Ofisi, Mersin'de Mersin Sinema Ofisi vardı. Kasım 2024'te de Manisa'da Manisa Sinema Ofisi açılmıştı. Bursa'da da açılmalıydı.
Dağıyla deniziyle, tarihiyle kültürüyle, güçlü iş ve sanat dünyası ile Bursa, uluslararası boyutta bir şehir olmalıydı. 

İncir Yağı
Ezel Akay hafızasındaki yemekleri anlatırken, incir yağından bahsetti. İncir çekirdeği yağını duymuştum ama incir yaprağı yağını şimdiye kadar hiç duymamıştım. İnternete şöyle bir göz attığımda cilt güzelliğine iyi gelen "Dikenli İncir Yaprağı Yağı" ile incir yaprağının sızma zeytinyağı içerisinde demlenmesiyle elde edilen ve yemeklerde lezzet verici olarak kullanılan İncir Yaprağı Yağı'na rastladım. 
Anne ve babasıyla
Bursa'yı Tanımlama Soruları
Söyleşinin sonunda moderatör Sibel Bağcı Uzun, Ezel Akay'a, gençlik dönemlerimizin anket defterleri soruları misali sorular sordu.
* Bursa'nın hangi köşesi size "İşte buradayım dedirtiyor?
Aşıklar Çay Bahçesinin olduğu, Uludağ'a tırmanan yerleri çok seviyorum.
* Bursa bir renk olsaydı, sizin için hangi renk olurdu? 
Artık yeşil değil...
* Bursa'nın kokusunu tarif etseniz sizin için nedir?
Nişasta ve zamk kokusu. (Çocukluğunda kutucuda çalıştığını ve çocukluğuna dair hatırladığı kokunun nişastadan yapılan zamk kokusu olduğunu anlatmıştı.) 
* Bu şehir size bir şarkı söyleyecek olsa hangi şarkıyı söylerdi?
Zeki Müren şarkıları.
* Bursa'da bir şeyi değiştirme gücünüz olsa neyi değiştirirdiniz?
Taassubu ortadan kaldırırdım. Daha neşeli ve daha eğlenceli hayatlar olsun isterdim. 
* Sizce Bursa hangi mevsim olurdu, neden?
İlkbahar...
* Bursa'nın sesi sizin için nedir?
Rüzgâr hışırtısı, kar ve Uludağ.
* Şehir size bir insan duygusunu öğretecek olsa Bursa size hangi duyguyu öğretirdi?
El alem ne der?
* Şehrin size bir hikâye anlatmasını isteseniz ilk cümlesi ne olurdu?
Kadın işçiler... (1910 Bursalı İpek İşçilerinin Grevi ile Bursa, tarihin ilk grevlerinden birinin yaşandığı bir şehir. Grevi anlatan belgesel filmi izlemek için tıklayınız.)
* Bir yerin adını değiştirme şansınız olsaydı nerenin adını değiştirirdiniz?
Çekirge'nin adının değişmesini asla istemezdim.  
* Bursa bir hikâyenin ya da bir masalın kahramanı olsa nasıl biri olurdu?
Yine kadın geliyor aklıma. Bursa kadın-erkek ilişkisi bakımından liberal bir gelenekten geliyor. O dönemlerde Rum kadınları Türkmen kadınlarından daha mutaassıp mesela.
****
Söyleşi izleyicilerle Ezel Akay arasında kâh soru-cevap, kâh sohbet olarak devam etti.
                        
 Müzeler Şube Müdürlüğü Şb.Md. V. Dilek Yıldız Karakaş, Kent Tarihi Araştırmaları ve Arşiv Şb.Md. Deniz Dalkılınç, Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi Başkanı Güney Özkılınç, Bursa Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi Mehmet Ali Saldız, Sanatçı Ezel Akay, Bursa Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Yıldız, Gazeteci Sibel Bağcı Uz
Programın sonunda  Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Mehmet Aydın Saldız, Ezel Akay'a günün anısı olarak bir hediye takdim etti. Ancak bitmedi. Akay'ı bir değil iki sürpriz bekliyordu. 
İlki, 20 Ocak doğum günü olduğu için büyük bir pasta, ikincisi "Lise Not Karnesi". 
Gelen pastanın mumları üflendi. Karneyi de Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Yıldız takdim etti.
Bu söyleşiler her ay tekrarlanacak. Böylece Bursa'nın farklı boyutlarını, farklı zaman dilimlerden ve farklı gözlerin bakışından yakalamaya çalışacağız.
Önümüzdeki konuklardan ikisi şimdiden belli. Burcu Kara ve Halil Ergün...
21 Ocak 2025 / C.E.Y.


1930'LU YILLARIN SONLARINDA BURSA
Yazımın sonunda Bursalı Gazeteci-Yazar Musa Ataş'ın 1930'lu yılların sonlarında yazdığı ve benim (hiçbir satırına dokunmadan) gazete küpüründen yazıya döktüğüm şu üç yazıyı okumanızı isterim. 
Yazılardan ilki Karagöz-Hacivat üzerine. Diğer ikisi de, Ezel Akay'ın "Kadın işçiler" sözüne istinaden hatırıma geldiğinden dolayı, Bursa sokaklarında işe ve okula gidenlerin yarattığı uhrevî hava üzerine.

KARAGÖZ'E MEZAR DEĞİL, ÂBİDE YAPTIRMALIYIZ
Konya mebusu doktor Osman Şevki Uludağ ile bu mevzu etrafında yeni bir mülâkat yaptık
"Son günlerde gazetelerde, mecmualarda ve hatta radyoda bile sık sık yine Karagöz’den bahsediliyor. Hatta, radyoda çocuklara Karagöz oyunu oynatılıyor. Geçenlerde maruf terbiyeci İsmail Hakkı Baltacıoğlu, radyoda Karagöz’e dair bir konferans bile verdi.
Şehrimizde, Çekirge yolu üzerinde bulunan Karagöz’ün mezarını tamir ve ihya etmek isteyenler de var. Zaman zaman tazelenen bu mevzu üzerine, sekiz sene evvel Halkevimizde, ilk defa olarak Karagöz’ün yaşamış bir şahsiyet olmadığını ortaya atan Konya mebusu doktor Osman Şevki Uludağ’a başvurduk. Muhterem doktor, Karagöz’e mezar değil, bir âbide yaptırılmasının daha doğru olacağını bildirerek şunları söyledi:
“Sekiz sene evvel Bursa Halkevi’nde açılan Karagöz bahsinde, ona bir mezar yaptırmak tasavvuru üzerine konuşuluyorken ben şu hakikatleri söylemiştim:
Evvela Karagöz’ün yaşamış bir şahsiyet olup olmadığını anlayalım, mezarın şeklini sonra düşünürüz.
O vakte kadar bazı kitaplarda yazılmış olan bir hakikati ben ilk defa bahse mevzu edince etrafımda bulunanların gözleri açılmış, benim her ne pahasına olursa olsun herkesin sözüne aykırı hareket etmek için bir yol tuttuğuma hükmolunmuştu. Fakat ısrarım üzerine ertesi gece kendi aralarında toplanan Bursa Halkevi’nin tarih kolu, kendilerinden beklediğim şu kararı verdi: Karagöz yaşamış bir şahıs değildir. O Türk edebiyatında en büyük rollerden birini oynamış olan Şeyh Tüsterî’nin ibda ettiği bir tiptir. Meselâ edip Halit Ziya’nın (Aşkı memnu)undaki (Behire) gibi.
Havadis ertesi günü İstanbul gazetelerinde yer bulmuştu. Günün meselesi olmuştu. Evvelâ günlük yazıları için mütenevvi bahisler üzerinde duran muharrirler bahsi kendi görüşlerine göre mütalaa ettiler, hatta birisi (Biz Tahtakale tornalarında odundan adam çektirmek istiyorken, dünyada öyleleri var ki, yaşamış olanları da öldürüyorlar) diyecek kadar millî kültürden, millî tarihten uzak bir dava için bayrak açtı. Sanki Türk milletinin tarihinde adam yokmuş gibi odundan adam istiyordu.
Biz, açtığımız bahiste elbette susmayacaktık. Senedimiz kuvvetli oldukça öne sürdüğümüz davayı kazanmadan geri dönmek yaradılışımızla da tezat teşkil ederdi. Karagöz’ün yaşamış bir şahsiyet olmadığını muhtelif delillerle söyledik, yazdık. Tarih ve kültür bahsinde hakikaten hürmet edilmeğe lâyık âlimlerimiz, üniversite profesörlerimiz de bahse iştirak ettiler ve beni teyit ettiler. Fakat sekiz senedir bahsin bulandırdığı sular hâlâ durulmadı. Karagöz bugün de günün meselesidir. Gazeteler ve radyomuz bununla meşguldür.
Karagöz’ün yaşamış bir şahıs olmadığı hakkındaki eski sözleri tekrar etmeyeceğim. Fakat şu Karagöz hakikaten yaşamış bir adam olsaydı bundan Türk milletinin faydası ne olurdu? Bence şu olacaktı: vaktin birinde (komik Şehir. K. Hasan Ef.) gibi veya ondan üstün alâka uyandıran bir adam çıkmış, herkesi güldürmüş, kendisine göre terbiyevî bir gaye üzerinde de yürümüş. İyi ama, bir millette her devirde bu nevi insanlar yetişebiliyor. Ve bunların ömürleri söndükten sonra bıraktıkları değer nispetinde olarak ayrıca halkın yüreğinde yaşar. Bence bir millet arasında bu neviden bir adamın yetişmiş olması büyük bir sevinç mevzuu değildir. Fakat büyüklük şahsın fani hayatında değil de devrin edebiyatında ise işte büyük olan odur. Bunun aksi de söylenebilir. Meselâ Nasrettin Hoca gibi. O yaşamış bir adamdır, onun da sözlerine gülünür. Fakat onun sözleri bir felsefe kaynağıdır ki Karagöz’le mukayese olunamaz.
Hakikatte hürmet gösterilecek kimse Karagöz değil, onu icat eden Şeyh Tüsteri’dir. O halk arasından bir tip çıkarmış, adına Karagöz demiş, devrin devlet memurları veya allâmeleri arasından da bir tip seçmiş, ona da Haceyvat demiş. Ve bu muhayyel adamları konuşturarak asırlardan beri Çinlerde, Hindistan’da ve Orta Asya’da Türkler arasında yaşayan hayal oyununa yeni bir çeşni vermiş, sevk, neşe içinde herkese edep, terbiye, hayâ telkin etmiş.
Tahtadan, bezden, boyadan, yapılan kuklalar, onu oynatanın elinde ne ise Karagöz ve Hacivat da Şeyh Tüsteri’nin elinde odur ve başka bir şey değildir.
Bu gibi bir bahiste başka milletlerde de misaller vardır. Meselâ İspanyol edibi Servantes’in Don Kişot’u. Dört asırdan beri yaşayan bu tip bütün dünyada meşhurdur ve o tipin maceraları her lisanda yüzlerce defa basılmıştır. Halbuki Don Kişot diye bir adam dünyaya gelmemiştir. Onu Sevantes icad etmiştir. Şimdi bahsin can alacak noktasına gelelim: Ben Karagöz yaşamış bir adam değildir hakikatini söylediğim vakit, sözleri ters ve aykırı anlamak itiyadında bulunanlar bunu Karagöz oyunu aleyhine söylenmiş bir söz saydılar. Halbuki mesele hiç de öyle değildir. Ben şahsen ilk zevkli kahkahayı Karagöz perdesi karşısında attım ve ilk içtimaî dersleri orada aldım. Karagöz oyununun terbiyevî tesirleri vardır. İyi idare olunursa Karagöz perdesi bütün millete hitap eden bir kürsü yerine geçebilir.
Bu kanaatta olan bir adamın sözleri anlaşılmayıp da (Karagöz oyununu kaldırmak cinayettir) diye ömründe fitil pompasiyle sivrisinek bayıltmaktan başka cana kast etmemiş olan bize karşı fazla bir iftira etmiş olurlar. Biz yaşamayan şahıslara mezar değil, yaşayan edebiyata âbide dikmek davasındayız. Yine İspanyollardan aynı misal alayım.
İspanyollar Madrid’te Don Kişot heykeli dikmişlerdir. Bununla Servantes’in namını ebedîleştirmişlerdir. Biz de Karagöz heykeli yapabiliriz ve Şeyh Tüsteri’nin namını ebedîleştirebiliriz. Zannederim ki hurafelerle karışıp parmaklığına bez parçaları bağlayacak bir mezar yerine beş müddetle içtimaî hayatta mühim roller oynamış olan edebiyat namına bir âbide yapmakta daha terbiyevî, daha içtimaî, faydalar vardır.
Şurasını da kaydetmeliyim ki en mezar aleyhinde katiyen değilim. Bir millete hizmet etmiş büyük adamın mezarı onun tezahür etmiş şahsiyetidir. Mazi bir millet üzerinde mutlak bir nüfuzu haizdir. Herkes bir irsiyetin tesiri altındadır. Mezar put değildir, ama, eslâfının kabirlerine hürmet edenler mutlaka ahlâklı insanlardır. O halde fırsat düşmüşken bizi maksadımızı anlamadan mezar aleyhinde zannedenlere bir şey tavsiye edeyim. Eğer Bursa-Çekirge yolunda mutlaka mezar şeklinde bir âbide yapmak isteniyorsa bu mezar yaşamamış olan Karagöz için değil, Türk âleminden harice bile taşıp hürmetle okunan mevlüdün sahibi Süleyman çelebi için olmalıdır. Süleyman Çelebi asırlar görmüş yazılariyle hâlâ bizim ahlâkımıza, ruhumuza nüfuz ediyor. Bin bir meşgale içinde bunalan dimağlar bir an için dahi olsa hırslardan, didinmelerden tecerrüt ederek başka bir âlemde yaşamak ihtiyacı duydukları vakit Süleyman Çelebi’nin mevlüdünden yardım bekliyorlar.
Mezar bu zat için yapılır ve böyle bir mezarı yapmak hisse, dimağa, ruha muvvaffakiyetle hitap eden büyük Türk edibine karşı bizim için borçtur bile."


ŞEHİRDEN REPÖRTAJ / SABAHLARI MERİNOS FABRİKASINA AKAN İNSAN NEHRİ...
Karacabey’den sabaha karşı Bursa’ya dönüyoruz. Tan yeri henüz ağarıyor, Uludağ, şehrin üstünde haşmetli bir silonet halinde yükseliyor. Bursa derin bir sessizliğe gömülmüş uyuyor... 
Yalnız Merinos fabrikasına giden asfaltın üstünde bu sessizliği bozmayan sessiz bir insan nehri akıp gidiyor. Kadın, erkek genç, ihtiyar yüzlerce ameleden mürekkep karmakarışık bir insan yığını yürüyor... Bunlar fabrika işçileridir. 
Kiminin koltuğunda çantası, kiminin nevalesini saklayan bir paketi var. Sabahın ayazında pardesülerinin yakalarını kaldırmış kimseler, alaca karanlık içinde zor seçilen tipler, sabah uykusunun tatlı mamurluğunu bozmaya çalışır gibi ağır ağır ilerliyorlar... Altıparmağı dönüyoruz, Kuruçeşme’ye çıkıyoruz. Elân bu insan nehrinin arkası alınmamış bulunuyor. Evlerinde yavrularını uykuda bırakmış genç analar, belli ki: Onların maişetini kazanmak için uykularını terk etmişler... Fecirle birlikte fabrikaya gidiyorlar. Manzara görülecek haldedir. ;
Merinos fabrikasının, bu memlekete hiç bir şey kazandırmadığını farz etsek, yalnız orada çalışan yüzlerce insanın geçindirdiği binlerce nüfusun bu yüzden mayişetlerini kazanması bile bu muazzam devlet müessesesinin kuruluşunda Bursa lehine kaydedilen hikmeti işarete kâfidir. Kaldı ki: Bursa’dan Çanakkale’ye kadar uzayan engin meralarda yetiştirilen Merinos sürüleri mevcudiyetlerini sadece bu fabrikaya medyun olmasınlar.  ;
Büyük sanayide devletle birleşmenin memlekete temin ettiği en büyük kazanç da budur. Çünkü: Böyle milyonluk fabrika kuracak aramızda kaç vatandaş vardır? 
Nehir akıyor ve ben bunları düşünüyorum. Bursa, bu manzarasile hakiki bir sanat şehri yaşıyor... Yolunuz düşer ve sabahın o saatinde uyanabilirseniz Merinos asfaltının başında durup bu azametli tabloyu siz de seyredersiniz."

GÖRÜŞLER DÜŞÜNCELER / SABAHLARI ŞEHİR
"Bursa’nın en hareketli ve hummalı faaliyet saati sabahın yedisile sekizi arasıdır. Ve bir yabancı Bursa’yı işte bu saatte görmelidir. Çünkü bu saatte Atatürk caddesinden sağa sola doğru siyah önlüklü mektepli kızlar seli akar. Kaskenli kurdeleli (lohusa kurdeleli), elleri çantalı, küçük büyük binlerce genç, sanki bir karınca kesafetile bu caddeyi kaplar.
Fabrikalarına giden işçiler, işleri başına koşan dükkâncılar ve memurlardan başka şehir haricindeki fabrikalarda çalışanları taşıyan otobüsler, İstanbul’a gidenleri Mudanya’ya götüren diğer otobüslerin hareketleri, yolcularını uğurlayanların kalabalığı şehirde baya canlı bir hareket sahnesi doğurur… Zaten her şeyin sabahı böyle ateşli ve hareketli değil midir ya!;
Gönül ister ki; Bursa’nın akşamı da böyle olsun… Mamafih buna, gayet tabiî olarak imkân yoktur. Akşam, yorgun bir hareketin ifadesidir. Sabahın ceyadetini (Ceyyid’den geliyor olabilir. İyi/Güzel anlamında) akşamda arayıp bulmak mümkün değildir. Tevekkeli değil, eskiler akşamın hayrından sabahın şerri iyidir dememişler…"

18 Ocak 2025 Cumartesi

Notalara Adanmış Bir Ömür, Fethiye Sanlıkol

Dünya Müziği Derneği Çoksesli Koro'nun kurucusu, Bursa Filarmoni Derneği üyesi olduğu yıllarda “Bursa Zeki Müren Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi”nin bitirilmesine destek olan ve okul içine Zeki Müren Müzesi kuran, Müzik Enstrümanları Müzesi'nin fikir ve kaynak babası Dr. Hüseyin Parkan Sanlıkol 1944-2015 yılları arasında şu yalan dünyadan bir kuyruklu yıldız gibi geçerken, ardında da birbirinden ışıltılı izler bıraktı.
Bu izlerden en parlak olanı, eşi, hayat arkadaşı, bütün projelerinin destekçisi, Bursa'nın ilk Türk kadın piyano öğretmeni Fethiye Sanlıkol, kızı, özel bir şirkette çalışan mühendis Saadet Leman Bolcal ve oğlu, Müzik Tarihi ve Müzikoloji Profesörü, New England Konservatuarı (NEC) Direktörü, NEC’te Kültürlerarası Enstitü Direktörü, aynı zamanda kurduğu Dünya Kültür Sanat Vakfı’nın Başkanı, “Dreams and Prayers” albümü ile 2015'te, "A Gentleman of İstanbul" albümü ile 2023'te "En İyi Klasik Müzik Kaydı" dalında Grammy Ödülleri’nde finalist olmuş bir müzik insan olan Mehmet Ali Sanlıkol.
Söze Parkan Bey ile başladığıma bakmayın. Bugün onu değil, Parkan Bey'in yanındaki büyük gücü, Fethiye Sanlıkol'u anlatacağım sizlere.
Notalara Adanmış Bir Ömür
Osmangazi Belediyesi Kültür İşleri Müdürlüğü tarafından 'ustalara yaşarken saygı' babında düzenlenen, Nazan Bozan ve Erkan Ayçam'ın birlikte hazırlayıp sunduğu "Notalara Adanmış Bir Ömür" programında, Fethiye Sanlıkol'un Kıbrıs'ın Lefkoşa kentinde başlayan ve zaman içerisinde İstanbul'a, oradan da Bursa'ya uzanan hayat hikâyesini, hafif Kıbrıs aksanlı tatlı diliyle kendisinden dinledik. 
Nazan Bozan - Fethiye Sanlıkol
Fethiye Hanım duygu ve yaşanmışlık yüklü hayat yolculuğunu anlatırken, zaman zaman da piyanosunun başına geçti ve bizlere birkaç eser icra etti.
Fethiye Sanlıkol Kıbrıslı bir kahramanın kızıydı. Babası Necati Özkan (1899-1970), 1942 yılında Kıbrıs'ta Türk halkının ilk siyasi partisi olan 'Katak'ın (Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu) kuruluşunda önemli rol oynayan, belediye seçimlerinde Lefkoşa Belediye Meclisi'ne seçilen, KKTC tarihinde önemli bir yeri olan, kanaat önderi bir isimdi. Mısırlı sülalesinden olan Necati Özkan, Çankaya'da Atatürk tarafından kabul edilen ilk ve tek Kıbrıslı Türk liderdi ve kendisine Özkan soyadı Atatürk tarafından bu tarihî görüşmede verilmişti. 
(Necati Özkan, V., VI. ve VII. Dönem Bursa Milletvekili Hüseyin Fatin Güvendiren'in yeğenidir.)
Fethiye Hanım da kültür ve sanat alanında bir kahramandır.
Fethiye Hanım 21 Ağustos 1947'de Lefkoşa doğar. Yazlarını ailece Girne'de geçirirler. Annesi, Girne kadılığı yapmış Hacı Fakı'nın torunudur ve Fehim Efendi sülalesindendir. Fethiye hanımlar 5 kardeştir. Ağabeylerinden biri ODTÜ mimarlıktan Ziya Necati Özkan, diğeri Kıbrıs Türk Turizm ve Seyahat Acenteleri Birliği (KITSAB) Kurucu Üyesi ve Onursal Başkanı Ahmet Necati Özkan, küçük kardeşi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi mezunu tekstil desinatörü, ablası ev hanımıdır. 
Fethiye 5 yaşında Şekspir (Shakespeare) Anaokulu'na, iki yıl sonra da ilkokul eğitimine başlar. İlkokulun üçüncü ayında çıkan büyük bir yangın sigara fabrikalarından kereste mağazalarına, evlerinden otellerine kadar her şeylerini yok eder. Bu büyük bir travmadır. 
Annesi ut çalan ve sesi güzel olan bir kadındır. Kulaklarında ve hayatlarında "müzik" hep vardır. Babaları da müziğe yakındır ve her çocuk bir müzik aleti çalar.
Ablası da kendisi gibi piyano eğitimi almıştır, ancak büyük yangında piyanoları da yandığı için piyanoya devam etmez. Fethiye piyanoya 8 yaşında başlar ve Jale Derviş'ten ders alır. Royal Akademi'nin açtığı sınavlara devam eder ve sınavları verir. 1963'te terör olayları başlar. Kaymaklı ve Kumsal bölgesinde büyük olaylar yaşanır. Dedesinin konağında yaşayan Fethiye ve ailesi, Kumsal bölgesinden kaçan akrabaları ile birlikte bu evde 26 kişi olarak yaşamaya başlarlar. Ekmek bulmanın bile zor olduğu zor günlerdir. Her aileye günde 1 ekmek veriliyordur. Bu zor günler aile birliği içinde aşılır.
1963 yılında yaşanan katliamlar sonucu okullara gidilemez. Fethiye 1964 yılında okumak için ağabeylerimin yanına, Türkiye'ye gelir. Lise öğrenimini Ankara TED Koleji'nde yapar. Daha sonra İngiltere’nin kraliyet müzik okulu sınavlarını vermek üzere Kıbrıs’a döner ve piyano sınavlarına hazırlanır. 
1972 yılında evlilik nedeniyle Türkiye'ye döner ve yine bir Kıbrıslı olan Doktor Parkan Sanlıkol ile İstanbul'da evlenir. Parkan Sanlıkol’un Çekirge Devlet Hastanesi'ne Fizik Tedavi uzmanı olarak tayini nedeniyle 25 Ocak 1975 yılında Bursa’ya gelirler. 
Bursa'nın sanat olarak kurak yıllarıdır. Onların gelişinden önce Bursa’da piyano dersi veren Fransız kadın, Türk kocası ölünce piyano dersi vermeye daha fazla devam etmemiş ve öğretmenliği bırakmıştır. Piyano dersi almaya alışık olan Bursa camiasından Fethiye Hanım'a büyük talep oluşur. Geldiklerinden üç ay sonra Fethiye Hanım piyano dersleri vermeye başlar. 
O artık Bursa'nın Piyano Hocasıdır...
Önce Çelikpalas'ta, sonra da Emin İlter'in sanat galerisinde konserler verilir. 
Uludağ Üniversitesi'nin kurulma aşamasında olduğu yıllarda, 1983-1984 yılları arasında üniversitede bir yıl görev yapar. İzmir'deki Maria Rita Epik'in Royal Akademi temsilcisi olduğunu öğrenip, onunla temasa geçer ve Royal Akademi sınavlarını Bursa'da da başlatır. Çocukları artık Royal Akademi’ye hazırlıyordur. Sınavlar müfettişler gözetiminde Fethiye Hanımın evinde yapılıyor, sertifikalar İngiltere'den geliyordur.
Bu yıllar içinde notalar arasında, başta Mehmet Ali Sanlıkol olmak üzere pek çok müzisyen yetişir.
Çocuklar büyür yuvadan uçar. Anne babaya kalan artık gururlanmaktır.
Parkan Bey 2015 yılında aniden vefat eder. Çok arzu ettiği Müzik Enstrümanları Müzesi'nin açıldığını göremez.
Araya giren aksaklıkların ve pandeminin hafiflemesinin ardından, "Dr. Hüseyin Parkan Sanlıkol Müzik Enstrümanları Müzesi", 21 Ağustos 2021 günü Nilüfer Belediyesi'nin katkılarıyla açılır.
Protokolü Fethiye Sanlıkol imzalamıştır. 
Açılışta oğlu, kızı ve Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem ile
2025'in ilk günlerinde Anadolu müziğini dünyaya tanıtan caz sanatçısı Okay Temiz, kendi yaptığı ve müziklerinde kullandığı 21 enstrümanı Nilüfer Belediyesi Dr. Hüseyin Parkan Sanlıkol Müzik Enstrümanları Müzesi’ne bağışlar. Ayrıca Nafia Eser Teker tarihî bir piyano hediye eder.
2025 yazında da Mehmet Ali Sanlıkol, kendi tasarladığı enstrüman olan "Sanlıkol Rönesans 17" enstrümanı müzeye bağışlayacak. (Piyanoda bir oktavda 10 tuş varken, bu enstrümanda 17 tuş mevcut.)
Fethiye Sanlıkol'un Nazan Bozan ile yaptığı sohbetin ardından, izleyiciler arasında olan öğrencileri sahneye gelerek Fethiye Hanım'ın kendi hayat yolcuklarındaki yerini duygu seli içinde dile getirdiler. Kimisi müziğe devam etmiş, kimisi farklı alanlara yönelmişse de hepsinin içinde müzik sevgisi ve Fethiye hanımın izleri mevcuttu.
Fethiye Sanlıkol yetiştirdiği öğrenciler ve Osmangazi Belediyesi Başkan Yardımcıları Sefa Yılmaz ve Mutlu Esendemir ile
Fethiye Sanlıkol Dünya Müziği Derneği Çoksesli Koro üyeleri ile
Ben de bu akşam Osmangazi Gösteri Merkezi'ne gelerek bu özel gecede, ismini daha önce çok duyduğum ancak 2014 yılından bu yana katıldığım konserler piyano günleri dolayısıyla tanışma ve yakından tanıma fırsatı bulduğum Fethiye Sanlıkol'un yanında olmak ve onu daha yakından tanımak istedim.
Tabii ki sadece tanımak yetmez, onu bilenler biliyor ama bilmeyenler için anlatıp tanıtmak istedim.
Elbette ki dolu dolu yaşanmış bir ömrü anlatmaya bir saatlik bir zaman dilimi yetmezdi ve yetmedi de. 
Biliyorduk ki daha anlatacak, konuşacak çok şey vardı.
Onlar da çekilecek belgesele kalsındı…
DMD Çoksesli Koro Fethiye Sanlıkol'u yalnız bırakmadı, ben de onları
Bu arada; yeni açılan Osmangazi Gösteri Merkezi'nde bir etkinliğe ilk kez geldim ve kültür-sanat adına Bursa'ya bir mekân daha kazandırılmış olmasına çok sevindim.
19 Ocak 2025 / C.E.Y.


Fethiye Sanlıkol, Mehmet Ali Sanlıkol, Dr. Parkan Sanlıkol ve Dünya Müziği Derneği üzerine yazdığım yazılar:
Maestro! / 13 Ekim 2015
Cazdan öte, cazdan ziyade / 17 Temmuz 2017

Dr. Parkan Sanlıkol'un mirası olan Bursa Ulusal Piyano Günleri üzerine yazdığım yazılar:

Nurcan Neslihan Karataban röportajı:
bursa.com’da yer alan, Parkan-Fethiye Sanlıkol çiftinin hayatını anlatan ve 2009 yılında yayımlanmış bu röportaj, Nurcan Neslihan Karataban’ın bloğundan alınmış.
Dünya çapında hayatını müziğe adamış iki insan: Fethiye - Parkan Sanlıkol / 13 Eylül 2015


12 Ocak 2025 Pazar

"Ben evlencem!"

Babanız ölür ölmez ertesi günkü kahvaltı sofranızda anneniz birdenbire, "Ben evlencem!" derse, siz de "Anne n'apıyorsun? Dün bir bugün iki!" derdiniz herhalde değil mi?
"El alem ne der!" derdiniz, "Yaşından başından utanmıyor musun?" derdiniz, "Cici baba istemiyoruz!" derdiniz, "Bu eve erkek sinek bile giremez!" derdiniz. Derdiniz de derdiniz.
Hem başınıza iş, hem malınıza ortak istemezdiniz. 

Mukadderat filminde, babaları ölür ölmez ertesi gün "Ben evlencem!" diyen annelerine çocukları da böyle dedi.
Evlilikten başka bir dünya tanımayan Sultan ise, "Ben kiminle konuşçam, ben kime sofra hazırlıcam, ben kimin nefesini dinlicem, ben yatakta nasıl yalnız yatçam, ben bu evde nasıl yalnız yaşaycam?" diye savundu kendini. Bir yandan da "Babanız olsa böyle mi diyecektiniz?" diye yüzledi çocuklarını. 
"O başka!" diye cevapladı oğlu. 
Acaba nesi başkaydı?
"Ben evlencem!"
Kastamonu'nun Cide ilçesinde çekilen Mukadderat filmi, işte bu iki kelimelik vurucu cümle ile başladı. Arkasından da kıyamet koptu. Küçük bir kasabada yaşayan ailenin babasının vefatının ardından cenaze için İstanbul'da yaşayan kızının Cide'ye gelişi, Cide'de kahvehane işleten ağabeyin (babalarının vasiyetindeki gibi) erkek olma üstünlüğünü kullanarak mirası kız kardeşi ile "fifti fifti" paylaşmak istememesi, yine babanın vasiyetindeki gibi bankadaki paranın yarısını oğluna, yarısını da "evlenmemek kaydıyla" karısına bırakışı, "Ona kocası baksın" dercesine kızını hesaba fazla katmaması, kızın da annesi gibi bu haksızlığa isyan etmesi, kızın dümdük bir şekilde kahveye girerek annesine de kendisine de sahip çıkması, annenin dümdük şekilde kendisiyle evlenecek adam araması, bu arayışların sonunda hayatının gerçek anlamını bulması ve sonunda herkesin bu yolculuğa şapka çıkartması...

Kocası ölen Sultan'ın daha o gün, ölünün arkasından okunan duaya bile tahammül edememesi ve kocası sağken o ölünce ben ne yapacağım diye düşünmüş olması, yalnızlıktan ölümüne korkmasının ilk işaretleriydi aslında. Yoksa kendine koca aramasının ardındaki derdi fiki fiki yapmak değildi. Üstelik olabilirdi de.
Acaba kime neydi...
Tüm yalnızlığı ve çaresizliği ile Rıfat Ilgaz'ın yanına oturuveren Sultan
Evin kızı iki lafın başı "Mukadderat" diyerek geçmişine adeta laf sokuyordu. Çocukluğundan bu yana bu sözü çok duymuş olmalıydı. O da mukadderat bu da mukadderat şu da mukadderat! Ayol neymiş bu mukadderat? 
İnsan her şeyi de mukadderat olarak kabul edip kaderine bu kadar da boyun eğmezdi ki! 
Anne de kız da eğmedi...
Ve dünya batmadı, hâlâ dönüyor...

Bitmesini istemeden izlediğimiz film Cide'nin sokaklarında, Sultan'ın evinde, kahvehanede, deniz kenarında, pazar alanında, nefis manzaralı bir koyda kamera varmış da, biz de kameraya takılanları izliyormuşuz lezzetinde bir filmdi.
Öylesine akıcı, öylesine bizden, öylesine doğal, öylesine rahat, öylesine kestirme, öylesine ayna tutucuydu. Bir yandan da mesaj verme kaygısı ile kocaman kocaman lafları gözümüze sokmayan, bağımsız film olmasından dolayı filmin orasından burasından sponsor firma yazıları fırlamayan, oyuncusundan yapımcısına, yönetmeninden senaristine kadar sakin ama bir o kadar da duygusal, komik, hüzünlü ve heyecanlı bir film.
Tıpkı hayat gibi...

Sonunu söylemem, çünkü bilmiyorum
Filmin sonunda ne oldu, pazarcı ile Sultan elmayı yediler ama evlenerek "ayvayı" yediler mi, tarlalar kat karşılığı müteahhite verildi ve evin kızı da hakkı olan yüzde elliyi aldı mı, bunları bilmiyoruz. 
Hem zaten illa ki 'son'a odaklanmak gerekmez. Yaşananlar genelde 'son'dan daha etkileyicidir. ("Romeo ve Jülyet evlenseydi neler olurdu?"nun canlandırıldığı "Tarla Kuşuydu Jülyet" oyununu hatırlarsınız.) 
Hikâyenin kahramanlarının hayatına girerek şahit olduğumuz (bir-iki hafta ya da ay gibi kısa bir zamanı kapsayan) yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuk öyle keyifliydi ki, gerisi onlara kalmış.
Biz sadece onların hayatının bir kesitine şöyle bir baktık çıktık.

Mesele neyi anlattığından ziyade nasıl anlattığındır
Arundhati Roy "Küçük Şeylerin Tanrısı" kitabında minicik şeyleri öyle bir anlatır ki, ben bunun böyle olduğunun nasıl farkında değilim dersiniz. Kitabın kendisi o minicik şeylerin toplamı kocaman bir anlatıdır.
Mukadderat filmi de öyleydi. 
Her zaman işlenen Kadın-Erkek, Anne-Çocuk, Kız Kardeş-Erkek Kardeş, Gelin-Görümce, Kayınço-Damat, Gelin-Kaynana, Damat-Kaynana, Karı-Koca, Kuzen-Yeğen ve Kanka-El Alem ilişkilerinin anlatıldığı, en sıradan, en basit hallerimiz ile kocaman bir filmdi izlediğimiz.
Hani bazı kitapları okuyunca, "Keşke bu kitabı herkes okusa",
hani özel bir coğrafyaya gidince, "Keşke burayı herkes görse", hani ruhunuza iyi gelen bir müzik dinlediğinizde, "Keşke herkes bu müziği dinlese" deriz ya, Mukadderat'ı izlerken "Keşke bu filmi herkes izlese" dedim hep.
Başrolünde bir kadın olsa da, film bir kadın hikâyesi anlatsa da, aslında anlatılan "insan" hikâyesiydi. 
Ayrıca Cide'nin doğal güzellikleri, özellikle de Alamancı'nın hayatın anlamını balıkta bulduğu koy ve kasabanın yaslandığı dağ görüntüsü sinemanın beni en büyüleyen görsel manzarasıydı.

İnsan Kurbanlar
Kasabadaki toplumsal baskıyı dibine kadar hisseden evin oğlu; yapacak işi olmadığından kahvenin bahçesinde oturarak geleni geçeni gözleyen dedikoducu "Elalem amca", etrafta kadın görmek istemeyen pazarcı esnafı, nisa taifesinin bir işte çalışıp para kazanmasının erkekliğine halel getirdiğini düşünen erkek taifesi de bu düzen içinde en az kadınlar kadar kurbandı.
Lakin bazen düzenleri alt üst etmek lâzımdı...
Çok da yargılamamak, insanlara hayatı dar etmemek lâzımdı.
Sevdiklerine sahip çıkmak, vampirlere yem etmemek lâzımdı.
Malum, insan hiç ummadığı bir anda kendini, hayatı boyunca karşı çıktığı, eleştirdiği, kınadığı bir durumun öznesi olarak bulabilir.
Hayat bu dedim ya, sürprizlerle dolu. 

Mukadderat'ın Anatomisi
Mukadderat, senaryosunu Erdi Işık'ın yazdığı, Nadim Güç tarafından yönetilen (ilk filmi), yapımcısı Rodi Medya-Rodi Kayım olan ve başrollerinde Nur Sürer, Aslıhan Gürbüz ve Osman Sonant'ın oynadığı 2024 yapımı (belki biraz kara) komedi, aynı zamanda da dram filmi. 2024 Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu, ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü olmak üzere üç Altın Portakal kazanmış. 
Kısa not: Nur Sürer, Altın Portakal En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü 1982, 1989 ve 2024 yılında üç kez kazanarak, Hülya Koçyiğit ve Türkan Şoray'dan sonra bu ödülü en çok kazanan kişi olmuş.

Nur Sürer / Nadim Güç / Rodi Kayım
Fatih Altaylı'nın YouTube kanalında Mukadderat filmi üzerine Nur Sürer ve Nadim Güç ile yapılan sohbeti daha önce izlemiştim. Bu kez, Nilüfer Belediyesi katkılarıyla Konak Kültürevi'nde gösterilen Mukadderat filminin ilk gösteriminin ardından, filmin yapımcısı Rodi Kayım, Nur Sürer ve Nadim Güç üçlüsünün sohbetini izledim.
Nur Sürer Bursalı olmanın ve Bursa'ya defalarca gelmesinin aşinalığı ile her zaman olduğu gibi son derece doğal ve kibardı. Aralarında olmayan senarist Erdi Işık'ın hikâyesinin film haline gelişini, Nur Sürer'in "Benim yaşımda oyunculara niye film yapmıyorsunuz?" diyerek açtığı yolu, bu filmde Sultan rolü için başka hiçbir ismin düşünülmediğini, oyunculuğun zaman içinde değişmediğini, değişenin sadece teknolojik ekipman ve arkada çalışan geniş kadrolar olduğunu anlattılar.
Nur Sürer, Nadim Güç, Rodi Kayım
Erdi Işık filmin senaryosunu gerçek bir hikâyeden esinlenmişti. Işık'ın annesi, filmin geçtiği Kastamonu Cide'de pansiyon işleten ilk kadınlardan biriydi ve filmin sonunda jenerik esnasında akan emekçi kadın fotoğraflarından ilki de Işık'ın annesinin fotoğrafıydı.
 
Nilüfer Belediye Başkanı Şadi Özdemir ile
Sohbetin ardından Nilüfer Belediye Başkanı Şadi Özdemir film ekibine teşekkürlerini sunarak çiçek takdim etti. 
12 Ocak 2025 / C.E.Y.

Konak Kültürevi'nde gösterimde olan film, 13-14-15-16 Ocak tarihlerine izlenebilecek. (Seanslar ve biletler için tıklayınız.)