10 Kasım 2016 Perşembe

Ulusun, korkma!

Biliyor musun, hiç korkmadım ben senden. 
Tembellik edersem üzülürsün diye korktum sadece. 
Korkulacak neyin vardı ki? 
Severdin sen bizi. Biz pırıl pırıl yetişelim, başka ülkenin çocuklarından gerilerde, karanlıklarda yaşamayalım isterdin. Aramızdan erken ayrılacağını bildiğindendi belki de tüm telaşın, tüm acelen. Ki birbiri ardına soluksuzca yaptığın devrimler hâlâ tartışılır durur. Yavaş yavaş gidelim diyenlere "Devrim ya bir anda olur ya da hiç olmaz!" demişsin. Haklısın, neyi bekleyecektik ki? Dünya ile aramızda kapanması zor bir mesafeyi ancak böyle hızlı koşarak kapatabilirdik. 
İlk on yılda kapattık da, sonrası adım adım geri...

Bir yerlerde okumuş olmalıyım; henüz Osmanlı askeri iken, Arap ellerinde görevli olduğun günlerde Arapların hayatını görüp, bir de Avrupa'da görevli olduğun günlerde Avrupalıların hayatı nasıl yaşadıklarını görünce niye benim milletim de böyle refah içinde ve medeni yaşamasın dediğini hatırlıyorum.
İstediğin hep buymuş, temiz, medeni, çalışkan, üretken, kendi kendine yetebilen, fikri hür, vicdanı hür vatandaşlardan oluşmuş bir memleket...

Ne kadar isterdim ömrüne şahit olmayı. 
Çocukluk günlerin, gençlik günlerin, hayallerin, düşüncelerin, fikirlerin, arzuların, isteklerin, hedeflerin... Hepsini an be an izlemeyi. Aklından geçenleri okuyabilmeyi. 

Yatılı okula gittiğinde anneni özler miydin mesela? 
İlk sevdalın kimdi?
Çanakkale'de, Trablus'ta savaşırken, 16 Mayıs'ta Bandırma vapuruna binerken, gemideki o üç gün ve 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak basarken neler vardı aklında? 
İçten ayrı, dıştan ayrı düşmanlarla kuşatılmış, nefes alacak hali dahi kalmamış sersefil bir milleti nasıl canlandırdın?
Bunca insanı kendine nasıl inandırdın?
O günlerde ya düşman çizmesi altında ezilerek ya da vatanı için çarpışarak ölmekten başka çaresi yoktu bu milletin. Ha bir de düşmanla işbirliği yaparak hayatta kalma çaresine başvuranlar vardı, tabi itibarı ara ki bulasın...
Sen memleketin kadınına sahip çıktın, çocuğuna sahip çıktın, gencine sahip çıktın, milletine sahip çıktın, ağacına, havasına, denizine, toprağına, dinine, diline sahip çıktın. Hepsine ayrı ayrı teslim ettin değerlerini. 
Kanunlar yetmedi, bayramlar hediye ettin. 
Var mı bildiğiniz böyle bir başka "diktatör", söyleyin...

Vatanı uğruna savaşan Mehmet'i ayrı bastın bağrına, düşman askerini ayrı. 
Askerine "Merhaba asker!" diyen ilk kumandan olman bir yana; Çanakkale'de şehit düşen yabancı askerlerin gözü yaşlı analarına, "Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, onlar bu topraklarda can verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır" diyebilen bir kumandan olman hangi sözcükle tanımlanabilir ki?
İyi bir askerdin ve savaştan hazzetmezdin hiç. 
"Vatanın müdafaası mecburiyeti olmadıkça savaş bir cinayettir" dediğin sözü hatırlarım da, savaşın anlamını ancak bir asker böyle dillendirir derim. 
Savaşın iç yüzünü bildiklerinden olsa gerek asker savaş çıkartmaz, asker sadece savaşır. Savaşa sebep olan da, savaşı çıkartan da hep sivillerdir. Onların dağıttıklarını toplamaktır askere düşen.

Askerini bağrına bastın demiştim ya; vatanı için savaşıp can veren askerlerin kanıyla kazanılmış Sakarya Meydan Savaşı'nın ardından gelen zaferi evliyaya mal etmeye çalışmış güruha karşı gelmişsin. Hacı Bayram Veli türbesine giderek "onun yüksek maneviyatı yardımıyla" kazanılmış zafer için dua etmeyi reddetmişsin. "Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam" demen bundandır. 

O kadar çok anın var ki okunacak.
Sesini Cumhuriyet'in 10. yılında yaptığın konuşmandan biliyorum ama nutuk atar gibi değil, sohbet ettiğin zamanlardaki sesini tasavvur etmeye çalışıyorum. 
O dönem çekilmiş filmlerden derlenen videolarda duruşunu, bakışını, gülüşünü, düşünürken çatılan kaşlarını, ışıl ışıl, çakmak çakmak gözlerini, sigarandan nefes çekişini, yemek yiyişini, dans edişini izliyorum.
Halkla iç içe, çocukla çocuk, köylüyle köylü, devlet adamıyla devlet adamı, kadınların yanında centilmen bir beyefendi.
Azarlamayan, bağırmayan, şefkatli, sevecen ve asil...
****
Edebiyat dersinde İstiklâl Marşı'nı işlerken sıra "Ulusun, korkma!" nidasıyla başlayan dizeye geldiğinde, bunun iki farklı yorumu olduğunu anlatmıştı bize Edebiyat öğretmenimiz Sinan Kangal.
Devamında gelen "Nasıl böyle bir imanı boğar, medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar!" dizesindeki canavarın ne kadar ulursa ulusun ondan korkulmaması gerektiği idi bir yorum. 
Diğeri de, iman dolu göğsü gibi serhaddi olan ulu bir milletin tek dişi kalmış bir canavardan korkmaması gerektiği idi. 

Ebediyete intikalinin üzerinden geçen yetmiş sekiz yılın ardından ULU olanın ve ululuğu millete layık bulan "sen" olduğunu bir kez daha görüyoruz. 
"Halk beni de değiştirebilir." diyecek kadar halkına güvenen, "Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır." diyebilecek kadar halkının ilerlemesini isteyen, 'Gençliğe Hitabesi'nde gelecek günlerde karşılaşılabilecek, ki şu anda içindeyiz,  tehlikeleri bir bir sayıp döken bir ulu insan... 

Üzülüyorsun değil mi Atam? Ben size demiştim diyorsun değil mi?

Onlar ulumaktan hiç yılmadılar, hiç bıkmadılar evet. Bir cendereye aldılar ki bizi sorma...
Biz de Türk milleti olarak, senin evlatların olarak ululuğumuzun farkına varıp etrafımızda uluyanlardan korkmamalı, onların sesini kesmeliyiz artık...
Ama nasıl diye sormuyorum, onu da söylemişsin, 'Muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcut' demişsin... 

Atamız "Milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" demiş ya, 
Haydi dostlar, biz de o milletin ve o ecdadın birer ferdi olduğumuzu hatırlayalım artık...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder