Koza Dağcılık Kulübü tarafından düzenlenen etkinliğe davet edildiğimde konu başlığına baktım önce:
"Türkiye'de Medyanın Sorunları / Kendisi Sorun Olarak Medya"
Sonra bir de konuğa baktım:
T24 internet gazetesi kurucularından ve Cumhuriyet Gazetesi'nin taze eski yazarlarından Gazeteci Yazar Aydın Engin.
Hem konu hem de konuk önemli olunca bu sohbet kaçmazdı.
Epey hareketli bir hayat yaşamış ve hali hazırda hareketliliğinden pek bir şey kaybetmemiş olan, ülkenin hafızalarından biri diyebileceğimiz gazeteci Aydın Engin ile tanışmak, hem bilgi, hem de espri yüklü cümlelerinden feyiz alırken ve derin düşüncelere dalarken bir yandan da gülümsemek, yaşanmışlıklarını, özellikle de gazetecilik anılarını ve medyanın hallerini onun dilinden dinlemek, gazeteciliğin geçmişi ve gelecekte medyayı nelerin beklediği hakkındaki deneyim ve öngörülerini paylaşmasına şahitlik etmek büyük bir şans idi.
"Hem iyi, hem kötü"
Koza Dağcılık Kulubü'nden Şenol Gül'ün kendisini takdim etmesinin ardından, "Medya artık birinci kuvvet" diyerek başladı sözlerine Aydın Engin. "Medya sağanağı altında sırılsıklam yaşıyoruz. Medya saldırısı altındayız. Doğruluğunu kontrol edemeyeceğimiz kadar çok haber var. Bilinç bulandı ve kirlendi. Bu hem iyi, hem kötü bir durum." diye devam etti sonra. Yaklaşık bir buçuk saat süren sohbette hem gazetecilik, hem de sosyal medya üzerine pek çok değerlendirmede bulundu.
"Temiz Bir Savaş"
Televizyon üzerimize çökmüştü. Baş köşede artık televizyon oturuyordu. Büyükannelerin, hacı dedelerin yerini televizyon almıştı. Irak savaşını bilgisayar ekranında oyun izler gibi televizyondan canlı canlı izlemiştik. Ekranda kanlı görüntüler gelmediğinden olsa gerek CNN muhabiri "Temiz bir savaş oldu!" demişti Irak savaşı için. (* Oysa ki savaşın kendisi ne kadar kirliydi!)
Algı Çağı
Irak savaşında medyanın bataklık bölümü girmişti işin içine. Irak'a saldırmak için küresel anlamda bir haklılık bulmak lâzımdı.
Normandiya'da Exxon-Valdez isimli bir tankerin yaptığı kaza sonrasında petrole bulanmış karabataklardan birinin 22 saniyelik görüntüsü (Görüntüyü kameraya alan gazeteci bu görüntüyü Körfez'de değil de Normandiya'da aldığını söyledi diye işinden atıldı) dünyada toplam 26 saat gösterilerek, Saddam'ın körfeze döktüğü petrol ile körfezi petrole buladığı söylendi ve ABD uçakları petrol tankerlerini vurdu. (* Hiçbirimiz petrole bulanmış karabatağa üzüldüğümüz kadar üzülmedik o savaşta ölenlere.)
(* Algı Çağı'nda her şey algı üzerineyse eğer, İkiz Kuleler'i aslında kim yıktı, Ay'a gerçekten çıkıldı mı, Kaptan Cousteau sahiden mercan resiflerine daldı mı? Ah aklımda deli sorular.)
"Don't panic! Hallederiz"
Algı çağındayız demiştik ya, BP'nin Meksika körfezinde yer alan "Deepwater Horizon" platformunda yaşanan patlama sonucu büyük bir deniz kirliliğine yol açan sızıntı ise basında minicik harflerle kendine yer bulmuş ve üzeri sessizce ve özenle kapatılmaya çalışılmıştı. "Her şey yolunda! Don't panic! Hallederiz! Gülümseyin! O la la!" diyordu medya tüm dünyaya o anlarda. Patlamada 11 işçinin yaşamını yitirmesi, 4 milyon varil petrolün çevreye akması savaşa değil, BP'nin tazminat olarak ödediği 18,7 milyar dolara mâl olmuştu.
Dijitalleşme ve İnternet
İnternet, uluslararası sermayenin kontrol ettiği, tüm bilgilerimizi gönüllü verdiğimiz, "Paylaşım yoksa hizmet de yok" diyen bir mecraydı. "Eğer bir ürünü bedel ödemeden kullanıyorsanız orada ürün sizsiniz" derler. Kısacası bu mecrada ürün biz idik. Alışkanlıklarımız, bağımlılıklarımız, duygularımız, sağlığımız, ilişkilerimiz, aile bağlarımız, günlük rutin hayatımız, çocuklarımız, torunlarımız ve internete verdiğimiz pek çok veri ile çoktan Veri Çağı'na girmiştik.
Dijitalleşme, İnternet ve Medya
Dijitalleşme ve internet medyayı da şekillendirmişti. Yazılı basında yazacak köşesi kalmayanlar internet üzerinden yazarak gazetecilik yapmaya başlamışlardı. Tirajlarına bakarak gazetelere destek sağlayan Basın İlan Kurumu dijital medyayı tanımıyordu. Botokslu (aslında dolgulu) verilere göre 130 bin tiraj yaptığı görünen bir gazetenin satışı 18 binlerdeydi oysa. Geri kalanlar sanal depolarda depolanıyor, sonra bir gün elden çıkartılıp geri dönüşüme postalanıyorlardı.
(* Basılı yayının dolgulu tirajlarına bakarak karar veren BİK, internet sitelerinin Google Analytics üzerinden sahip olabileceği gerçek verilerini kale almıyordu.)
Sorun musun, sorunlu musun, medya sen nesin?
Medya kendi içinde sorunluydu, bazılarına göre ise medyanın kendisi sorundu. Bu sorunu çözmenin kestirme yolu tek tek gazeteci satın almaktan ziyade, medyayı toptan satın almaktan geçiyordu. Ki bu da tereyağından kıl çeker gibi itinayla ve el sürmeden yapılıyordu.
Organlaş-ma
Medya böylece ORGAN haline geldi. Ana gövde yerine iş gören, ana gövdeye hizmet eden bir uzantı oldu. Patronların eline geçen medyada %88 basın ve %92 televizyon organlaştı. (Organ sözünün gazetecilikte makbul bir terim olmadığını anlamışsınızdır.)
(* Medya ve paranın birlikteliğinden nur topu gibi bir 'MEDYAPARATOR'umuz oldu.)
"Her şeye inanmayın!"
İnternette, özellikle de sosyal medyada yaşanan bilgi kirliliğine kapılmamak için insanları, "Sorgulayıcı olun, her şeye hemen inanmayın!" diyerek uyardı Aydın Engin.
(* Hani "Bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye?" deyişindeki gibi, lafı edene baktığımız kadar lafın edildiği sitenin uzantısına da bakmak lazım. Hoş, zaman zaman en güvenilir siteler bile tufaya düşmüyor değil. Çare yok değil. Bir haberin doğruluğu Teyit.org gibi sitelerden teyit edilebiliyor.)
"Hiçbir yere tüymeyeceğim!"
Hakkında açılan davaların ve iddia edilen suçların ne durumda olduğunun sorulması üzerine, masumiyetine olan inancından doğan bir rahatlık ile "Hiçbir yere tüymeyeceğim!" dedi Aydın Engin.
Daha ne desindi?
****
Medyanın sorunları, ülkenin sorunları, dünyanın sorunları derken zaman nasıl geçti anlamadık. Laf lafı açtı, sorular ile cevaplar birbirini kovaladı.
Sohbetin sonunda topluca bir fotoğraf karesinde buluştuk.
Aydın Engin'in yanında poz verirken, "Hocam birlikte fotoğraf veriyoruz, bize bir şey olmaz değil mi?" diye takıldım kendisine.
Her şakanın altında bir gerçek yatar malum. Demek ki bende de derinlere yerleşmiş ve içime işlemiş sinsi bir korku varmış ki, bir fotoğraf karesinde birdenbire ortaya çıkıverdi.
Gazeteciliğin ve ülkenin geldiği noktayı bu latifeden daha iyi ne anlatabilir?
Hoş;
İçin için ürksem de, yine de diyeceğimi diyor, doğrularımdan ödün vermiyorum.
Çünkü ne kimsenin ekmeğine yağ sürüyor, ne de kimsenin kuyusunu kazıyorum.
Ve;
Dosdoğru konuşan insanların deneyimlerini dinlemeyi "zenginleşme" görüyorum...
"Türkiye'de Medyanın Sorunları / Kendisi Sorun Olarak Medya"
Sonra bir de konuğa baktım:
T24 internet gazetesi kurucularından ve Cumhuriyet Gazetesi'nin taze eski yazarlarından Gazeteci Yazar Aydın Engin.
Hem konu hem de konuk önemli olunca bu sohbet kaçmazdı.
Epey hareketli bir hayat yaşamış ve hali hazırda hareketliliğinden pek bir şey kaybetmemiş olan, ülkenin hafızalarından biri diyebileceğimiz gazeteci Aydın Engin ile tanışmak, hem bilgi, hem de espri yüklü cümlelerinden feyiz alırken ve derin düşüncelere dalarken bir yandan da gülümsemek, yaşanmışlıklarını, özellikle de gazetecilik anılarını ve medyanın hallerini onun dilinden dinlemek, gazeteciliğin geçmişi ve gelecekte medyayı nelerin beklediği hakkındaki deneyim ve öngörülerini paylaşmasına şahitlik etmek büyük bir şans idi.
"Hem iyi, hem kötü"
Koza Dağcılık Kulubü'nden Şenol Gül'ün kendisini takdim etmesinin ardından, "Medya artık birinci kuvvet" diyerek başladı sözlerine Aydın Engin. "Medya sağanağı altında sırılsıklam yaşıyoruz. Medya saldırısı altındayız. Doğruluğunu kontrol edemeyeceğimiz kadar çok haber var. Bilinç bulandı ve kirlendi. Bu hem iyi, hem kötü bir durum." diye devam etti sonra. Yaklaşık bir buçuk saat süren sohbette hem gazetecilik, hem de sosyal medya üzerine pek çok değerlendirmede bulundu.
"Temiz Bir Savaş"
Televizyon üzerimize çökmüştü. Baş köşede artık televizyon oturuyordu. Büyükannelerin, hacı dedelerin yerini televizyon almıştı. Irak savaşını bilgisayar ekranında oyun izler gibi televizyondan canlı canlı izlemiştik. Ekranda kanlı görüntüler gelmediğinden olsa gerek CNN muhabiri "Temiz bir savaş oldu!" demişti Irak savaşı için. (* Oysa ki savaşın kendisi ne kadar kirliydi!)
Algı Çağı
Irak savaşında medyanın bataklık bölümü girmişti işin içine. Irak'a saldırmak için küresel anlamda bir haklılık bulmak lâzımdı.
Normandiya'da Exxon-Valdez isimli bir tankerin yaptığı kaza sonrasında petrole bulanmış karabataklardan birinin 22 saniyelik görüntüsü (Görüntüyü kameraya alan gazeteci bu görüntüyü Körfez'de değil de Normandiya'da aldığını söyledi diye işinden atıldı) dünyada toplam 26 saat gösterilerek, Saddam'ın körfeze döktüğü petrol ile körfezi petrole buladığı söylendi ve ABD uçakları petrol tankerlerini vurdu. (* Hiçbirimiz petrole bulanmış karabatağa üzüldüğümüz kadar üzülmedik o savaşta ölenlere.)
(* Algı Çağı'nda her şey algı üzerineyse eğer, İkiz Kuleler'i aslında kim yıktı, Ay'a gerçekten çıkıldı mı, Kaptan Cousteau sahiden mercan resiflerine daldı mı? Ah aklımda deli sorular.)
"Don't panic! Hallederiz"
Algı çağındayız demiştik ya, BP'nin Meksika körfezinde yer alan "Deepwater Horizon" platformunda yaşanan patlama sonucu büyük bir deniz kirliliğine yol açan sızıntı ise basında minicik harflerle kendine yer bulmuş ve üzeri sessizce ve özenle kapatılmaya çalışılmıştı. "Her şey yolunda! Don't panic! Hallederiz! Gülümseyin! O la la!" diyordu medya tüm dünyaya o anlarda. Patlamada 11 işçinin yaşamını yitirmesi, 4 milyon varil petrolün çevreye akması savaşa değil, BP'nin tazminat olarak ödediği 18,7 milyar dolara mâl olmuştu.
Dijitalleşme ve İnternet
İnternet, uluslararası sermayenin kontrol ettiği, tüm bilgilerimizi gönüllü verdiğimiz, "Paylaşım yoksa hizmet de yok" diyen bir mecraydı. "Eğer bir ürünü bedel ödemeden kullanıyorsanız orada ürün sizsiniz" derler. Kısacası bu mecrada ürün biz idik. Alışkanlıklarımız, bağımlılıklarımız, duygularımız, sağlığımız, ilişkilerimiz, aile bağlarımız, günlük rutin hayatımız, çocuklarımız, torunlarımız ve internete verdiğimiz pek çok veri ile çoktan Veri Çağı'na girmiştik.
Dijitalleşme, İnternet ve Medya
Dijitalleşme ve internet medyayı da şekillendirmişti. Yazılı basında yazacak köşesi kalmayanlar internet üzerinden yazarak gazetecilik yapmaya başlamışlardı. Tirajlarına bakarak gazetelere destek sağlayan Basın İlan Kurumu dijital medyayı tanımıyordu. Botokslu (aslında dolgulu) verilere göre 130 bin tiraj yaptığı görünen bir gazetenin satışı 18 binlerdeydi oysa. Geri kalanlar sanal depolarda depolanıyor, sonra bir gün elden çıkartılıp geri dönüşüme postalanıyorlardı.
(* Basılı yayının dolgulu tirajlarına bakarak karar veren BİK, internet sitelerinin Google Analytics üzerinden sahip olabileceği gerçek verilerini kale almıyordu.)
Sorun musun, sorunlu musun, medya sen nesin?
Medya kendi içinde sorunluydu, bazılarına göre ise medyanın kendisi sorundu. Bu sorunu çözmenin kestirme yolu tek tek gazeteci satın almaktan ziyade, medyayı toptan satın almaktan geçiyordu. Ki bu da tereyağından kıl çeker gibi itinayla ve el sürmeden yapılıyordu.
Organlaş-ma
Medya böylece ORGAN haline geldi. Ana gövde yerine iş gören, ana gövdeye hizmet eden bir uzantı oldu. Patronların eline geçen medyada %88 basın ve %92 televizyon organlaştı. (Organ sözünün gazetecilikte makbul bir terim olmadığını anlamışsınızdır.)
(* Medya ve paranın birlikteliğinden nur topu gibi bir 'MEDYAPARATOR'umuz oldu.)
"Her şeye inanmayın!"
İnternette, özellikle de sosyal medyada yaşanan bilgi kirliliğine kapılmamak için insanları, "Sorgulayıcı olun, her şeye hemen inanmayın!" diyerek uyardı Aydın Engin.
(* Hani "Bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye?" deyişindeki gibi, lafı edene baktığımız kadar lafın edildiği sitenin uzantısına da bakmak lazım. Hoş, zaman zaman en güvenilir siteler bile tufaya düşmüyor değil. Çare yok değil. Bir haberin doğruluğu Teyit.org gibi sitelerden teyit edilebiliyor.)
"Hiçbir yere tüymeyeceğim!"
Hakkında açılan davaların ve iddia edilen suçların ne durumda olduğunun sorulması üzerine, masumiyetine olan inancından doğan bir rahatlık ile "Hiçbir yere tüymeyeceğim!" dedi Aydın Engin.
Daha ne desindi?
****
Medyanın sorunları, ülkenin sorunları, dünyanın sorunları derken zaman nasıl geçti anlamadık. Laf lafı açtı, sorular ile cevaplar birbirini kovaladı.
Sohbetin sonunda topluca bir fotoğraf karesinde buluştuk.
Aydın Engin'in yanında poz verirken, "Hocam birlikte fotoğraf veriyoruz, bize bir şey olmaz değil mi?" diye takıldım kendisine.
Her şakanın altında bir gerçek yatar malum. Demek ki bende de derinlere yerleşmiş ve içime işlemiş sinsi bir korku varmış ki, bir fotoğraf karesinde birdenbire ortaya çıkıverdi.
Gazeteciliğin ve ülkenin geldiği noktayı bu latifeden daha iyi ne anlatabilir?
Hoş;
İçin için ürksem de, yine de diyeceğimi diyor, doğrularımdan ödün vermiyorum.
Çünkü ne kimsenin ekmeğine yağ sürüyor, ne de kimsenin kuyusunu kazıyorum.
Ve;
Dosdoğru konuşan insanların deneyimlerini dinlemeyi "zenginleşme" görüyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder