22 Ekim 2025 Çarşamba

Umudun Tablosu ONKODAY

Uludağ Onkoloji Dayanışma Derneği ONKODAY'ın kurulduğu 1997 yılından itibaren yaptığı çalışmaları anlatan "Son Yaprağın Resmini Yapmak" isimli belgesel filminin galası 21 Ekim 2025 akşamı Konak Kültür Merkezi'nde gerçekleşti.
Film gösterimi öncesinde konuşan Uludağ Onkoloji Dayanışma Derneği ONKODAY Yönetim Kurulu Başkanı Füsun Önen, yönetim kuruluna, gönüllülere ve ONKODAY'a gönül verenlere teşekkürlerini sundu ve "İyi ki bizimlesiniz" diyerek daha uzun yıllar birlikte olmayı diledi.
ONKODAY Yönetim Kurulu Başkanı Füsun Önen
Belgesel filmini hazırlayan ve geceyi sunan Güzin Abraş, Pandemi döneminde başlanan arşiv çalışmalarının meyvesinin bugün ortaya çıktığını, filmin bir kolaj çalışması olmadığını, filmde konuşan isimlerden bazılarının şu anda hayatta olmayışının duygu yoğunluğu getirdiğini, geçen bu 27 yılda hastalıktan kurtulan insanların duygularını yansıtmanın büyük bir sorumluluk olduğunu söyledi ve bu sorumluluğun kendisine vermelerinden dolayı ONKODAY'a teşekkür etti.
Güzin Abraş • Güz Yapım
"Son Yaprağın Resmini Yapmak"
Film, daldaki son yaprak dökülünce öleceğini düşünen hastanın hikâyesi ile başladı. Hani arkadaşının 'yaprak düşmesin, umut bitmesin' diyerek hastanın penceresinden görünen ağacın arkasındaki duvara yaprak resimleri çizdiği o hikâye. Ki o resim umudu var etmenin, başkası için çabalamanın, sevginin resmidir.

Sonrasında ONKODAY'ın kuruluş aşamalarını, kurucularını, ilk üyelerini, yıllar içinde yapılan çalışmaları, çocuk iken kanserle tanışıp şimdi iş güç sahibi olmuş isimleri dinledik. Belgeselde 44 kişi konuştu. Ki Güzin Abraş'ın dediği gibi; daha 144 kişi daha konuşabilirdi...
Filmin Görüntü Yönetmenliği Hakan Serpen ve Orhan Balaban'a, Post Prodüksiyonu ise Mustafa Altıyol'a ait idi.
Onkoday'ın ilk üyesi Nebahat Özaltolmaz ve arkasında dikiş makinesi
Uludağ Onkoloji Dayanışma Derneği ONKODAY"Kanser toplumsal bir sorundur" diyen Prof.Dr. Kayıhan Engin tarafından 1 Nisan 1997 tarihinde, merkezde tedavi görmüş eski hastalar, hasta yakınları ve merkez çalışanları ile birlikte Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Radyoterapi Merkezi'nde kurulmuştu. Kendisi de bir onkoloji hastası olan ve gördüğü tedaviler ile şifa bulan Füsun Önen, 1999 yılından bu yana derneğin başkanlığını yürütüyor. Füsun Hanım hayata bağlılığı ve dernek çalışmalarında çıtayı hep daha yükseğe koyması ile kanser hastalarına rol model olup umut dağıtıyor. Mesaj net: İYİLEŞEBİLİRSİN!
Son Yaprağı Yere Düşürmeyenler
Yıllar perdede su gibi aktı geçti. Bu zaman zarfında neler yapılmamıştı, nelere imza atılmamıştı, son yaprağın yere düşmemesi için ne kadar büyük özveriyle çalışılmıştı.
Bilgilendirme çalışmaları, farkındalık etkinlikleri, hastane etkinlikleri, fotoğraf ve resim sergileri, atölyeler, derneğe gelir sağlamak ya da için yapılan el işi çalışmaları, çocuk hastalar için üretilen örgü bebekler, örülen battaniyeler, dikilen ürünler, konserler, sosyal faaliyetler, mesela şehirde otobüs turu, şehrin hastalara tanıtılma gezileri, sünnet organizasyonları, dijital yayınlar ("Umut Hikâyeleri", "Tanı-Yorum", "Bilimin Işığında"), anıtlar ("Doğaya Saygı Anıtı", "Toplumsal Duyarlılık Anıtı", "Umut ve Savaşım Anıtı"), Onkoday Tiyatro Terapi Grubu, OnkoDay Gündem - Sağlıklı Yaşam Dergisi, ödüller ("HASVAK Sağlıkta Başarı Ödülü", "ÇGD Sosyal Yaşama Katkı Ödülü", "HİÇ Son 5 Yılın En İyi Proje Ödülü", "HİÇ 2014 En İyi Proje Ödülü", "LIONS Melvin Jones Ödülü"), Kaplıkaya Umut Evi, Kültürpark içindeki ONKODEM, Neş'e Teyze Kurabiye Şenliği, ONKODAY Ormanı, İstanbul'da Pembe Festival...
Sadece bu kadarla kalmayıp hastaların ömürleri boyunca takip edilmesi, çocukların büyüyüp okuması, sağlanan burslar, iş hayatları, evlilikleri, hepsinde gönüllülerin ve bağışçıların büyük emeği var.
Açıkçası bu kadar çok etkinlik yaptıklarının farkında değildim. Ya onlar yeterince görünür değildi ya da hayat çok hızlı akıyordu ve bu büyük mücadele de akışın hızında kaybolup gidiyordu...
Konak Kültür Merkezi Fuaye Alanı
Konak Kültür Merkezi Fuaye Alanı
ONKODAY Eğitim ve Anı Park
Eski günlerden bir çay bahçesi samimiyeti taşıyan ONKODAY Parkı, siteler diyarı Nilüfer'in içinde nefes aldığımız bir vaha. 2000 yılından bu yana 25 yıldır hizmet veren ve derneğe gelir sağlayan parkta çocuk bahçesi, 75 kişilik amfi tiyatro ve kafeterya mevcut. Genel kullanıma açık olan ONKODAY Park'ta arkadaşlar buluşuyor, iftarlar veriliyor, doğum günleri kutlanıyor, ONKODAY’ın kutlama organizasyonları yapılıyor. 
5 Ağustos 2018
Çamlar altındaki bu park benim için özellikle de yaz günlerinin vazgeçilmezi...

ONKODAY Hasta Konuk Evi
Lions 118-K Yönetim Çevresi ve Nilüfer Belediyesi işbirliğiyle yaptırılan ONKODAY Hasta Konuk Evi, şehir dışından Bursa’ya kanser tedavisi için gelen ve kalacak yer sorunu yaşayan kanser hastalarına (yakınları ile birlikte) tedavileri boyunca konaklama imkânı sunuyor. Fikir anası Seher Özgen olan konuk evi 1+1 müstakil evlerden oluşuyor. 
21 Ocak 2014
Evlerde güneş enerjisi kullanılmış. Konukevinde kalan hastalar ONKODAY'ın rehabilitasyon çalışmaları ile sosyal ve kültürel faaliyetlerinden yararlanıyor. 

El Ele Hep Birlikte
Onkoday Ailesi, 1997 yılından beri hastalarımıza hizmet etmenin ve onlara yoldaş olmanın gururunu yaşıyoruz diyor.
Onkoday sayfasında gördüğüm elektronik sayaca istinaden; dernek olarak şimdiye kadar106 etkinlik yaptıklarını,1247 konuk ağırladıklarını, dernekte 2453 gönüllü çalıştığını öğrendim.
21 Ocak 2014
Siz bakana kadar elektronik sayaçtaki rakam değişmiş olabilir. 

Umudun Adı ONKODAY
Filmi izlerken kendimi güvende hissettiğimi fark ettim. Olur da hastalanırsam çok yakınımda bana yol gösterecek, rehberlik edecek, sarıp sarmalayacak bir dernek vardı. Bencilce bir düşünce evet ama önce kendimi düşündüm. Hep başkaları hasta olacak diye bir şey yoktu. Ben sağlığımı korumak adına elimden geleni yapıyordum ama hastalık beni kapının arkasında mı, kuşun kanadında mı bekliyordu bilmiyordum. 

Pembe Tütülü Pakize 
Pakize uyarıyor, ben de sevdiklerimi üzMEMEk adına kendi kendime MEME muayenesi yapıyor, belirli aralıklarla mamografi çektirerek MEME kanserine karşı önlem alıyorum.
Pembe Tütülü Pakize 
Çok yıllar önce fibrokistik bir vaka karşısında endişe içinde karşısına geçtiğim doktor bana "Korkma ölmeyeceksin!" demişti. Nasıl bir yüz ifadem varsa, doktor kafamın üzerindeki baloncukta beliren "Ölecek miyim doktor bey?" sorusunu okumuştu. O gün bugün ölmedim. Ama şairin dediği gibi; "Kim bilir nerde nasıl kaç yaşında!"

Öldüren Yaşamın Kendisi
Aslında öldüren hastalık değil, yaşamın kendisi. Eninde sonunda hepimiz öleceğiz. Anne rahmine düştüğümüz anda hem yaşamaya hem de ölmeye, kısacası iki kapılı bu handa gündüz gece yürümeye başlıyoruz. Yaşamaktan keyif aldığımız kadar ise ömrümüzü uzatıyoruz. 
Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabında Ahmet Hamdi Tanpınar, "Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder." der.
Uzaklaşmak mümkün değilse de, karamsarlığa kapılıp her an ölümü düşünmemek lâzım. Malum; kişi ölümü fazla düşünürse de hiç düşünmezse de kendisine bahşedilen hayatı layıkıyla yaşayamaz.

Her Yeni Gün Bir Hediye
İtiraf edelim; insan kendi var olmayacağı günlerde yaşanacakları düşünmeden edemiyor. "Bensiz mi eğlenecekler? Daha ne gelişmeler olacak? Allah'ım lütfen, ölmesem olmaz mı?" 
Ne gereksiz çırpınışlar... 1900 senesinde yoktum, 2100'de de olamayacağım.
(Bu arada NASA yaşamın ne zaman sona ereceğini hesaplamış. Bu hesaba göre, gezegenin yüzey koşullarının tüm canlılar için yaşanmaz hale geleceği tarihi 1.000.002.021 yılı imiş. Yaklaşık 5 milyar yaşında olduğu söylenen dünya için çok küçük, ortalama ömrü 80-90 yıl olan insan için çok büyük bir zaman.)
Her sabah yeni bir güne doğup o günü son günmüş gibi yaşamak varken beyhude sorularla zaman kaybetmenin ne anlamı var. Hem insan en çok yaşadıklarından değil, yaşayamadıklarından pişman olmaz mı? Hani şu "Şimdiki aklım olsaydı!" hadisesi...

Kanserin En Acı Yanı
Aklın ve güzel düşüncenin ışığında yaşanmış bir hayat herhangi bir hastalıkla karşılaştığında sağlık sisteminin, bilimin ve koruyucu meleklerin eşliğinde daha kolay atlatılabilir. 
Bunun yanında acı gerçekleri de es geçmeyelim.
Ortada sahtekârların hastaneden çaldıkları kanser ilaçlarının yerine su doldurması, sahte kanser ilacı üretimi, ilaçların "tercih edilen" hastalara kaydırılması gibi karanlık işler de dönmüyor değil.

Görüldüğü üzere bir insanlara umut olmak isteyen gönüllüler var, bir de insanların umudunu sömüren çeteler.
Arada da can derdinde hastalar...
Biz her zamanki gibi yine Umudun Tablosu ONKODAY'da bir renk olalım. 
Hayatımızdan hevesi ve umudu hiç çıkartmayalım...
22 Ekim 2025 / C.E.Y.

18 Ekim 2025 Cumartesi

Bursa Terk Edilen Bir Şehir Olmasın

Bir telefon manyağım var der bayan dinozor bay dinozora. 
"Hepiniz yok olacaksınız!" deyip deyip kapatıyor!
Dinozor çağında telefon mu varmış demeyin. Varmış işte! Dinozorların dünya sahnesinden silinmesinden altmış beş milyon, telefonun icadından yaklaşık elli yıl sonra doğmuş bir dinozor olarak ben de telefonu küçük yaşlarımda gördüm...  
Neyse, yaşları başları bir kenara bırakalım ve bayan dinozorun manyağına bakalım. Meğer ahizenin ucundaki manyak değil, doğrucu başı imiş. Haliyle hiçbir dinozor ona inanmamış, hiçbiri onu sallamamış. Dinozor işte, en büyük cüsseli olmanın güveniyle havada karada rakip tanımayan bir dino! "Don't Look Up • Yukarı Bakma" filmindeki gibi onca uyarıya rağmen başını havaya kaldırıp tepeme doğru gelen bir göktaşı var mı diye bakmamış. Hoş, baksa ne olacak! Dıj güçlere karşı elinden ne gelebilir? Sonunda olan olmuş ve dünya yüzünde yüz altmış beş milyon yıl yaşayan dinozorların devasa cüsselileri tarih sahnesinden silinmiş. O koca koca dinozorlar şimdi artık varlıklarını en büyüğü Albatros, en küçüğü Arı Sinek Kuşu olmak üzere kuşlar familyası olarak sürdürüyorlar. 
İnanmazsanız ayaklarına bakın!

Yukarı Bak!
İnsan kılıklı dinolar da onca uyarıya kulak asmayıp, "Bir gelsin de hallederiz!" mantığı ile yaşayıp, onca uyarıyı kale almayıp, onca dosya içindeki onca bilgi ve raporu rafa kaldırıp, cânım dosyaları rafta unutarak dinozorluklarını ispat ediyorlar.
Geliyor gelmekte olan derken derken pat, felaket "Ben geldim!" diyor.
Sen ki Homo Sapiens olarak yaklaşık üç yüz bin yıl önce ortaya çıkan, ateşi bulan, tekerleği icat eden İNSANsın. Haricî gelişmelere karşı koyamasan da dahilî ihtimalleri hesaplayabilir, verileri analiz edebilirsin. En azından önüne konan raporları dikkate alabilirsin. Değil mi? 
Değil ise, yüz altmış beş milyon yıl da yaşasan sonunda yok olacaksın! Ya da kim bilir gelecekte hangi formda yaşayacaksın...

Bursa FELÇ Olacak!
Gezegenimiz boyutundan ülkemize, oradan da şehrimize gelelim. Bir sanayi şehri olan Bursa'da yıllardır 'canlı su bitiyor, sularımız ölüyor' uyarıları yapılır dururdu. Son uyarılar ise 'şehir ölüyor'a, 'hayat bitiyor'a evrildi. Çünkü artık Bursa ovasını sulayan Nilüfer Çayı'nın, yani ana damarın %99'u tıkalı. Malum, damardaki kan çamurlaşmışsa tıkanma ve felç kaçınılmazdır. 
Abdal Köprüsü • Bursa
“Herkesin Bildiği Sır • Nilüfer Çayı”
Bursa Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği BUSİAD, bir basın toplantısı düzenleyerek, BUSİAD Yeşil Bursa Çalışma Grubu’nun çalışmasıyla ortaya konulan “Herkesin Bildiği  Sır • Nilüfer Çayı” başlıklı raporu medya ile paylaştı. Basın toplantısı Bursa'nın suyunun bittiği şu günlere denk gelince daha bir anlam kazandı.
BUSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Buğra Küçükkayalar
Açılış konuşmasını yapan BUSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Buğra Küçükkayalar, Bursa’nın Aort Damarı olan Nilüfer Çayı’nın %99 oranında tıkandığını söyledi ve “Nilüfer Çayı’nda artık su ve oksijen yok denecek kadar az. Yani aort damarımız yüzde 99 tıkanmış durumda. Acil önlem alınmaz ve aort damarı temizlenmezse, çok da uzak olmayan bir süre içinde Bursa terk edilen bir kente dönebilir.” dedi.

Terk edilen mi?
Hani Fukişima gibi mi? Hani Prypiat (Çernobil) gibi mi? Hani Detroit gibi mi? Hani Kayaköy gibi mi? Hani Kıllit (Dereiçi) köyü gibi mi? Hani Pompei gibi mi? Hani Oradour sur Glane gibi mi? Hani Ağdam gibi mi? Ya da arkeolojik kazılarda ortaya çıkan, sakinlerinin terk ettiğini düşündüğümüz şehirlerden biri gibi mi?
Kıllit • Dereiçi / Mardin
Bursa da öyle mi olacak? 
Kendi soruma kendim cevap vereyim: Neden olmasın!
Mesela ben, Bursa barajlarının sıfıra düştüğü şu günlerde su kesintileri uzun olursa İstanbul'a, çocuklarımın yanına gitmeyi düşünmeye başladım bile. 
Peki ya sular hiç gelmezse...

Kirlenen ve Kirleten Nilüfer Çayı
Konuşmasında Bursalılara seslenen Küçükkayalar, “Nilüfer Çayı ne kadar Bursa’ya hayat vermişse, Bursalılar onun hayatını o kadar kısaltmıştır. Son su kesintileri de aslında küresel ısınmanın da etkisiyle Bursa için acil eylem planının gündeme gelmesi gerektiğini de ortaya koymuştur.” dedi.
(* Bu arada barajlar sıfırı görmüş olsa da şehre su verilmeye devam ediyor. Bu su nereden geliyor diye düşünürken imdadıma  Bursa Olay Gazetesi yazarı İhsan Aydın'ın köşe yazısı yetişti. Aydın'ın BUSKİ Genel Müdürü Mehmet Ercihan Subaşıoğlu'ndan öğrendiğine göre Nilüfer Barajı’nın su alma yapısı altından, motorlarla Doğancı Barajı’na su basılıyormuş. Doğancı’da da su alma yapısı altında 8,5 milyon metreküplük rezerv varmış. Bunlara ‘ölü su’ deniyormuş ve kritik anlar için motorla arıtmaya basılıyormuş.)
Her canlı gibi Nilüfer Çayı da doğduğu yerden tertemiz akıyor aslında. Uzadıkça ve şehre ulaştıkça o da kirlenmeye ve kirletmeye başlıyor. Kirlenen sular hidrolojik döngüye girerek yağmur ve kar olarak yeryüzüne düşüyor ve yeryüzünü daha çok kirletiyor. 
Her şeyi istediğiniz kadar yıkayın, yıkadığınız su dahil yediğimiz içtiğimiz hiçbir şey artık temiz değil. Hele de temiz olsun ve arınsın diyerek suya kimyasal karıştırırsanız, o kimyasalların döngü ile içinize gireceğini hiç unutmayın... 
Şu durumda "Benim içim temiz" ironisi de yerle bir oldu diyebiliriz. Dışın kirliyse sen de kirlisin. Çünkü insan içine ne girerse o oluyor, öyle kokuyor. 

İki Kişinin Bildiği Sır Değildir
“Nilüfer Çayı Bursa’ya ne kadar hayat vermişse, Bursalılar onun hayatını o kadar kısaltmıştır” diyen Küçükkayalar, “Nilüfer Çayı’nın kirliliği herkesin bildiği ancak görmezden geldiği bir konu durumundadır. Yani 'Herkesin Bildiği Sır”dır diyor ve BUSİAD olarak bu çalışma ile “Herkesin Bildiği Sır” ile yüzleşmek, sorumluları harekete geçirmek, projeler üretme ve projelerin yerine getirilmesinde destek olmayı amaçladıklarını söylüyor.
"Zaman; kimin kirlettiği ya da ne kadar kirlettiğinin konuşulacağı zamanı çoktan geçmiştir. Zaman; sorunları açık yüreklilikle ve şeffaf bir şekilde ortaya koyma, çözüm yollarını ortaklaşa belirleyip, tüm Bursa paydaşları olarak, konuya topyekûn eğilme, hem yerel hem ülke hem de küresel finansal kaynakları kullanarak Nilüfer Çayı’mızın kirlilik sorununu kökünden çözme zamanıdır." diyor. Uludağ'ın suyunu şişeleyip satanlarla da, önceliğin Bursalılar olduğu üzerine ciddi ciddi konuşmak lazım...
Suçlu arayacağımıza çözüm üretelim
"Ben çok dikkat ediyorum ama fabrikalar ve çiftçi gürül gürül su harcıyor." diyebilirsiniz. Haklısınız ama su harcamadan sanayi de olmaz tarım da. Yapılması gereken en önemli şey atıkların arıtılması. 
Paris Kanalizasyon Müzesi • Sewers Museum'da şehrin atık suyunun nasıl tekrar kullanıma sunulduğunu anlatan bir canlandırma vardır ve Paris'te çeşmeden su içilebilir. Hatta restoranlarda çeşme suyu ücretsizdir.

Nilüfer Çayı Yoksa Bursa Yok
Küçükkayalar’ın ardından BUSİAD Yönetim Kurulu Üyesi Hüsamettin Çoban, “Herkesin Bildiği Sır • Nilüfer Çayı” raporunun sunumunu gerçekleştirdi. Çoban, Nilüfer Çayı hakkında teknik bilgileri vererek, Nilüfer Çayı'nın yalnızca doğal bir su kaynağı olmadığını, aynı zamanda şehrin sosyal ve kültürel yaşamının şekillenmesinde de önemli bir rol oynadığını, Bursa’nın yerleşim alanlarının çayın sağladığı su kaynakları ve verimli topraklar sayesinde geliştiğini anlattı. Bursa’nın sürdürülebilirliği ve yaşam kalitesinin Nilüfer Çayı’nın korunması ile doğrudan ilişkili olduğunu söyledi. 
BUSİAD Yönetim Kurulu Üyesi Hüsamettin Çoban
Çoban, Nilüfer Çayı üzerindeki baskıları; tarım, sanayi, yerleşim, hidrojeolojik ve imar baskıları olarak beşe ayırdı. Çay’ın kirlenme nedenlerini hidrojeolojik yapının değişmesi, yerleşim alanlarından kaynaklanan kirlilik, tarımsal kirlilik ve endüstriyel kirlilik olarak sınıflandırdı. Nilüfer Çayı üzerindeki üç noktadan kendilerinin aldıkları numunelerin laboratuvar sonuçlarında, suyun içindeki oksijenin yok denecek düzeyde olduğunu, suyun Marmara Denizi’nde yaşanan müsilajda etkisinin önemli olduğunu, suyun içinden geçtiği toprağı zehirlediğini, etrafında sosyal yaşamın oluşmasını engellediğini, yer altı sularının kirlendiğini ve bu kirliliğin halk sağlığına olumsuz etkileri olduğunu ve olacağını belirtti.
Çoban, başta tekstil olmak üzere suya ihtiyaç duyan sanayinin varlığını sürdürmekte zorlanacağını, ana sanayilerin de bu gerçekleri gördüğünü ve tedarik zincirini Bursa’dan çıkaracağını söyledi.

BUSİAD'dan Çözüm Önerileri
Hüsamettin Çoban gerçekleri anlatmakla kalmayıp BUSİAD’ın çözüm önerileri de olduğunu da söyledi. 
Önerilerin ana başlıkları şöyle:
• Nilüfer Çayı Komisyonu Kurulması
• Kirlilik Kaynaklarının Envanterinin Çıkarılması
• Fiziksel Temizlik ve Restorasyon
• Nilüfer Çayı Su Kalitesinin İyileştirilmesi
• Ekolojik Rehabilitasyon
• Halk Katılımı ve Bilinçlendirme
• Düzenli İzleme ve Raporlama 
• Yerel Yönetimlere ve İşletmelere Destek

Porsuk Çayı Temizlendiyse Nilüfer Çayı da Temizlenir
Bu rapor dikkate alınır, geliştirilir ve uygulanırsa şu anda balçığa dönüşmüş olan Nilüfer Çayı da dağdan doğduğunda olduğu gibi tertemiz akmaya devam eder.
Eskişehir'in içinden geçen Porsuk Çayı
Sanayici ve iş insanlarından oluşan derneğin bu konuya dikkat çekmesi ve önce kendileri ile yüzleşmesi kayda değer bir çalışma. Aynı çalışmanın tarım sektöründe de yapılması lazım. Mesela toprağın dereye gitmesinin engellenmesi de kirlenmenin engellenmesi bakımından önemli. Kullanılan gübreler, zirai ilaçlar ona keza.

En Can Alıcı Örnek Hollanda
Topraklarının çoğunun denizden kazanılmış olması ve deniz seviyesinin altındaki topraklarının bentlerle korunmuş olması nedeniyle Hollanda çarpıcı bir örnek. 40 bin hektarlık havuz şeklindeki sahaların suyunun boşaltılması ile toprak kazanılmasına 1919 yılında başlanmış. Halen devam etmekte olan çalışmalarla bugüne kadar 165 bin hektar arazi elde edilmiş. Bu verimli arazinin yaklaşık %70'i ziraata ayrılmış. Böylece Hollanda dünyanın en büyük tarımsal ihracat ülkelerinden biri olmuş.

Su Şehrinden Susuz Şehre
Su şehri olarak bilinen Bursa hoyratça tüketilen kaynakları ile başlayan, iklim değişikliği ile devam eden bir süreç içerisine girdi. Artan nüfus, çıkan yangınlar, yangınlara taşınan sular, yağmayan yağmurlar, boşalan barajlar deyince geldik dayandık susuz bir kışa... Deve de değiliz ki bir oturuşta 150-200 litre su içip 6-7 ay su içmeden duralım. Beden olarak en fazla 10 gün susuz yaşayabiliriz. Temizlik ve hijyen konusu ise büyük sıkıntı. Kolera, tifo, dizanteri vb gibi hastalıklar anında kapıya dayanır...

Yağmursuz 120 Gün
Yağmayan yağmurlar ilk değil. Yağmurun 120 gün (dört ay) yağmadığı zamanlar olmuş. O zaman da su yine böyle aralıklarla verilmiş.
O günlerde dört yüz seneden beri akan Sandık Pınarı dahi kurumuş. Neyse ki yağan yağmurlarla susuzluk günleri sona ermiş. Tabii o günlerde nüfus az, sanayi az, kaynak çok, gelecek günler çok uzakta, tahmin ve tasarruf hiç yok...

Yağdır Mevla'm Su
Yağmur duasına çıkmasak da ellerimiz ve gözümüz havada, kulağımız hava durumunda. Mübarek yağacam diyor diyor yağamıyor. Neden böyle dolanıp dolanıp yağamıyor diye düşününce insanın aklına çeşit çeşit komplo teorisi gelmiyor değil. Anlatılan gerçeklerle yüzleşince de insan, mübarek nasıl yağsın diyor. 
Önce tedbir sonra emanet deriz hep. İşimizin sıfır noktasında Allah'a kalması kabul edilir bir akıl değil...
Basın toplantısının sonunda soru cevap kısmına geçilmişken ekrandaki görüntü hepimizin temennisiydi...

2017'den 2025'e SU
Bursa Rotary Kulübü'nün 'SU'ya dikkat çekmek adına düzenlediği "Dünya Su Günü Konseri" öncesinde Rtn. Prof.Dr. Ulviye Özer ve Rtn. Ersin Karaarslan tarafından hazırlanan "İklim Değişikliği ve Enerji-Su-Gıda-Eşya İlişkisi" ile "İklim Değişikliğini Durdurmak için Ben Ne Yapabilirim?" kitapçıkları ve Rtn. Ersin Karaarslan tarafından hazırlanan "SANAL SU" broşürü ile karşılanmıştık. 
Ersin Karaarslan konser öncesi kısa bir sunum yaparak bizlere 'H2O'nun oluşumunu ve yok oluşunu anlatmıştı kısaca. En büyük dikkati de 'SANAL SU'ya çekmişti.
Karaarslan tarafından hazırlanan broşürde "Sanal Su" için şöyle yazıyordu: "Ürünlerin üretimden kullanma ve tüketime sunuluncaya kadar geçirdiği evrelerde harcanan suların toplam miktarı".
Mesela: 1 kg ekmek için 1250 lt su, 1 kg pirinç için 3 bin 400 lt su, 1 çift ayakkabı için 8 bin lt su, bir otomobil için 400 bin litre su harcanıyormuş. 
Sanal Su tasarrufu önerileri için de alışveriş bilgisinden tazeliğini kaybetmiş ürünleri değerlendirmeye, psikolojik durumdan dost ziyaretine giderken tatlı yerine kitap götürmeye kadar pek çok öneri sıralanmış broşürde.
Malum klasik hareket "dişimizi fırçalarken suyu açık bırakmama"nın önemine de değinmeden geçilmemiş.
E ne demişler, "İşten artmaz, dişten artar!"...

O gün yazdığım yazıdan şöyle bir kesit paylaşmak isterim:
"Dünya Meteoroloji Örgütü’nün tahminlerine göre 2025 yılında dünya nüfusunun %66'sı su sıkıntısı çekecekmiş. 
(Soru 2017 yılından: %66'nın içinde miyiz? Cevap 2025 yılından: EVET!)
Asya kıtası dünya nüfusunun %60'ından fazlasına sahipmiş ve dünyadaki kullanılabilir suyun %36'lık bir kısmı Asya kıtasındaymış. 
Güney Amerika kıtası ise dünya nüfusunun %6'sına  sahipmiş ve dünyadaki kullanılabilir suyun %26'sı Güney Amerika'da imiş.
Sadece Amazon nehri tüm dünya üzerindeki kullanılabilir suyun %15'ini oluşturuyormuş. 
2012 yılında Environmental Research Letters dergisinde yayınlanan bir araştırmada, kuraklıktan kırılan Afrika'nın aslında dev bir su kaynağının üzerinde oturuyor olduğu yazılmış.  (Afrika kıtasındaki yer altı sularının miktarı 0.66 milyon kilometre küp, yani yüzey sularının 100 katından fazla imiş.)
Ülkemiz ise göller ve nehirlerinden oluşan tatlı su kaynaklarına sahip olmasına rağmen, sanıldığı gibi su zengini bir ülke değil. Aksine, gerekli önlemler alınmadığı takdirde yakın bir gelecekte su sorunları yaşamaya aday bir ülke konumunda. (Evet, %66'nın içindeyiz.)
Suyun tek başına var olmuş olması insanlar için yeterli değil. Bir de temiz olmalı. Yani su içilebilir olmalı.
İçilebilir temiz su kaynaklarının insan eliyle kirletildiğini ve bir yandan da müsrifçe tüketildiğini düşünecek olursak, kendi bindiğimiz dalı kendi elimizle kesiyoruz demektir. 
Bugünün enerji kaynaklarına ulaşma savaşları gelecekte yerini temiz su kaynakları ulaşma savaşlarına bırakacak besbelli. 
Çünkü öncelik hayatta kalmaktır. 
Çünkü su hayattır.
Çünkü hayatın anlamının su olduğu onu yitirince anlaşılır..."
Merak ettim;
Acaba o gün hazırlanan bu çalışmaya bakması gereken kimse baktı mı? 
Merak ediyorum;
Acaba BUSİAD'ın yaptığı bu çalışmaya bakması gerekenler bakacak mı?
18 Ekim 2025 / C.E.Y.

Kapak fotoğrafı, Pandemi günlerinde sokaklarında kimsenin olmadığı zamanlarda Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından çekilmiş fotoğraflardan biri...

15 Ekim 2025 Çarşamba

Tarihî ve Mimarî Bir Gezi

Bursa'nın Tarihî İpek Fabrikaları
Çocukluğu Bursa'da geçmiş olanlar ipek böceğini, dut ağaçlarını, ipek böceğinin dut yaprağı yerken çıkardığı kırt kırt seslerini, satılmaya gelen küfeler dolusu kozayı, kozayı ve kozaklığı iyi bilir. 
Koza Han'da şemsiyeler altında kahve içenlerin ise ne kadarı kozanın ve ipek böceğinin hikâyesini bilir, onu da Allah bilir. 
Koza Han
İpek ile anılan Bursa'nın artık çalışmayan ama bir döneme imza atmış ipek fabrikaları siz şehrin sokaklarında telaş içinde yürürken size eşlik eder. Önlerinden geçer ama çok zaman fark etmezsiniz. Orada öylece durur ve sizi izlerler. Bazıları müze ya da okul olarak hayata döndürülmüştür, bazıları ise eski günlerin yaşanmışlıkları ile kendi içine kapanmıştır. Çevrenize gören ve soran gözlerle bakıyorsanız devasa kapıların ve duvarların arkasını merak eder, bir zaman işçilerin ve iş verenlerin yaşadığı bu binaların içindeki hareketi, makinelerin çıkardığı sesleri, mahsulü yüklemek için kapıya yanaşan arabaları, mahsulü almak için gidip gelen tüccarı, edilen pazarlıkları, mesaiye yetişmek için koşturan, mesai bitiminde de yorgun argın evine dönen işçileri, fabrika içerisindeki bakışmaları, yaşanan aşkları, kurulan yuvaları hayal edersiniz. 
Hepsi buhar olup uçmuştur.
İnsanlar gitmiş, yıkık dökük de olsa binalar kalmıştır...
Şimdi bu binalar kaderlerine terk edilip daha da yıkılıp yok mu olacaktır, yoksa bir döneme damga vurmuş bu binalar önlerinde ceket iliklenip saygıyla ayağa mı kaldırılacaktır? 
Karar bizim...
Kimliksiz ve aidiyetsiz mi yaşamak istersiniz, köklerin değerleriyle geleceğe uzanmak mı?

Tarihî ve Mimarî Bir Gezi
TMMOB Mimarlar Odası Bursa Şubesi, Mimarlık Haftası kapsamında Bursa'nın ipek fabrikalarını tanıtmak amacıyla 8 Ekim günü Bursa İpek Fabrikaları Turu düzenleyince bu geziyi kaçırmak istemedim.
Yağışlı bir Bursa gününde Bursa Akademik Odalar Birliği BAOB önünden kalkan otobüs ile çıktığımız, Bursa’da ilk kez İpek Endüstriyel Mirasına odaklanan ve kentin eski ipek fabrikalarını kapsayan mini geziye TMMOB Mimarlar Odası Bursa Şubesi Genel Sekreteri Aytül Küçüközdemir AydınBursa Bellek Haritası Proje Koordinatörü ve Bursa Kent Tarihçisi Agâh Enes Yasa, mimarlar, staj öğrencileri ve Bursa sevdalıları katıldı. 

Gökdere Bulvarı'dan geçip Umurbey Bay Kardeşler Fabrikası'na ilerlerken Agâh Enes bizlere Irgandı, Yeşil ve Setbaşı çevresindeki (artık olmayan) fabrikaları anlattı kısaca. 1862 yılında Bursa esnafının toplaşıp yaktığı Kırmızıoğlu Kevork fabrikasını mesela. Yakma sebebi de fabrikanın atık sularının yakınlardaki mezarlıkta yatan ecdadın kemiklerini kirletiyor olması imiş. İki yıl süren dava sonucunda devlet fabrikanın bütün zararının halk tarafından ödenmesine karar vererek halktan 1'er kuruş almış ve fabrikanın zararı karşılanmış.
Otobüs ile devam ettiğimiz yolculukta Hünkâr Köşkü'ne doğru çıkan İpekçilik caddesinden geçerken zamanında bu caddenin Bursa'nın  müslim ya da gayrı müslim zenginlerinin oturduğu bir cadde olduğunu, burada çok sayıda kozaklık bulunduğunu, Osmanlı'daki ilk ipekçilik eğitim merkezi olan Bursa İpekböceği Enstitüsü'nün ('İpekçilik Mektebi' veya 'Tohum Mektebi' veya 'Böcekhane' de denmektedir.) de bu cadde üzerinde kurulduğunu söyledi.

Temenyeri'ne kadar çıkıp, oradan sola dönüp, Alev Alatlı Şehir Düşünce ve Sanat Merkezi önünden geçerek (buraya döneceğiz) Tofaş Bursa Anadolu Arabaları Müzesi'nin bulunduğu alana geldik. Ziyaret edeceğimiz ilk müze Umurbey İpek Üretim ve Tasarım Merkezi: Umurbey Müzesi. (Nam-ı diğer; Bursa'da Fransız konsolosluğu yapan Gregor Bay'ın ailesinin ipek fabrikası Umurbey Bay Biraderler Fabrikası1927 yılında Sait Ete tarafından satın alınan ve 1973'e kadar çalışan Ete Mensucat Boyahanesi)
Agâh Enes burada bizlere fabrikada o dönemde 60 mancınık çalıştığını, sabah altıdan akşam altıya kadar on iki saat çalışan işçileri, işçilerin genelde (günlük üç-dört ekmek parası karşılığı) çeyiz parası biriktiren ve en büyüğü on beş-on altı yaşlarında olan kızlar olduğunu, Osmanlı'da 1908'e kadar hiç grev yaşanmayışını, ilk grevin 1910'daki ipek işçisi kadınlar tarafından yapıldığını, önceleri fırınlanmış koza olmadığından yaş koza hasadı yapılışını, işçilerin fabrikada üç ay çalışıp üç ay işsiz kalışlarını, fabrikatörlerin nakit döndüremeyişini ve fabrikaların batışını ipek fabrikalarının hazin hikâyeleri olarak anlatıyor.

Bursa'nın Ekonomik Tarihi / Ergun Kâğıtçıbaşı  Enis Yaşar
Yazının burasına kısa bir bilgi notu eklemek isterim. Ergun Kâğıtçıbaşı ve Enis Yaşar'ın birlikte hazırladıkları "Bursa'nın Ekonomik Tarihi" kitap serisi sayfaları arasında Bursa'nın ipek tarihini de bulabilirsiniz. ("Bursa'nın Ekonomik Tarihi 1326-1900", "Bursa'nın Ekonomik Tarihi 1900-1960", "Bursa'nın Ekonomi Tarihi 1960-2014")

Bursa'nın Ekonomi Tarihi 1900-1960
Bursa'nın Ekonomi Tarihi 1900-1960
Umurbey Müzesi yetkilisi de kozadan modaya ipeğin yolculuğunu anlatırken; sadece dut yaprağı ile beslenen yaklaşık 26 günlük bir tırtılın 36 saat durmaksızın sonsuzluk işareti halinde kendi etrafında dönerek kendi tükürüğü ile kozasını ördüğünü, (ipek böceği üretilmeyip sadece iplik alınacaksa) ipek böceğinin kozayı delip çıkmaması için kozaların kurutulduğunubir kozadan yaklaşık bin beş yüz metre (1,5 km) iplik çıktığını anlatıyor. 
Liflerin Kraliçesi İpek
O bunları anlatırken ortalama 6 haftalık ömründe 132 saate yakın bir uyku dönemi geçirip 5 kez deri değiştiren, beşinci hafta sonunda kozasını örebilecek hale gelen, kozasını örerken 130 bin kez dönerek dünyanın en sağlam, en zarif ve en güzel ipliğini üreten canlının önünde ceket ilikliyoruz. 
Müze görevlisi anlatmaya devam ediyor ve Uludağ'ın endemik bitkisi olan kamçıbaşı süpürgesi ile kamçı çalarak sıcak suyun içindeki kozadan kozayı delmeden iplik ucu çıkarılmasını, iplikler düzgün hale gelinceye kadar sağılışı, sonrasında ipliklerin makineye takılışını ve tepme mancınık ile sarılışını gösteriyor. Tepme mancınıktaki ipliklere dokunduğumuzda iplikler ıslak olduğunu görüyoruz. Bu ıslak iplikler de köz altına konularak 
kurutuluyormuş. 
Bu ipliklerin bir de dokunuşunu görelim istedik. Müzede bulunan dokuma tezgâhlarından birinin başında oturan kadın görevli bizlere; yıkanmış, boyanmış ve çözgüsü hazırlanmış ipliklerin ayak pedalları ile çalıştırılan tezgâhta dokunuşunu izletti.
Müze alanındaki ipek halılar ise ince işçilikleri ile hayranlık vericiydi
Çin'in İpek Efsanesi
Konfüçyüs'ün 'des'inde bahsedilen bir efsaneye göre, yaklaşık M.Ö. 2700 yılında, İmparator Huang-Ti'nin karısı Prenses Si-Ling-Chi, çay fincanına bir ipek böceği kozası düştüğünü fark ettiğinde bir dut ağacının gölgesinde oturuyormuş ve on dört yaşındaki nedimesini çağırmış ve  incecik iplikçiğin ucunu eline verip yürümesini söylemiş. Hizmetkâr prensesin dairesinden çıkmış, avluyu geçmiş, saray kapılarını aşıp kendini Yasak Şehrin dışında bulmuş ve koza tamamen çözülene kadar yarım mil kadar daha kırlarda yürümüş. İmparatoriçe, kozadan çıkan uzun iplik ve dokunduğunda ortaya çıkan küçük güzel kumaş parçasından o kadar büyülenmiş ki kocasından kendisine bir dut ağacı bahçesi vermesini istemiş. Hanımlarını ipek böcekleri toplamaya ve yetiştirmeye teşvik etmiş. Hikâyeye göre ipekçilik sanatının bu küçük kaza ile başladığı ifade edilir. Prenses Si Ling-chi ipeği keşfettikten sonra Çin ulusu üç bin yüz doksan yıl boyunca bunu bir sır olarak saklar. (Devamını okumak isterseniz: İpeğin Tarihçesi )
İpek böceğinin Çin'den Bursa'ya, M.S. 552 yılında Bizans Kralı Jüstinyen döneminde geldiği anlatılıyor. Bursa'nın iklimi, dut ağaçlarının bereketi ve Uludağ'ın saf suyu ipekçiliğin Bursa'da gelişmesindeki en önemli etkenlerden biri.

Bizans’ın Bursa’sından Osmanlı’nın Bursa’sına
Aylin Yılmazipek, "Yakın Tarihimiz Üzerine Bir Yazı" başlığı ile kaleme aldığı yazında ipeğin Bursa'ya gelişini şöyle anlatır: 
"Bizans’ın Bursa’sından Osmanlı’nın Bursa’sına ipekçilik her daim şehrin en önemli iştigal sahasıdır. 1530’da Bursa’da toplanan vergilerin yüzde 40’ının şehirdeki ipeğin doğrudan tartılmasından kaynaklandığını söylersem, belki ipek ticaretinin boyutunu daha iyi kavrarız. Fakat 1600’lü yılların başlarına dek şehirde yaygın koza yetiştiriciliği yapılmaz. O yıllara dek ham ipek İran’dan çilelerle ithal edilir, hatta Bursa, İran ham ipeğinin tamamını depolar; İran’ın en büyük antreposu Bursa olur. Ancak 1518 ve devamında 1586’daki Osmanlı-Safevi savaşları sırasında ithalat sekteye uğrar; Osmanlı İran ipeğine ambargo koyar. Hammadde sıkıntısı sebebiyle iflaslar yaşayan Bursalı dokumacılar, bundan böyle kendi tedbirlerini alırlar ve 17. yy başlarından itibaren ipekböceği mümbit Bursa Ovası’nda, ipeğin zamanını örmeye başlar." 
                                 
Cumhuriyet döneminde Bursa, ipekböcekçiliği ve İran...
Çobanbey Türbesi 
Tarih içinde biraz dolandıktan sonra gezimize geri dönelim. Umurbey Müzesi'nin ardından Tofaş Bursa Anadolu Müzesi'ne doğru yürürken Agâh Enes bizlere yolumuzun üzerindeki Çobanbey Türbesi'nin tarihini ve o dönemde Çobanbey Vakfı'nın türbenin üç dönümlük bahçesindeki dut ağacı yapraklarını satarak türbenin bakımını ve çalışmasını sağladığını anlatıyor. 
Çobanbey Türbesi 
(Mardin gezimde ziyaret ettiğim Deyrülzafaran Manastırı bahçesinin 350 dönümünde "Zeytin Gen Bahçesi Projesi" ile geni korunarak zeytin üretimi yapıldığını hatırladım.)
Arazi Hakkı
Umurbey'deki tek müslüman arazi Çobanbey Türbesi'ne ait imiş. Bu civar Emeni Kilisesi Vakfı'nın imiş. İpek fabrikalarının buraya kurulmasının altında "arazi hakkı"nın büyük önemi var. Çünkü o dönemde Müslüman arazisine bir gayrı müslimin fabrika yapması hoş karşılanan bir şey değil. (Yazının başında müslüman mezarlığının üst tarafına yapılan bir fabrikanın yakıldığını anlatmıştık.) O yüzden Ermeniler ve Fransızlar  fabrikalarını gayrı müslimlerin arazileri üzerine kuruyorlar. 

İlk Özel İşletme Köleyan
2002 yılında Tofaş Bursa Anadolu Arabaları Müzesi ve Tofaş Bilgi Parkı olarak düzenlenen alandayız. Park girişinde bizi muhteşem bir dut ağacı karşılıyor. Dut zamanı dikkat edin, olgun dutlar üzerinize düşmesin. Çünkü kendisi kara duttur, leke yapar, çıkmaz...
Burası 1860 yılında Ermeni Köleyan kardeşler tarafından kurulan ve buharla çalışan (fabrika alanında bacasını görebilirsiniz) ilk üç ipek fabrikasından biri ve İpeker ailesinin çalıştırdığı dönemde faaliyet yürüten ilk özel entegre dokuma işletmesi. Köleyan fabrikasında 3-4 tane filatür tesisi, 5-6 tane kozaklık, 60 mancınık, her mancınık başında da iki işçi varmış. Ayrıca evleri de "Beraber üretip beraber çalışıyoruz" mantığı ile bu alanda imiş.
Fabrika 1920 yılında İpekçilik Enstitüsü mezunu Dağıstanlı Mehmet İpeker tarafından satın alınmış. 1979 yılında faaliyetine son vermiş. 1998 yılına kadar atıl kalmış. Mülkiyeti 1998 yılında Bursa Büyükşehir Belediyesi'ne geçmiş ve aynı yıl yap-işlet-devret modeli ile Koç Grubu'na tahsis edilmiş.
(İpeker ailesi iş hayatına 1800’lerin sonunda Gaffarzâdeler olarak, ipek koza üretimi ve ticareti ile katılmış. 1940-1950 yılları arasında İsviçreli Buser Makine tarafından dünyanın ilk tam otomatik baskı tekniği İpeker’de kurulmuş. 2017 yılında İpeker dünyadaki Vegan Sertifikası alan ilk kumaş üreticisi olmuş. Avrupa Vegan Birliği İpeker’in 146 farklı kumaşının Avrupa Vejeteryan Birliğinin yönergelerine uyduğunu ve Vegan V-Label katagorisinde olduğunu onaylamış.)
Fabrika alanında şırıl şırıl akan bir ayazma var. Beyi artık ortada olmasa da hamam suyunu ısıtan külhan yerinde duruyor. Dokuma ünitesi Anadolu Arabaları Müzesi, fabrika alanı Tofaş Bilgi Parkı, müştemilat Fayton Kafe, Umurbey Hamamı sergi salonu olmuş, ziyaret edilmeyi bekliyor.
Burası şehrin içinde adeta bir vaha. Yaz günleri serin ve her dem yeşil...

Osman Fevzi Bey Fabrikası
Otobüsümüzle kısa bir yolculuktan sonra Eşrefiler Caddesi üzerinde bulunan, aslında cadde araziyi ikiye bölmüş, Osman Fevzi Bey Fabrikası binalarından kozaklık olduğu düşünülen, şimdilerde Alev Alatlı Şehir Düşünce ve Sanat Merkezi olarak hizmet veren dört katlı binanın önündeyiz. 
Agah Enes, Osman Fevzi Bey ailesinin günümüze uzanan kollarını (Odmanlar, Gökçenler) ve fabrikanın Osmanlı döneminde Müslüman-Türk işadamları arasındaki ilk filatür (ipeğin çekildiği yer) tesisi olduğunu anlatıyor. Osman Fevzi Bey'in bir diğer fabrikası da Cumhuriyet Caddesi üzerindeki Hamdi Sami Gökçen iş hanının olduğu yerde imiş.
Yolun üst tarafında kalan ve Osman Fevzi Bey köşkünün içinde bulunduğu bahçenin giriş kapısı üzerinde "Eşrefiler Kız Yetiştirme Yurdu" yazıyor. Köşk yıkılmış. Osman Fevzi Bey Köşkü'nün, Yıldırım Belediyesi, İller Bankası ve Çevre Bakanlığı projesi olarak 2 Eylül 2026'da yeniden hayata döneceğinin levhası bahçe duvarlarında yerini almış. Bekleyelim görelim...
Bir ara bu alana yaşlı bakımevi yapılmak istenmiş ancak bahçedeki kıymetli ağaçlar kesileceği gerekçesiyle bu girişim mahalleli tarafından engellenmiş. (Buraya yapılması planlanan Hasan Öztimur Huzurevi Yaşlı Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi, Uludağ Üniversitesi bahçesine yapılmış)
Alev Alatlı Şehir Düşünce ve Sanat Merkezi'ni dolaşıp kahvelerimizi içtikten sonra yola revan olarak Muradiye'ye, Kaplıca Caddesi üzerindeki Romangalle İpek Fabrikası'na geliyoruz. 
Romangal'dan Yılmazipek'e
Bugünkü son durağımız eski Memleket Hastanesi'nden Muradiye'ye inerken solumuzda kalan, devasa duvarlar arkasında saklanmış, dışarıdan dahi çok büyük bir alana yayılmış olduğunu anladığımız Romangal İpek Fabrikası. 
Kuşbakışı Romangal İpek Fabrikası
Romangal ailesi tarafından Silkor adıyla işletilen fabrika, İpek fabrikasının yakınındaki Taşçıoğlu Fabrikası'nı işleten Faik Yılmazipek (Kolsuz Faik) tarafından Mösyö Marcel Romangal'dan 1940 yılında alınmış. Faik Bey'den sonra fabrikayı Fertur A.Ş. adıyla oğulları çalıştırmış. 1979 yılında 400 ila 500 arasında işçi kapasite ile çalışan fabrikanın 1987'de mancınıkhane ünitesi, 1992'de de fabrikanın tamamı kapatılmış.
10 bin metrekareye yayılan ve 25'ten fazla binanın bulunduğu fabrika, Osmangazi Belediyesi tarafından Kasım 2024'te kamulaştırılmış. Ocak 2025'te gerçekleşen çalıştayda fabrikaya yeni işlevler kazandırma konusunda öneriler oluşturulmuş. 
O günden bugüne de projelendirmeler yapılmış.
Bir büyülü dünyaya, kapıları gezimize özel açılan Romangal fabrikasından içeriye giriyoruz. Kapının hemen sağında Romangal ailesinin yaşadığı iki buçuk katlı ev, avlu, büyük bir baca, etrafa yayılmış kimisi yıkık kimisi ayakta fabrika binaları, yemekhane, birimler arası taşımacılık için kullanılan vagon rayları, tezgâhlar, vitrin mankenleri, kamçı başları, "Arslan Çamaşır İpeği" damgalı kutular...
Evin girişinde çocukluğumdan  aşina yer karoları, güvenlik nedeniyle çıkamadığımız ahşap trabzanlı ahşap merdivenler, yıkılmış bir mutfak, camları kırık bölmeler, mermer bir küvet. Hepsi bana o eski "ev" hissini yaşattı.
İçimi bir hüzün kapladı. Sanki hiç yaşamamışlar ya da belki hiç ölmemişler gibiydiler... Sanki Bayan Romangal tertemiz mutfağından çıkıp hepimize kahve ve kurabiye ikram edecekti. Sanki Mösyö Romangal fabrikayı gezdirip gelişmeleri gururla anlatacaktı... 
Zamanlar iç içe geçmişti. Daha doğrusu, iki kapılı bu handan kimler gelmişti, kimler geçmişti...

Tarih ve Tekerrür
Yıllar içinde sağlıklı ve yanmaz Bursa ipeğinin yerini terleten ve kolay yanabilen naylon dokuma almış, binalar gibi, gıdalar gibi tekstilin de malzemesi değişmişti. Hatta öyle ki, son dönemlerde yaşanan ekonomik kriz sebebiyle tekstilin kendisi yurt dışına kaçar oldu.
Nereden nereye değil mi?
Bursa'nın kalbinin attığı yerlerden biri olan bu fabrikanın hemen yanında, 1852 yılında devlet eli ile kurulan ilk ipekçilik fabrikası olan Fabrika-i Hümayûn var. Bir ara Faruk Saraç Meslek Okulu olarak hizmet veren bina şimdilerde, İstanbul Sağlık ve Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu. Romangal Fabrikası da hayata dönünce ikisi yan yana Bursa'nın çehresine güzellik katacaktır...

Kaplıca Caddesi'nden aşağıya yürüyerek ve adım başı fotoğraf çekerek, adını Cilimboz deresinden alan Cilimboz Lokantası'na vardık.
Günü, 2. Murat Caddesi üzerinde yer alan bu lokantada yediğimiz nefis yemeklerle tamamladık. 

Tabii ki Bursa'nın ipek fabrikaları bu kadar değildi. Tabii ki hem gezilecek hem de anlatılacak daha çok şey vardı. 
Doğrusu ya; ne kadar gezsek, ne kadar görsek, ne kadar öğrensek azdı...

Bu anlamlı gezi için Mimarlar Odası Bursa Şubesi'ne ve genç yaşında kendisini büyüklerin çoğunun sahip olmadığı bilgilerle donatmış, geçmişi geleceğe genç bakış ve teknoloji ile taşıyacak işlere imza atan, doğru bilinen yanlışları azimle düzeltmeye çalışan, ilerleyen yıllarda kendisini çok daha hâkim alanlarda göreceğimiz Agâh Enes Yasa'ya çok teşekkürler...

Bursa'da Yaşam / İpek ve Koza
Olay Gazetesi'nin "Bursa'da Yaşam" dergisinin Aralık 2013 sayısı "İpek ve Koza"ya ayrılmış. Kozadan ipeğe giden yolculuk Halil İnalcık başta olmak üzere 51 yazarın yazısı ile anlatılmış. 
Bursa ve İpekböceği, Bursa İpekçiliğinde Gayrımüslimler, Bursa'nın İpek Kraliçesi Leman Sadullah, Yapraktan Atlas'a, Nâzım'ın Dokumacılığı, İpek Makinesinin Hazin Sonu, İpek Şehri Bursa'da Çarşının Oluşumu, Metaxi/Girit Dilinde İpek, Bursa'nın İpek İşçileri, Olgunlaşma Enstitüsü, Türk İşi Filatür Fabrikası yazı başlıklarından bazıları.
15 Ekim 2025 / C.E.Y.

Kaynaklar: 
Bursa'nın Ekonomik Tarihi kitapları 
Bursa'da Yaşam / İpek ve Koza 

Günün fotoğraf ve videoları için tıklayınız: 
Bursa İpek Fabrikaları / 8 Ekim 2025