5 Ekim 2010'dan 5 Ekim 2019'a kadar 950 yazı yazmışım.
Bu sayıya 5 Ekim 2019'dan bu yana yazdığım 20 yazıyı da eklersek, an itibarıyla (haber metinleri hariç) 970 yazım var sistemde.
9 yılda neredeyse 1000 yazı...
Rakama bakınca, Yahu dedim, anlatacak ne kadar çok şeyim varmış benim!
Hayatı her ânı anlatılacak bir sahne olarak algılayınca, insanın anlatacak şeyi de çok oluyor haliyle.
Çocukken "Ben bunların hepsini anlatacağım bir gün" derdim zaten hep.
Büyüdüm ve hepsini anlattım.
Anlatmalara doyamadım, anlatmadan duramadım, anlattım da anlattım...
Okuldayken benim de kompozisyonum iyiydi evet. Matematik bölümünde okuyordum üstelik. Yazının da matematiği vardı, biliyordum.
Yazarak anlatmak her zaman çok kolaydı benim için. Sınavlar klasik tarzda ise bana sayfalar yetmiyordu. Arkadaşlarıma mektup yazarken kareli kağıtlara (her bir satırına yazarak üstelik) yazıyor da yazıyordum.
Okulda ne olduysa, ne düşündüysem, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, oynadığım oyunlar, pencereden bakarken önümden gelip geçenler, hepsi yazı malzemesiydi.
Tatilde ne yaptınız bakalım, anlatın dediklerinde o üç ayın her anını anlatabilirdim mesela.
Okuldan eve geldiğimde mutfakta yemek yapan anneme ne var ne yoksa anlatırdım mutfak kapısına dikilerek. Kızım işim var, git sonra anlatırsın dediğinde gitmez, olanları o anki heyecanıyla anlatmak için sabırsızlanırdım. Anlatırken o ânı tekrar yaşardım ihtimal...
Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, çocukluğumdan beri bazen minik minik, bazen de dörtlüleri yakmış halde sinyaller çakıp duruyordu da, ben o sinyalleri anlamıyordum bir türlü.
Sonra araya yıllar girdi. Okumak rafa kalkmadıysa da yazma işi mektuplarla sınırlı kaldı.
İnternetin evlerimize girmesiyle "yazı" yeniden geldi önüme.
İnternet üzerinden yazışarak konuşmak sesle konuşmaktan daha cazipti. Kelimeler parmaklarımdan deli bir hızla dökülüyor, cümle olup karşıya akıyor, karşıdakinin cevabı gelmeden benden 5 cümle daha gidiyordu karşıya. Hızıma kimse yetişemiyor, kimse sohbetten ayrılamıyordu.
Şaşılacak bir şey değildi bu. Benim normalimdi...
Sosyal medya icat olup da Facebook ile tanışınca, paylaştığım yazılara ya da videolara yaptığım yorumlar ve paylaşım altı sohbetleri uzadı gitti.
2010 yılının Mart ayına geldiğimizde Karacabey Lisesi 71 mezunlarının buluşma toplantısına (eş durumundan dolayı) ben de katıldım. Çoğu ya komşumuz ya da ağabeylerimin ve eşimin arkadaşıydı. 71 mezunlarının bu buluşması dergi ve gazetelerde yayımlandı.
Ardından Karacabey Lisesi 79 mezunları "Başkan bizi topla hadi!" diyerek kaynamaya başladılar. 16 Mayıs 2010 günü biz 79 mezunları bir araya geldik.
71 mezunlarını organize eden Niymet Saygısever, 79 mezunları olarak bizim de buluşacağımızı duyunca, bizim haberimiz de medyada çıksın diye birkaç kişi ile tanışmamı önerdi bana.
Bunlardan birisi de Karacabey Meltem Gazetesi'nden Nevzat Çakır'dı.
Organizasyonumuza Nevzat Bey'i de davet ettik, ancak gelemeyeceğini, birkaç fotoğraf ile kısa bir metin yazarsak gazetede yer verebileceğini söyledi.
Buluşmada açılış konuşması metnini hazırlayarak, coşkun alkışlar eşliğinde okuyan ben; buluşmanın ardından buluşma gününü de kaleme aldım ve gazeteye gönderdim.
"Siz bize hiç iş bırakmamışsınız Canan Hanım." yorumuyla döndü bana Nevzat Bey.
"Dostlukları Hiç Bitmedi" başlığı ile yayımlandı o yazım.
Yaz boyu yine Facebook paylaşımları, konuşmalar, yorumlar sürdü.
Nevzat Bey bir gün bana dedi ki;
"Canan Hanım çok akıcı bir diliniz var, bize yazar mısınız?"
"Aa!" dedim önce hayretle.
Sonra “Olur!” dedim sanki çok doğal bir teklifmiş ve yıllardır bu teklifi bekliyormuşum gibi.
Ve bu hikâye böyle başladı.
5 Ekim 2010 tarihinde Karacabey Meltem Gazetesi'nde ilk yazım yayımlandı.
Adı:
"Ben'ce"
6, 9, 12, 14, 16, 19, 21, 27, 29 Ekim derken o ekimi 10 yazı ile tamamladım.
Haftada iki, bazen de üç gün yazıyordum.
Hiç aksatmadan yazıyordum.
Kimse bana ne yaz ne de yazma diyordu, ben hep yazıyordum.
Önce tedirgindim, olumsuz bir yorum gelecek diye korkuyordum.
Yazdıkça ve yazdıkça korkumu üzerimden attım.
Gelen yorum her nasıl olursa olsun artık göğüsleyebilirdim.
Bu arada imlâ ve dil üzerine okuyor, eksiğimi gediğimi kapatıyor, yazılarımın kusursuz olması için çabalıyordum.
Facebook'ta kişisel hesabımın dışında, sadece yazılarımı paylaştığım Ben'ce sayfasını açtım sonra. Twitter'dan ve Facebook'tan yaptığım paylaşımlar ile okunurluğumu arttırdım.
Yazılarım birilerinin dikkatini çekmeye başladı.
Eş dost derken başkaları da okumaya başladı yazılarımı.
Gazetemen diye bir internet sitesinden yazarlık teklifi geldi. Olur dedim. Yazdığım yazıları oraya da koymaya başladım. Yazı yazmakla kalmayıp zaman içinde gazetenin kendisini de idare etmeye başladım.
Yazılarım bu kez Bursa medyasında dikkat çekti. Kent gazetesinin çıkardığı Kent Vizyon dergisine bir yazı yazdım. Derginin ikinci sayısı ise neredeyse benim yazılarımdan ibaret bir halde çıktı.
Bunun ardından Kent Gazetesi'nde de yazmaya başladım.
Kent Gazetesi'nin ardından Bursapost geldi. Orada hem internet gazeteciliği yaptım, hem de haftalık gazete hazırladım.
Bursapost'un ardından Radikal Blog, o kapanınca Milliyet Blog, bir yandan Blogspot, sonrasında Bursaport ve Medium derken yazılarım her mecrada farklı kitleler ile buluşur oldu.
Ben yazımı yazıyordum, aynı yazı her yerde farklı kitleler tarafından okunuyordu.
Yazarken kendimi yazıya öyle kaptırıyor, yaptığım işi öyle ciddiye alıyordum ki, bana göre ben tüm yazılarımı 'The Times'a yazıyordum...
Bu arada ev dönüyor, çocuklar büyüyor, işler artıyordu. Hem her şeye koşuyor hem de mutfak masasında yazılarımı yazıyordum. Yazacağım derken bazen pilavın dibi tutuyor, bazen süt taşıyordu. Masanın üzerindeki tozlar üzerine yazı yazılabilecek kıvama geliyordu. Bir elimde telefon ile konuşuyorken, diğer elim ile yerde uçuşan havları topluyordum.
Çocuk büyütürken edindiğim "birçok şeyi bir arada yapma" becerilerimi daha da geliştirdim böyle böyle.
Dünya bir yana yazı bir yanaydı.
Bilgisayar ekranından dünyaya açılıyordum. Ben o ekrandan dünyaya bakıyordum, dünya da bana...
Gün geldi, çocuklar büyüdü, yuvadan uçtu gitti.
Bilgisayarımla ve yazılarımla baş başaydım artık.
O zaman, gelsin etkinlikler, konserler, kitaplar, tiyatrolar, seminerler, sempozyumlar.
Yani; Anlat Canan Anlat...
Bursa'da yazdığım yazılar karşılık gördükçe talepler artamaya başladı.
Bir şekilde gazetecilik yapıyordum ama bilinen anlamda gazeteci değildim.
Bir şekilde yazılar yazıyordum ama bilinen tarzda yazılar değildi hiçbirisi.
Anlatıyor da anlatıyordum.
Dinlerken öğreniyor, anlatırken öğrendiklerimi perçinliyor, araştırırken daha fazla öğreniyordum.
Öğrendiklerimi anlatmak ve paylaşmak ise en büyük hazdı...
Ne masanın üzerinde toz, ne de yerde hav var şimdi. Pilavlar deseniz, tel tel.
Bu yolculukta yıllardır benimle yol alan okur dostlara ve arkadaşlara zaman içinde yüzlerce okur eklendi. En güzeli de, yazılarım bana güzel dostlar, güzel arkadaşlar getirdi.
O günden bugüne yazdıklarımın içinden deneme tarzı yazdığım yazılardan bir seçki yaparak, bunları Anlat Canan Anlat başlığı altında topladım ve birkaç yayın evi ile görüştüm.
Kendimce nedenlerimden ötürü Dorlion Yayınları'nda karar kıldım sonrasında. Ağustos başında çalışma dosyamı yolladım ve süreç başladı.
9 Aralık 2019 günü, yani bugün, Dorlion Yayınevi'nden telefonuma, kitabın artık satışta olduğu bilgisi düştü.
İlk kitabım doğmuştu...
****
İlk günden bu yana yazdığım o yazılar kronolojik sıralamayla ve o yaştaki Canan'ın anlatımıyla muhafaza edilerek yer aldı kitabın sayfalarında.
Yazı hayatımdaki yolculuğumu ve gelişimimi görmek istedim bu sayede.
O yazıları yazan bendim, yazıların hepsinde ben vardım.
Siz de okurken o gözle okuyacaksınız eminim...
****
Bu yolculukta bana yoldaşlık ve yarenlik eden tüm dostlara, benim kitabımın çıkmasını çok arzu eden ama göremeyen canım Zerrin Tığlıoğlu, canım Deniz Yayın ve sevgili Konuralp Başol'a;
Ve;
Bir alaylı olarak medyanın içine karıştığımda, bana saygıyla yer açan ve beni meslektaşları olarak kabul eden tüm gazeteci dostlara sonsuz teşekkürler...
9 Aralık 2019 / C.E.Y.
Bu sayıya 5 Ekim 2019'dan bu yana yazdığım 20 yazıyı da eklersek, an itibarıyla (haber metinleri hariç) 970 yazım var sistemde.
9 yılda neredeyse 1000 yazı...
Rakama bakınca, Yahu dedim, anlatacak ne kadar çok şeyim varmış benim!
Hayatı her ânı anlatılacak bir sahne olarak algılayınca, insanın anlatacak şeyi de çok oluyor haliyle.
Çocukken "Ben bunların hepsini anlatacağım bir gün" derdim zaten hep.
Büyüdüm ve hepsini anlattım.
Anlatmalara doyamadım, anlatmadan duramadım, anlattım da anlattım...
Okuldayken benim de kompozisyonum iyiydi evet. Matematik bölümünde okuyordum üstelik. Yazının da matematiği vardı, biliyordum.
Yazarak anlatmak her zaman çok kolaydı benim için. Sınavlar klasik tarzda ise bana sayfalar yetmiyordu. Arkadaşlarıma mektup yazarken kareli kağıtlara (her bir satırına yazarak üstelik) yazıyor da yazıyordum.
Okulda ne olduysa, ne düşündüysem, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, oynadığım oyunlar, pencereden bakarken önümden gelip geçenler, hepsi yazı malzemesiydi.
Tatilde ne yaptınız bakalım, anlatın dediklerinde o üç ayın her anını anlatabilirdim mesela.
Okuldan eve geldiğimde mutfakta yemek yapan anneme ne var ne yoksa anlatırdım mutfak kapısına dikilerek. Kızım işim var, git sonra anlatırsın dediğinde gitmez, olanları o anki heyecanıyla anlatmak için sabırsızlanırdım. Anlatırken o ânı tekrar yaşardım ihtimal...
Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, çocukluğumdan beri bazen minik minik, bazen de dörtlüleri yakmış halde sinyaller çakıp duruyordu da, ben o sinyalleri anlamıyordum bir türlü.
Sonra araya yıllar girdi. Okumak rafa kalkmadıysa da yazma işi mektuplarla sınırlı kaldı.
İnternetin evlerimize girmesiyle "yazı" yeniden geldi önüme.
İnternet üzerinden yazışarak konuşmak sesle konuşmaktan daha cazipti. Kelimeler parmaklarımdan deli bir hızla dökülüyor, cümle olup karşıya akıyor, karşıdakinin cevabı gelmeden benden 5 cümle daha gidiyordu karşıya. Hızıma kimse yetişemiyor, kimse sohbetten ayrılamıyordu.
Şaşılacak bir şey değildi bu. Benim normalimdi...
Sosyal medya icat olup da Facebook ile tanışınca, paylaştığım yazılara ya da videolara yaptığım yorumlar ve paylaşım altı sohbetleri uzadı gitti.
2010 yılının Mart ayına geldiğimizde Karacabey Lisesi 71 mezunlarının buluşma toplantısına (eş durumundan dolayı) ben de katıldım. Çoğu ya komşumuz ya da ağabeylerimin ve eşimin arkadaşıydı. 71 mezunlarının bu buluşması dergi ve gazetelerde yayımlandı.
Ardından Karacabey Lisesi 79 mezunları "Başkan bizi topla hadi!" diyerek kaynamaya başladılar. 16 Mayıs 2010 günü biz 79 mezunları bir araya geldik.
71 mezunlarını organize eden Niymet Saygısever, 79 mezunları olarak bizim de buluşacağımızı duyunca, bizim haberimiz de medyada çıksın diye birkaç kişi ile tanışmamı önerdi bana.
Bunlardan birisi de Karacabey Meltem Gazetesi'nden Nevzat Çakır'dı.
Organizasyonumuza Nevzat Bey'i de davet ettik, ancak gelemeyeceğini, birkaç fotoğraf ile kısa bir metin yazarsak gazetede yer verebileceğini söyledi.
Buluşmada açılış konuşması metnini hazırlayarak, coşkun alkışlar eşliğinde okuyan ben; buluşmanın ardından buluşma gününü de kaleme aldım ve gazeteye gönderdim.
"Siz bize hiç iş bırakmamışsınız Canan Hanım." yorumuyla döndü bana Nevzat Bey.
"Dostlukları Hiç Bitmedi" başlığı ile yayımlandı o yazım.
Yaz boyu yine Facebook paylaşımları, konuşmalar, yorumlar sürdü.
Nevzat Bey bir gün bana dedi ki;
"Canan Hanım çok akıcı bir diliniz var, bize yazar mısınız?"
"Aa!" dedim önce hayretle.
Sonra “Olur!” dedim sanki çok doğal bir teklifmiş ve yıllardır bu teklifi bekliyormuşum gibi.
Ve bu hikâye böyle başladı.
5 Ekim 2010 tarihinde Karacabey Meltem Gazetesi'nde ilk yazım yayımlandı.
Adı:
"Ben'ce"
6, 9, 12, 14, 16, 19, 21, 27, 29 Ekim derken o ekimi 10 yazı ile tamamladım.
Haftada iki, bazen de üç gün yazıyordum.
Hiç aksatmadan yazıyordum.
Kimse bana ne yaz ne de yazma diyordu, ben hep yazıyordum.
Önce tedirgindim, olumsuz bir yorum gelecek diye korkuyordum.
Yazdıkça ve yazdıkça korkumu üzerimden attım.
Gelen yorum her nasıl olursa olsun artık göğüsleyebilirdim.
Bu arada imlâ ve dil üzerine okuyor, eksiğimi gediğimi kapatıyor, yazılarımın kusursuz olması için çabalıyordum.
Facebook'ta kişisel hesabımın dışında, sadece yazılarımı paylaştığım Ben'ce sayfasını açtım sonra. Twitter'dan ve Facebook'tan yaptığım paylaşımlar ile okunurluğumu arttırdım.
Yazılarım birilerinin dikkatini çekmeye başladı.
Eş dost derken başkaları da okumaya başladı yazılarımı.
Gazetemen diye bir internet sitesinden yazarlık teklifi geldi. Olur dedim. Yazdığım yazıları oraya da koymaya başladım. Yazı yazmakla kalmayıp zaman içinde gazetenin kendisini de idare etmeye başladım.
Yazılarım bu kez Bursa medyasında dikkat çekti. Kent gazetesinin çıkardığı Kent Vizyon dergisine bir yazı yazdım. Derginin ikinci sayısı ise neredeyse benim yazılarımdan ibaret bir halde çıktı.
Bunun ardından Kent Gazetesi'nde de yazmaya başladım.
Kent Gazetesi'nin ardından Bursapost geldi. Orada hem internet gazeteciliği yaptım, hem de haftalık gazete hazırladım.
Bursapost'un ardından Radikal Blog, o kapanınca Milliyet Blog, bir yandan Blogspot, sonrasında Bursaport ve Medium derken yazılarım her mecrada farklı kitleler ile buluşur oldu.
Ben yazımı yazıyordum, aynı yazı her yerde farklı kitleler tarafından okunuyordu.
Yazarken kendimi yazıya öyle kaptırıyor, yaptığım işi öyle ciddiye alıyordum ki, bana göre ben tüm yazılarımı 'The Times'a yazıyordum...
Bu arada ev dönüyor, çocuklar büyüyor, işler artıyordu. Hem her şeye koşuyor hem de mutfak masasında yazılarımı yazıyordum. Yazacağım derken bazen pilavın dibi tutuyor, bazen süt taşıyordu. Masanın üzerindeki tozlar üzerine yazı yazılabilecek kıvama geliyordu. Bir elimde telefon ile konuşuyorken, diğer elim ile yerde uçuşan havları topluyordum.
Çocuk büyütürken edindiğim "birçok şeyi bir arada yapma" becerilerimi daha da geliştirdim böyle böyle.
Dünya bir yana yazı bir yanaydı.
Bilgisayar ekranından dünyaya açılıyordum. Ben o ekrandan dünyaya bakıyordum, dünya da bana...
Gün geldi, çocuklar büyüdü, yuvadan uçtu gitti.
Bilgisayarımla ve yazılarımla baş başaydım artık.
O zaman, gelsin etkinlikler, konserler, kitaplar, tiyatrolar, seminerler, sempozyumlar.
Yani; Anlat Canan Anlat...
Bursa'da yazdığım yazılar karşılık gördükçe talepler artamaya başladı.
Bir şekilde gazetecilik yapıyordum ama bilinen anlamda gazeteci değildim.
Bir şekilde yazılar yazıyordum ama bilinen tarzda yazılar değildi hiçbirisi.
Anlatıyor da anlatıyordum.
Dinlerken öğreniyor, anlatırken öğrendiklerimi perçinliyor, araştırırken daha fazla öğreniyordum.
Öğrendiklerimi anlatmak ve paylaşmak ise en büyük hazdı...
Ne masanın üzerinde toz, ne de yerde hav var şimdi. Pilavlar deseniz, tel tel.
Bu yolculukta yıllardır benimle yol alan okur dostlara ve arkadaşlara zaman içinde yüzlerce okur eklendi. En güzeli de, yazılarım bana güzel dostlar, güzel arkadaşlar getirdi.
O günden bugüne yazdıklarımın içinden deneme tarzı yazdığım yazılardan bir seçki yaparak, bunları Anlat Canan Anlat başlığı altında topladım ve birkaç yayın evi ile görüştüm.
Kendimce nedenlerimden ötürü Dorlion Yayınları'nda karar kıldım sonrasında. Ağustos başında çalışma dosyamı yolladım ve süreç başladı.
9 Aralık 2019 günü, yani bugün, Dorlion Yayınevi'nden telefonuma, kitabın artık satışta olduğu bilgisi düştü.
İlk kitabım doğmuştu...
****
İlk günden bu yana yazdığım o yazılar kronolojik sıralamayla ve o yaştaki Canan'ın anlatımıyla muhafaza edilerek yer aldı kitabın sayfalarında.
Yazı hayatımdaki yolculuğumu ve gelişimimi görmek istedim bu sayede.
O yazıları yazan bendim, yazıların hepsinde ben vardım.
Siz de okurken o gözle okuyacaksınız eminim...
****
Bu yolculukta bana yoldaşlık ve yarenlik eden tüm dostlara, benim kitabımın çıkmasını çok arzu eden ama göremeyen canım Zerrin Tığlıoğlu, canım Deniz Yayın ve sevgili Konuralp Başol'a;
Ve;
Bir alaylı olarak medyanın içine karıştığımda, bana saygıyla yer açan ve beni meslektaşları olarak kabul eden tüm gazeteci dostlara sonsuz teşekkürler...
9 Aralık 2019 / C.E.Y.
1 Mayıs 2012 tarihinde AS TV’de katıldığım Günü Yakala programında yazılarımı toplayıp kitap haline getireceğimi söylediğimi hatırlayın isterim:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder