Biliyorsunuz, Pandemi boyunca ve sonrasında geziler sanala dönüşmüş, kapı dışarı çıkmak hayal olmuştu. Tam biraz kendimize gelirken Türkiye bir kez daha sarsılmış, 6 Şubat sabah 04:17'de Hatay ve 11 il adeta yerle bir olmuştu. Günlerce, aylarca bu acı ile yatıp kalktık, Yaralar ne kadar sarılsa da için için kanamaya devam ediyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimleriydi, sonuçlarıydı, tekrarlarıydı derken epey bir yorulmuş, bunalmış, hatta canımızdan bezmiştik. Tüm bunların üzerine fiyat artışları ve döviz dalgalanmalarını koyarsak, "Hani bunun tuzu biberi nerede?" diye soranlara en güzel cevap olur.
Tam da boğulduğumu hissettiğim anda ise bir haber uçtu, "Haydi kap valizini, vizesiz pasaportsuz bir ülkeye, Azerbaycan'a, Bakü'ye, 'Bir Hazar Masalı' yaşamaya gidiyoruz!" dedi. Haberi uçuran Özge Ersu'nun ta kendisiydi. Hemen şartlar değerlendirildi ve "okey" verildi. Nihayet bitmek bilmez gündeme bir nefes alımlık ara verilecek, masal tadındaki geziye gidilecek, 3 gece 4 gün başka bir boyuta geçilecek, sonrasında yine gerçek dünyaya dönülecekti.
Yıllarca Azerbaycan Kültür Derneği Bursa Şubesi'nin düzenlediği etkinliklere katılmış, Uludağ Üniversitesi Azerbaycan Kültür ve Sanat Topluluğu tarafından gerçekleştirilen sempozyumları izlemiştim. Azerbaycan insanına da, kültürüne de, tarihine de yakındım. Üstelik köklerim Dağıstan'a uzanıyordu. Eksik parça sadece coğrafyayı görmekti. Ve şimdi Puzzle'ın bu parçası da yerine yerleşecekti.
29 Haziran sabahının erken saatlerinde İstanbul Havaalanı'ndan kalkan uçağımız, iki buçuk saatlik bir uçuşun ardından Heydar Aliyev Havaalanı'na indi. On sekiz kişilik grup olarak çıktığımız yolda yanımızda geziyi tüm detayları ile oluşturan duayen rehber Özge Ersu, arkamızda da gezinin organizasyonuna imza atan Seyahat Acentası / Tarkan Arslan vardı. Biliyorduk ki, üç gece dört gün sürecek olan gezi bu güven içinde geçecekti.
Geçti de...
Uçak inişe geçerken ve yeryüzü gittikçe belirginleşirken aşağıda kırmızı göller ile piramit damlı küçük evler, kısalı uzunlu, genişli darlı yollar, Hazar Denizi'nde de balık çiftlikleri olduğunu düşündüğüm halkalar adeta elle tutulur hale geldi. İki buçuk saat süren yolculuğun ardından Heydar Aliyev Havaalanı'na indik ve bizi karşılamaya gelen yerel rehberimiz Ali Mahmudov Choydar'ın yönlendirmesiyle dört gün boyunca bizi taşıyacak olan aracımıza yerleştik.
Haydi, ver elini Bakü şehir merkezi.
Havaalanından otele doğru ilerlerken bir yandan bizi neyin beklediğinin merakıyla otobüsten dışarısını izliyor, bir yandan da Özge Ersu'nun gezi içeriğini, Azerbaycan'ı ve Bakü şehrini tanıtan anlatımını dinliyorduk. Kısa bir panoramik şehir turunun ardından otelimize ulaştık. Hafiften acıkmaya başlayan karınlarımızı hızlı bir şekilde doyurduktan sonra ilk durağımız olan Nobel Kardeşler Evi'ne doğru yola çıktık.
NOBEL KARDEŞLER EVİ
Rezervasyonu aylar öncesinden dolu olan Branobel Evi, Bakü'deki acentanın yoğun mücadelesinin ardından 15:30'da bize özel rezervasyon açmıştı. Havyar ve şampanya tadımı da yapacağımız Nobel Kardeşler Evi'ne gelirken yolda Özge Bey, geldiğimizde de yerel rehberimiz Ali bizleri bu evin ve sahiplerinin öyküsü ile bilgilendirdi.
İsveçli bir mühendis, mimar, mucit ve sanayici olan ve Rusya'da silah işine giren baba Immanuel Nobel'in silah dipçikleri için gereken ağaç aksamın ağacını (demir ağacı) temin etmesi için oğlu Robert'i 1870'lerde Kafkasya'ya göndermesi ile başlar öykü. Robert tesadüfler sonucu orada bir rafineri satın alır ve ailece petrol işine girerler. İsveç'te doğan üç erkek kardeş Alfred Nobel, Ludvig Nobel ve Robert Nobel Bakü'de "Nobel Kardeşler Şirketi"ni kurarlar. Petrolü taşımaktaki maliyeti boru döşeyerek, depolarda biriktirerek, demiryolu (Bakü-Tiflis) yaparak, deniz taşımacılığında ilk petrol tankeri üreterek düşürürler. Çalışma şartlarını geliştirip emeklilik sistemini uygularlar. İşçilerin iyi olmasını kendilerinin iyi olması olarak düşünürler.
Petrol şirketinin genel merkezi Villa Petrolea 1884 yılında Bakü'de inşa edilir ve Nobel kardeşler yaklaşık 45 yıl burada yaşar.
Petrol kaynaklarından dolayı toprak kötü durumdadır, verimsizdir. 1894'te temiz bir ortam yaratılır ve Nobel Kardeşler tarafından ülkenin temiz toprağı olan bölgelerinden deniz yoluyla toprak getirilir. Villa Petrolea'nın olduğu yerde Polonyalı peyzaj mimarları tarafından tasarlanan 10.5 hektarlık büyük bir park oluşturulur. İçine meyve ağaçları dahil 80 bin bitki dikilir. Nobellerin St. Petersburg'daki merkezlerinden kitaplar, heykeller ve pek çok eşya getirilir. Çevreye, denize bakan evler inşa edilir.
Villa Petrolea, rüzgâra ve yağmura dayanıklı ince işlenmiş kumtaşından Bizans tarzında inşa edilir. Villada bir restoran, müzik ve balo salonu, bilardo salonu ve okuma odasına sahip bir kütüphaneden oluşan bir kulüp var.
Villa Petrolea'daki yaşam, I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla Alman ve Avusturya-Macaristan vatandaşlarının Rus İmparatorluğu'ndan sürülmesiyle düşüşe geçer. 1918 yılında Azerbaycan kendi cumhuriyetini ilan ettikten sonra 1919 yılında Azerbaycan'ın milli mülküne geçen ve Nobel ailesinin İsveç dışındaki tek müzesi olan “Villa Petrolea", BNMV (Bakü Nobel Miras Vakfı) tarafından restore edilir ve müze olarak hizmet vermeye başlar. Konağın içi, ailenin Bakü'den ayrılmasından önceki haliyle tamamen aynı olmasa da, şömine gibi bazı unsurlarla çok hassas bir şekilde yeniden yaratılır.
Alfred patlayıcılarla ilgilenen bir kimyagerdir. Dinamiti bulması madencilik sektöründe sıçrama yaratırken, bir yandan da insanların (başta kardeşi Emil olmak üzere) ölümüne sebep olur. Nobel, 1896 yılında San Remo'da beyin kanaması sonucu öldüğünde bir gazete manşette şu başlığı kullanır: "Ölüm taciri öldü!" (Le marchand de la mort est mort!)
Buluşları insanoğlunun yıkım gücünü arttıran Nobel'in, sürekli bunun pişmanlığını yaşadığı söylenir. Vasiyetinde, mirasının Nobel Ödüllerinin enstitüleştirilmesi yönünde kullanılmasını ve 33.200.000 kronunun her yıl insanlığa hizmette bulunanlara sunulmasını ister. Bu ödüller, fizik, kimya, tıp veya fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecektir. 1900 yılında İsveç hükûmeti Nobel Vakfı'nı kurar ve Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlar. Daha sonra 1968'de İsveç Bankası Alfred Nobel anısına bir ekonomi ödülü vermeyi kararlaştırır ve ödül ilk kez 1969'da verilir. Sentetik bir element olan Nobelyum onun anısına bu isim ile anılır. Nobel ödülleri her sene Alfred Bernard Nobel'in ölüm tarihi olan 10 Aralık'ta verilir.
Araştırmacı-Yazar, Gazeteci Dr. Nazile Abbaslı 27 Haziran 2020 tarihinde yazdığı "Nobel Kardeşleri ve Azerbaycan" başlıklı yazısında Nobel Kardeşler'in öyküsünü ve dedesinin Nobel Kardeşlerle olan ilişkisini anlatmış ve yazının sonunu, "Odur ki, her defa Nobel ödülleri verildiği zaman oradan Bakü petrolünün kokusu ve petrol üzerine oynanan oyunlar gelir aklımıza. Bir de en önemlisi gelecekte petrol kokusuna Azerbaycan’a akışan dünya petrol şirketlerinin bizlere neleri getirip, neleri götüreceklerini de bilmeyiz. Şimdilik halk olarak bir hayır görmedik." sözleriyle bağlamış.
(* Güzellik başa bela dedikleri gibi doğal zenginlikler de ülkelerin başına bela oluyor maalesef. Ülkeler tarafından kapışılan, yerel halka bırakılmayan, uğruna savaşlar edilen zenginlikler... Öyle ki, 1900 yıllarında Bakü tüm dünyanın petrol ihtiyacının yarısını tek başına karşılıyordu. Bu da iştahları kabartıyordu. Özellikle de Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında Bakü hep hedefte oldu. Çünkü yakıtsız bir ordu savaş kazanamazdı. Stalingrad savunmasını geçemeyen Almanlar savaşı kazanamadı, yakıtsız tanklar yollarda kaldı. Çünkü Bakü petrolleri Sovyetlere akmıştı.)
Nobel Kardeşler Evi'ndeki son saatimiz şampanya ve havyar tadımına ayrılmıştı. Farklı şampanya ve farklı havyar çeşitleriyle donatılmış masada otururken 1800'lerin sonlarında yaşadığımızı hissetmiş olabiliriz. Hele de salondan geçilen ve Nobel kardeşlerin yorulduklarında yattıkları yatak dahil türlü çeşit eşya ile dolu oda yanı başımızda capcanlı duruyorken...
Bayıl Hapishanesi'nde Akşam Yemeği
Akşam yemeğimiz şimdilerde restoran olarak hizmet veren, önce 400 kişilik olarak tasarlanan, sonrasında kapasitesi 1500 kişiye kadar çıkartılan, Stalin'den Muhammed Emin Resulzade'ye kadar pek çok ismin hapis yattığı Bayıl Hapishanesi'nde. Yani, demir parmaklıklar ile hapishane havasını verilen Mangal Restoran'da.
Ne garip, bir zamanların hapishanesinde bugün Azerbaycan Türkçesi ile okunan ve pek çoğuna aşina olduğumuz Azerbaycan şarkıları eşliğinde yemekler yeniyor, danslar ediliyor, bir genç kadın demir parmaklıklar arkasına çekilmiş, ya telefonla konuşuyor ya birileriyle mesajlaşıyor, bir erkek sigara içmek için kimseden izin almadan serbestçe dışarı çıkıyor. Hayat akıyor, gelecek dünle şekilleniyor, geçmiş ve bugün birbirine karışıyor...
Bir Gün Geçti Bile
Buraya kadar okuduğunuz cümleler ilk günü anlatıyordu. Gezimizin ikinci gününde ilk durağımız Bakü - Türk Şehitliği olacaktı ancak şehitlikte düzenlenen resmi bir tören sebebiyle güne İçeri Şehri dolaşarak başladık.
Kale içi ya da eski şehir diyebileceğimiz alanda surlar, otantik binalar, tarihteki ünlü kişilerin heykelleri, çeşmeler, dokuyu yaşatan kafeler, Arnavut kaldırımı zemin, yer yer karşımıza çıkan kalıntılar, tüm bu dokunun üzerinden ve Bakü'nün neredeyse her yerinden görünen Ateş Kuleleri / Flame Towers, Kız Kalesi / Qız Qalası, Şirvanşahlar Sarayı, Cuma Mescidi, Beyler Mescidi, Türk ve Azerbaycan bayraklarıyla süslenmiş, üzeri yeşilliklerle sarılmış dar ve serin sokaklar, sokaklarda sere serpe yayılmış kediler, birbirinden süslü kapılar, kapısının yanında buranın şehit evi olduğunu anlatan bir ev, bir oda genişliğinde sokağa çıkmış büyük balkonlar, sanatçı isimleri verilen kimi dar, kimi biraz daha geniş sokaklar, cumbalar bizi zamanda yolculuğa çıkarttı. Cuma Mescidi karşısındaki, Kozahan misali avlulu bir kafede oturup kahve eşliğinde biraz soluklandık.
Bakü - Türk Şehitliği
Bakü - Türk Şehitliği'ndeki kalabalığın dağılmış olacağını düşünerek aracımızla birlikte şehitliğe çıktık. Şehitlerimizi bir dakikalık saygı duruşunda bulunarak ve İstiklâl Marşı'nı söyleyerek selamladık. Bakü'ye hakim bir tepedeki şehitliğin yanında Bakü Şehitler Hiyabanı Mescidi de yükseliyordu. 1918 senesinde Bakü uğruna savaşlarda şehit düşmüş Azerbaycanlı ve Türk askerlerinin gömüldükleri şehitlik, Bakü’nün Sebail ilçesinde. Şehitlik Sovyet döneminde 1924-1990 yıllarında mezarlık lağvedilmiş ve yerinde Dağüstü Park (eğlence merkezi) yapılmış.
1990 yılında Sovyet-Rus askeri birliklerinin Bakü’de sivil ahaliye karşı yapmış oldukları toplu 20 Ocak katliamından sonra arazi yeniden Şehitler Hıyabanı olarak adlandırılmış ve Ocak katliamı şehitleri ile Karabağ şehitleri de buraya gömülmüş.
Şehitlik anıtına giden yolda sıralanmış yüzlerce isim, isimsiz Türk şehit taşları, anıt mezarda sönmeden yanan ateş, sıra sıra dalgalanan Türk ve Azerbaycan bayrakları, şehitliğin aşağısında tüm canlılığıyla Bakü, tam karşıda sanki hiç dalgalanmazmış gibi kıpırdamadan duran Hazar...
Yaşamla ölüm, can verenlerin can verdiği bir şehir ve varlığını sürdüren bir ülke...
Azerbaycan tarihi hep hüzün, hep acı...
La Quzu
Şehitlik ziyaretinin ardından İçeri Şehir'deki La Quzu Restoran'a geldik. İçeriye girerken, içlerinde tanıdık isim görebilir miyim acaba diye mekânı ziyaret etmiş olanların fotoğraflarının asılı olduğu duvara yöneldim. İçlerinde elan yaşayan, Azerbaycan Yazarlar Birliği'nin Başkanı Anar Rzayev'i görünce bildik bir isim görmenin heyecanı ile sevindim. Daha sonra cadde yürüyüşleri esnasında da kendisiyle karşılaştım.
Geçtiğimiz günlerde Bursa Azerbaycan Kültür Derneği Başkanı Handan Askera Ton bana, Anar'ın Nâzım Hikmet - Kerem Gibi kitabını vermişti. Kendisini o sebeple biliyordum. "Beş Katlı Evin Altıncı Katı" kitabını okumayı ayrıca istiyordum.
Bakü Minyatür Kitap Müzesi
Kitap demişken; öğlen yemeğimizin ardından yine İçeri Şehir'deki dünyanın ilk ve tek minyatür kitap müzesi Minyatür Kitap Müzesi'ni ziyaret için yürümemize kaldığımız yerden devam ettik. Müze 2 Nisan 2002'de faaliyete başlamış. 2015 yılında Minyatür Kitaplar Müzesi'ne en büyük özel minyatür kitap müzesi olarak Guinness Rekorlar Kitabı Sertifikası verilmiş.
Sadece 7,5 cm den küçük kitapların minyatür olarak kabul edildiği müzede (2017 yılı itibarıyla) 66 ülkeden kitaplar sergileniyor. 2017 yılında Birgün.net sitesinde yayınlanan bir haberde müze'nin hikayesi şöyle anlatılmış; "Azerbaycan'ın meşhur ressamı Tahir Salahov'un kız kardeşi Filolog Zarife Salahova her gittiği ülkeden minyatür kitap topluyor. Salahova, bu uğurda büyük paralar vermekten de kaçınmıyor. Kendi imkanlarını Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı’nın desteği ile birleştiren Salahova, hayalini gerçekleştirerek koleksiyonunu bir müzeye dönüştürüyor.
Müzenin en minik kitabı 0,75x0,75 milimetre ebadındaki yirmi iki sayfalık Dört Mevsim Çiçekleri. Kitap, Japonya'da Toppan Yayınevi tarafından basılmış ve ancak özel mikroskobuyla okunabiliyor."
Müzede ülkemizden de kitaplar mevcut. Kuran-ı Kerim'in orijinalinden minyatürleri çıkartılan Kur'anlar ona keza. Hediyelik almak isterseniz tanesi 1 Manat'a bir yanı Azerbaycan Türkçesi bir yanı Rusça olan minyatür kitaplardan alabilirsiniz. Ben dört tane aldım bile...
Sıcak bir Bakü gününde bu kadar yürüyüşün sonunda hem biraz dinlenmek hem de akşam yemeğine hazırlanmak için otelimize döndük. Akşam yemeğimiz üzerimizde sanki sadece bizi aydınlatan mehtap ve karşımızda sanki sadece bizim gördüğümüz Hazar Denizi ile, leb-i derya Chayki Restoran'da.
Chayki Restoran'dan Hazar'a doğru |
Ateşgâh ve Yanardağ
Üçüncü güne erken başladık. Bugün Bakü'ye "Alevler Şehri" ünvanını veren Ateşgâh ve Yanardağ'a gideceğiz. Yolumuz biraz uzun. Otobüs şehrin dış mahallelerine çıktıkça merkezdeki profil değişmeye başladı. Hem binalar, hem araçlar, hem insanlar daha soluk renklere büründü. Bakü merkezindeki Paris havası bir anda yerini ülkemizdeki -tepe'lerin havasına bıraktı... Tel örgülerle çevrili alanlardaki inip kalkan kafalarıyla belleğimize kazınan sondaj makineleri, yeri gagalayan tavuklara ya da sığ sularda balık avlayan Flamingolara benziyordu. Yarım saatlik bir yolculuğun ardından Bakü’ye 30 kilometre mesafede, Abşeron Yarımadası’nın Surahanı kasabasındaki ‘Ateşgâh’a ulaştık. Rehberimiz Özge Ersu yolda bizlere, "Zerdüşlük" ve "Ateş'e Tapma" hakkında engin bilgiler sundu.
Ateşgâh Zerdüştlük Mabedi
Ateşgâh'a, yani ateş mabedine erken saatlerde vardığımızda şehir hanlarına benzeyen bir yapıyla karşılaştık.
Çok yüksek olmayan duvarların ortasında biraz daha yüksekçe bir giriş kapısı, ortada avlu, etrafında çepeçevre odalar, avlunun ortasında üzeri kapalı, dört bacaklı kare şeklinde bir yapı ve onun içinde de sönmeden yanan ateş. Zemindeki görüntü, akışkan toprak bir anda donmuş ve kayalaşmış gibi. Doğal zeminde yürürken uçaktan gördüğüm dağların minyatürünün üzerinde yürüyorum sanki. Giriş kapısının, içinde ateş yanan yapının ve çevredeki odacıkların girişlerinin üzerinde sankristçe yazılmış yazılar. Bizim ardımızdan gittikçe çoğalan turist grubunun Hintli olması. Her odada farklı bir grup ve yerel rehberlerin turistlere mabedi anlatmaları. Özge Ersu ve Ali Mahmudov mabede gelirken yolda Ateşgâh ve Zerdüştlük'le ilgili anlatımlar yaptı demiştim. Bizi burada yine farklı bir yerel rehber karşıladı ve canlandırmaların yapıldığı odaları tek tek gezdirirken bize o dönemleri yaşattı.
1713 yılında inşa edilen, yerden doğalgazın çıkmasıyla ebedi sönmez ateşlerin yandığına inanılan mabeddeki ateş artık doğal çıkan doğalgaz ile değil, "taşınan" doğalgaz marifetiyle yanıyor. Çünkü artık burada gaz çıkmıyor.
Mabedde kalanların ateşe yönelerek yaptıkları ibadet ise ateşe tapma olarak anılıyor. Zerdüşt dinine inananlar, geçmiş dönemde çilehane olarak kullanılan, şimdi ise müzeye çevrilen odaları her yıl 21 Mart'ta, Nevruz günü ziyaret ediyorlar. Eskiden Zerdüştler buraya hacca gelirmiş. Hac zamanı ölenleri de mabet içindeki kuyuda yakarlarmış. Azerbaycan İslamiyeti kabul edince Zerdüştler buradan Hindistan'a göçmüş, bir kısmı da başka ülkelere dağılmış.
(* Anlamlandırıp açıklayamadığı doğa olayları insanları her zaman büyülüyor ve bu güç karşısında kendini aciz hissettiriyor. Bu acziyet içinde teslim olup, kendini bu büyük güce teslim edip, onun bazen sevici bazen yakıcı kollarına sığınıyor, yine ondan aman diliyor. Bu gücün adı her toplumda değişiyor ama hepsi aynı yoldan geçip, aynı menzile ulaşıyor. Doğayla uyum içinde yaşayanlar kazanırken, inatlaşanlar hep kaybediyor.)
Yanardağ
Ateşgâh'tan ayrılıp yine bir ateşe, Yanardağ'a doğru yola çıkıyoruz. Yolumuzda sağlı sollu petrol tarlaları var. Emme basma tulumba misali makineler, kafaları ile toprağı gagalıyıp duruyor. Yarım saatlik bir yolculuk ile Yanardağ'a ulaştık. Buradaki dağ 50'li yıllardan bu yana durmaksızın yanıyor.
Ateş ülkesi demiştik ya, Azerbaycan'ın her yanından ateş fışkırıyor.
(* Bu yanmayı sağlayan doğalgaz borularla bizim evlerimize kadar giriyor, bunun karşılığında da bize epey yüklü bir fatura çıkıyor. Ya Azerbaycanlılar, onlar da ısınmaya bizim kadar yüksek bedel ödüyor mu? Çünkü ülke neredeyse yerden ısıtmalı. Ödemeseler yeri...)
Odlar Yurdu ve Rüzgârlar Şehri
Azerbaycan'ın adını işte bu ateşlerden aldığı söylenir. Buna göre Azerbaycan "Odlar Yurdu" anlamına gelir. Doğalgaz ve petrol zengini Azerbaycan'ın üzerinde oturduğu coğrafya, onun dünya üzerindeki rolünü de belirliyor haliyle.
86,600 kilometrekarelik bir alana ve 10+ milyonluk bir nüfusa sahip ülkenin başkenti Bakü, deniz seviyesinden 28 metre daha aşağıda. Bu coğrafi özelliği ile Bakü dünyanın en alçakta bulunan ulusal başkenti ve aynı zamanda deniz seviyesinin altında bulunan dünyanın en büyük şehri.
Azerbaycan kuzeyde Rusya, batıda Gürcistan ve Ermenistan, güneyde İran, doğuda ise Hazar Denizi ile çevrelenmiş. Azerbaycan'ın canının bir parçası olan Nahçıvan toprakları ise Azerbaycan'dan uzak değil ama ulaşılmaz. Nahçıvan, Ermenistan ve İran ile çevrili, Türkiye ile de kısa bir sınırı var. Azerbaycan-Nahçıvan arasında gidip gelmek isteyen Azerbaycanlılar topraklarına ya İran ya Gürcistan ya da Türkiye üzerinden geçerek ulaşabiliyorlar.
Ateşin olduğu kadar rüzgârın da şehri olan Bakü, Bad-ı Kübra olarak da anılıyor. Neyse ki biz Bakü'de olduğumuz sürece insanı sersemletecek bir rüzgâr esmedi de rahat rahat gezdik.
Sosyetik Yemek
Ateşgâh ve Yanardağ ziyaretinin ardından Bakü'ye dönüp, merkezde sosyetik bir yemek için, Sapphire City'nin terasındaki Société Restoran'a geliyor ve şehre yukarıdan bakarak öğlen yemeğimizi yiyiyoruz. Menü yine et, ceviz, patlıcan ve peynir ağırlıklı. Kızılcıktan ve adını şimdi hatırlamadığım, yeşil zeytin görünümlü bir meyveden yapılmış kompostolar sürahilerde bizi bekliyor. Ben kızılcık şerbetini tercih ediyorum. (Uludağ Üniversitesi’nde öğrenci iken tanıdığım ve şimdi Bakü’de yaşayan Azerbaycan Türkü Solmaz İsmailova yazımı okuyunca, bu meyvenin Feijoa meyvesi olduğunu belirtti. Solmaz 2019 yılında Bursa Uludağ Üniversitesi'nde okuyordu ve Azerbaycan Kültür Sanat Topluluğu’nun Başkanı idi.)
Teras katından şehre şöyle bir göz atınca aşağıda tertemiz caddeler ve karşıda da neredeyse şehrin dört bir yanından görülen Ateş Kuleleri / Flame Towers hemen dikkat çekiyor.
Yemeğin ardından otele dönüp, 18:00'de otelde yapacağımız imza günü etkinliğine, oradan da Usta ve Margarita / Müzikli Tiyatro'ya gitmek için hazırlanmak üzere odalarımıza çekiliyoruz.
Kurbağa Azerbaycan'da
Özge Ersu'nun bana ve konuklarına yaptığı jest ile üçüncü kitabım olan Yaşasın Dönüşüyoruz'u, "Kitaplar Özge Ersu'dan, imza benden" sözleriyle gezinin konuklarına büyük bir keyifle imzaladım.
İmza etkinliğinde, gezinin mutfağında olan ama gezide yanımızda olamayan Seyahat Acentası Tarkan Arslan'ı, gezinin her anında bizimle olan yerel rehberimiz Ali Mahmudov Choydar'ı ve gideceğimiz her mekâna bizden önce giden, hatta adeta ışınlanan İbrahim Verimli'yi de unutmadım. Son imza, gezinin her detayı ile bizi mükemmelliğe ve özene alıştıran, gezide elimizi sıcak sudan soğuk suya sokturmayan, bizleri prensesler gibi ağırlayan Özge Ersu'ya gitti. İmza etkinliğini Ali fotoğraflarken, kamera arkası çekimleri Yeşim Örek'ten geldi.
Tüm konukların gayet şık hazırlanarak geldiği imza etkinliğinin ardından konuklardan Şener Şentürk'ten şarap üzerine bir sunum dinledik, ardından sunulan şarabı yudumladık ve tiyatroya gitmek üzere yola çıktık.
Usta ve Margarita / Ма́стер и Маргари́та
Gezi öncesi Özge Ersu tarafından yollanan hediyeler arasında Mihail Bulgakov'un edebî romanı Usta ve Margarita da vardı. Bu gece de romanın Akademik Rus Dram Teatrisi tarafından sahnelenen müzikli tiyatro halini Azerbaycan Devlet Rus Dram Tiyatrosu Binası'nda izledik. Rusça dilinde icra edilen tiyatro, kitabı okumayanlara zevk vermediyse de, okumuş olanlara kitap sayfalarını anımsattı.
İşte sahnede Profesör Woland ve maiyeti var. Tanıdım onları! Kelebek gözlüklü, uzun ekose ceket ve jokey şapkası giyen, ekose pantolonlu, papyonlu yardımcısını, arka ayakları üzerinde yürüyebilen kedi Behemot'u, dişi vampir Hella'yı, iblis Azazello'yu. Şimdi de Pontius Pilatus! Roma dönemi, iç içe geçmiş zamanlar, kendi eserini elleriyle yakan Usta, tramvay altında kalarak parçalanan Berlioz ve dahası geçiyor sahneden... Şeytan Woland herkesi kendi içindeki şeytanla yüzleştiriyor. Stalin dönemi sorgulanıyor.
Müzikler, dans, sözler ile izleyiciyi büyülü bir aleme sürükleyen oyunu izledikçe kitaptan sahneler ve diyaloglar bir bir hatrıma geliyor.
Gösterinin bitiminde tiyatro binasına yakın bir mekânda geç akşam yemeğimizi yiyip, otelimiz Courtyard by Marriott'a dönüyoruz.
Heydar Aliyev Kültür Merkezi
Gezinin son gününe geç kahvaltı ile başlayıp, öğlen saatinde otelimizden ayrılıyoruz. Uçağın kalkış saatine kadar daha gezecek yerlerimiz var. Önce, üç gün boyu önünden kerelerce geçtiğimiz Heydar Aliyev Merkezi'ne gidiyoruz. Hazar'ın dalgalarını resmeden yapı içi dışı bembeyaz olarak tasarlanmış. 2013'te hizmete giren 101 bin metrekarelik kültür merkez DİA Holding adlı Türk firması tarafından 3,5 yılda inşa edilmiş. Azerbaycan Devleti’nin düzenlediği mimari yarışmayı kazanan Zaha Hadid binanın konsept tasarımını, Kıbrıslı Türk mimar Saffet Kaya Bekiroğlu da detay tasarımını yapmış. Binada konser salonu, konferans salonu, kütüphane, müze ve sanat galerileri mevcut.
Merkez girişinde Haydar Aliyev'in kullandığı arabalar, heykeller, halılar, Türk sanatçı Ahmet Güneştekin'in 2019 yılında Haydar Aliyeve'e özel tasarladığı eseri, üst katta Aliyevler tarihini resmeden bölüm, 1901'den günümüze Azerbaycan tarihi, enstrümanlar, arkeolojik buluntular, bir de Bakü'deki binaların minyatürlerinin sergilendiği bir bölüm... Bu bölümde hem Bakü'yü bir çırpıda gezmiş gibi oluyorsunuz hem de uzaktan ya da yakından gördüğünüz binaları bir bütün olarak görüyor ve yapıyı daha iyi algılıyorsunuz.
Ama ama ama ama...
İnternette yer alan bilgilere göre; Azerbaycan hükûmeti kültür merkezinin yapım süreci ile ilgili birçok eleştiriye maruz kalmış. İnsan Hakları İzleme Örgütü kültür merkezinin yapımı için hükûmetin sistemli bir yasadışı istimlak ve zorla boşaltma operasyonu gerçekleştirdiğini rapor etmiş; Uluslararası İnşaat İşçileri Sendikası ise Bosna ve Sırbistan’dan kaçırılan göçmenlerin insanlık dışı koşullarda zorla çalıştırıldığını iddia etmiş. Yapı, Haydar Aliyev'in doğumunun 89. yıldönümünü ve Heydar Aliyev Vakfı'nın faaliyet başlamasının 8. yıldönümü nedeni ile 5 Kasım’da düzenlenen bir törenle hizmete girmiş.
Son Saatler
Artık son saatlerdeyiz. Bir kahve içimi Hazar kenarındaki Venezia Kafe'ye giderken, katlanmış halı şeklinde tasarımı ile Halı Müzesi'ni görüyoruz.
Kendisini bir dahaki gelişte ziyaret etmek üzere aklımıza not alıyoruz. Kahvelerin ardından son akşam yemeği için Şirvanşah Müze Restoran'a doğru yola koyuluyoruz. 16 odalı bu mekânın her odası yerel dokuya özgün döşenmiş.
Her odada, her salonda boydan boya yekpare aynalar var. Ve siz aynayı fark etmeyip odanın iki misli büyüklükte olduğunu düşünüyorsunuz. Kalabalık gruplar için uzun masalar, daha küçük gruplar için özel odalar, irili ufaklı pek çok masa ve pek çok salon, farklı yanlardan inip çıkmak için merdivenler derken, mekânda kayboluveriyorsunuz. Burası sanki bir labirent...
Veda Vakti
Geldik Bakü'ye veda, İstanbul'a merhaba saatine. Dört gündür bizi güven içinde taşıyan otobüs şoförümüz Mustafa Bey ve gezi boyu bizi hiç yalnız bırakmayan yerel rehberimiz Ali ile vedalaşarak havaalanında kendilerinden ayrılıyoruz.
Bakü bazen Paris, bazen Manhattan, bazen İstanbul İstiklâl Caddesi, bazen Levent, Kuleler, Rezidanslar, AVM'ler, lüks mağazalar, TOKİ Blokları, favelalar, kapatılmış balkonları olan apartmanlar, Hazar Denizi, petrol, havyar, Nobel Ailesi, şadırvanlı çeşmeler, müzeler, yanardağ, ateşgâh, zerdüştlük, yöresel yemekler ve içecekler diyarı.
Şehirde sıra sıra Türk markalarını, Türk mağazalarını görünce acaba biz Bakü yerine Türkiye'de herhangi bir şehre mi indik demekten kendimi alamadım. Hele de Ateşgâh'tan Yanardağ'a giderken Peynirci Baba'yı görünce "Pes!" dedim.
Sonra da kendi şaşırmamı kendim kınadım. Bir şeye şaşırmanız onu oraya münasip bulmadığınızın göstergesidir değil mi? Kalitesini ispatlamış bir ürün niçin dünyanın her köşesinde olmasın? Alkış...
Dilimiz Türkçe
Acaba dünyada bizden başka Türkçe konuşan ülke var mı diye düşünürdüm çocukken. Varmış...
Azerbaycan Türkçesi'nde bazı deyişler ve sözcükler farklı olsa da hepsinin özünde Türkçe olduğundan birbirimizi anlamakta hiç zorluk çekmedik. Bu sayede yabancı dil bilmek-bilmemek konusu mevzu bahis olmadı.
Çin'e kadar sadece Türkçe konuşarak gidebilirsiniz demişlerdi. Hatta "Çin Seddinden Adriyatik'e kadar Türkçe yürüyebilirsiniz" de demişlerdi…
Vitrin Şehir Bakü
Bakü Caddeleri'nde gezerken kendinizi bir Avrupa ülkesinde sanabilirsiniz. Lakin kanmayınız. İnşaat çılgınlığı burada da almış başını gitmiş. Çok katlı ve dümdüz binalar çoğaldıkça bu vitrin şehri de bozmaya başlamış.
Devlet binalarında Rus etkisini görebilirsiniz. Her yerde karşınıza SOCAR'ın ve bir-iki ismin çıkmasına, her kurumun adının Heydar Aliyev'le başlamasına, Mehmet Emin Resulzade ve Ebulfeyz Elçibey isimlerine pek rastlanmamasına şaşırabilirsiniz. Binaların ön yüzleri hep Azerbaycan bayraklarıyla donatılmış. Bir bina da sadece Hollywood Western filmlerindeki dekorlar gibi, sadece ön yüz olarak inşa edilmiş, arkası boş.
Kadınlar Cemiyeti'nin kapısında kocaman asma kilidi görünce kadının Azerbaycan'daki yerini merak ettim. Sosyal Medya üzerinden Solmaz'a Azerbaycan'da kadının yerini sorunca o da beni şöyle cevapladı: "Azerbaycan'da Türkiye'deki gibi muhafazakârlık pek yok. Erken evlilik de çok az rastlanan ve karşısının alınması için esaslı projeler gerçekleştirilen (STK'lar tarafından) bir konu. Hatta Bakü'de yok denilecek kadar az. En çok İran'la sınır şehir ve köylerde mevcut. Bunun da karşısını almak için devlet ve STK destekli projeler gerçekleştiriliyor. Okuma yazma oranı 99.9. Eğitim Bakanlığı da bu köyleri takip ediyor."
Neler öğrendik neler
Tüm yazdıklarıma ilaveten, tarihin ilk açık deniz petrol platformunun burada kurulduğunu, Formula 1'de sezonun 4. yarışının Bakü'de koşulduğunu, 6.003 kilometrelik Bakü Şehir Pisti'nde 51 turdan oluşan 2023 Azerbaycan Grand Prix'sinin 30 Nisan Pazar günü yapıldığını,
(ki Pit Stop'lar hâlâ yerinde duruyor ve ayrıca bir kavşakta yarış arabaları canlandırması mevcut),
Azerbaycan'ın 2011 Eurovision Şarkı Yarışması'nı kazandığını, 2012 yılında Eurovison'a ev sahipliği yaptığını, (Türkiye Eurovison'a son kez 2012'de katıldı, 11 yıldır yarışmaya katılmıyoruz), Azerbaycan türküsü Laleler'in Azerbaycan’ı zulümden kurtaran Osmanlı ordusu askerlerinin feslerine ve fesleri ucundaki püsküllerin gelincik tarlasını andıran görüntüsüne yazıldığını, 5642 m ile Elbruz dağının Avrasya'nın en yüksek dağı olduğunu, Azerbaycan'ın Cumhuriyetin kurulduğu (1918) ilk müslüman devlet olduğunu, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin kurucularından biri olan Mehmet Emin Resulzade'nin mezarının Ankara'da olduğunu, Azerbaycan'ın müslüman dünyasının ilk laik devleti ve Müslüman ülkeler arasında kadına ilk seçme ve seçilme hakkını veren devlet olduğunu, Rusya'nın bütün petrol kuyuklarını sonuna kadar sömürdüğünü, petrol kokusuna kan kokusunun karıştığını, Rusların ordularını güçlendirmek için Azerbaycan erkeklerini zorla askere aldığını (ki babaannemin erkek kardeşi, yani babamın dayısı Gazeteci-Yazar Musa Ataş (1901-1964) kendi el yazısı ile yazdığı hatıralarında, "Eğer Türkiye'ye kaçmamış olsaydık, bugün Kızıl Rusya’da kalarak ya 1917 ihtilalinde veya 2'nci Dünya Harbinde bir çukur doldurmamız mukadderdi yazar) ve bunlar gibi daha pek çok şeyi öğrendik.
Eve döndüğümüzün ertesi günü bu canlı coğrafyada, Hazar Denizi'nde 5,7 şiddetinde bir deprem olduğunu ve depremin Bakü'de de hissedildiğini duyduk.
Geçmiş olsun Qardaş Azerbaycan, çok geçmiş olsun...
****
Uçağımız İstanbul'a doğru havalanmışken, uçağın minik penceresinden aşağıya baktığımda gecenin karanlığında ışıl ışıl parlayan Bakü, gelirken gördüğüm Bakü değildi artık. Bakü hakkında bir nebze de olsa bilgim ve fikrim oluşmuştu. Dostlarla Bakü'de geçen harika saatler ise anılar hanesinde kendisine mütesna bir yer bulmuştu.
Bir Hazar Masalı yaşamış, aynı dili konuşan kardeşlerimizle kendimizi evimizde hissetmiş, bir başka coğrafyayı tanımıştım.
Havyar yok, selam var
Yediğin içtiğin senin olsun gezip gördüklerini anlat dersiniz diye hepsini uzun uzun anlattım.
Gelirken bize ne getirdin diye sorarsanız;
Havyar beklemeyin direm,
Çünkü,
Azerbaycan diyarından,
Köroğlu’nun Nigâr’ından,
Size selam, size selam getirmişem…
Gelirken bize ne getirdin diye sorarsanız;
Havyar beklemeyin direm,
Çünkü,
Azerbaycan diyarından,
Köroğlu’nun Nigâr’ından,
Size selam, size selam getirmişem…
5 Temmuz 2023 / C.E.Y.
Hocalı’ya Giden Yol’a taş döşeyenler… / 28 Şubat 2015
Bitmeyen savaş yapmışlar / 13 Aralık 2015
2016 - 1993 = ? / 28 Ocak 2017
Ey Şanlı Azerbaycan! / 27 Ocak 2019
Türk Kadınının Savaşı Başka / 19 Mart 2019
Kalenin Dibinde Bir Taş Olaydım / 31 Aralık 2019
Türk'üz, Türkü Çağırırız! / 7 Mart 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder