Netflix'te gösterime giren "How to Become a Tyrant / Nasıl Tiran Olunur?" mini dizisi, "The Dictator's Handbook / Diktatörün El Kitabı" kitabına dayanıyor. Dizide zorbalığa, yani tiranlığa giden yol, gerçek görüntüler ve animasyonlar harmanlanarak anlatılıyor. Yaklaşık yarımşar saatlik bölümlerde, bir liderin nasıl doğduğu, nasıl diktatöre dönüştüğü ve kendi sonunu nasıl hazırladığı gözlerimizin önüne seriliyor.
Diktatörün El Kitabı'nın genel başlıkları belli.
"Gücü ele geçir", "Rakiplerini Bastır", "Korku Rejimi Kur", "Gerçekleri Manipüle Et", "Yeni Bir Toplum Oluştur", "Sonsuza Kadar Hüküm Sür".
Kitaptaki taktikleri harfiyen uygulayan Adolf Hitler, Saddam Hüseyin, İdi Amin, Josef Stalin, Muammer Kaddafi ve Kim İl Sung'un hikâyeye nasıl başladıklarını ve nasıl birer tirana dönüştüklerini izliyoruz dizide.
Genel başlıkları uygulayarak gücü ele geçiren bu isimlerden sadece ama sadece birisi hâlâ daha gücü elinde tutuyor. O da "Sonsuza Kadar Hüküm Sür" diyen Kim İl Sung.
1994 yılında ölen Kim İl Sung'un ardından önce oğlu Kim Jong-il, Kim Jong-İl'in 2011 yılında ölümünden bu yana da torunu Kim Jong Un Kuzey Kore'yi yönetiyor.
1971'den 1979'a kadar ülkesi Uganda'yı kasıp kavuran ve 1978'de başlayan gerilla saldırıları sonucunda 1979 yılında Suudi Arabistan'a kaçarak ömrünü orada tamamlayan İdi Amin dışında, diğerlerinin sonu ya intihar ya da idam oluyor.
Yakın tarihteki diğer tek adamlara bakarsak;
Uyuşturucu kaçakçılığı, haraç toplama ve kara para aklama suçlarından yargılanıp mahkum olan Panama Devrik Başkanı Manuel Noriega, İspanya'yı otuz altı yıl boyu katı bir şekilde merkezden yöneten Francisco Franco, İtalya'yı bir polis devleti haline getiren Benito Mussolini, Portekiz Cumhuriyeti'nin "de facto" yöneticisi António de Oliveira Salazar, 1965-1989 arasında Romanya Devlet Başkanlığı yapan Nikolay Çavuşesku, taraftarlarına göre büyük bir devrimci ve önder olan Mao Zedong, kurduğu otoriter rejim, yolsuzluklar ve baskı uygulamaları nedeniyle büyük tepki uyandıran Filipinler Devlet Başkanı Ferdinand Marcos, 1973 yılından 1990 yılına kadar Şili'yi dikta rejimi ile yöneten general Augusto Pinochet, ABD'nin Küba'yı içki, kumar ve fuhuş merkezi yapmasına göz yuman, 1958 sonbaharında Fidel Castro öncülüğündeki devrimci güçlerin başlattığı saldırıya yenik düşerek devrilen Fulgencio Batista ilk aklımıza gelenler oluyor.
Saydığım isimlerden bazıları Birinci Dünya Savaşı'nda krallıkların birbiri ardına devrilişinin ardından birer ulus devletine dönüşen ülke halklarının henüz kendi kendilerini idare etmeyi öğrenemedikleri zamanların liderleri.
Lakin geçiş evresinin "alkışlarla başa gelen" bu kahramanları, zaman içinde devirdikleri krallara benzemiş, elde edip tadını aldıkları gücü kaybetmemek adına (devirdikleri krallar gibi) gittikçe daha zalim olmuşlardı.
Satın aldıkları sadakatin bedelini ödemekten kaçınıp, artık paylaşmak istemedikleri an, ömürlerinin kısalmaya başladığı andı.
Bu "tek adam"lardan bazıları ya kaçtı canını kurtardı, ya idam edildi, ya kurdukları baskıcı rejim içinde ömrünü tamamladı.
(Mussolini, İdi Amin, Franco ve Noriega'nın anlatıldığı belgesel kanalına buradan ulaşabilirsiniz.)
Onlar, mutlak düzen ve mutlak itaat ile yol almayı seçmişlerdi. Halk için başa gelip kendileri için çalışmaya evrilmişlerdi.
Belki ütopyayı arıyorlardı.
Lakin yolları distopyaya çıktı.
Ve hiçbirisi kendisinden öncekinin akıbetinden ders almadı.
Sen de mi Sezar?
M.Ö. Ekim 49 - M.Ö. 15 Mart 44 arasında hüküm süren, Roma Cumhuriyeti'nin Roma İmparatorluğu'na dönüşmesinde kritik bir rol oynayan, Senato tarafından "ömür boyu diktatör" anlamına gelen "Dictator Perpetuus" olarak adlandırılan, sonra da Senato'nun ortasında sırtından hançerlenen Jül Sezar ise Milat öncesine tarihlenir.
Suikastın ardından başlayan iç savaş, Sezar'ın vârisi Gaius Octavianus'un Roma dünyası üzerinde baskın bir otokratik güç haline gelmesine yol açar. Sezar suikastten iki yıl sonra, M.Ö. 42 yılında Senato tarafından resmen kutsanarak Roma tanrılarından biri ilan edilir.
Böyledir bu işler...
Böyledir bu işler, bir bakmışsınız alkışlanıyorsunuz, bir bakmışsınız alkışlanan eller tarafından boğazlanıyorsunuz.
Bir bakmışsınız adınız dört bir yana yazılıyor, bir bakmışsınız adınız dört bir yandan kazınıyor.
Devir değişir, toplum değişir, anlayış değişir, politikalar değişir; eğer bir lider değişime direnirse yolun dışına itiliverir.
Çivi Gibi!
Dükkan sahibi arkadaşına, "Bir çırak aldım, çivi gibi" der.
"Aa, ne güzel" der arkadaşı.
"Öyle ama," der dükkan sahibi, "kafasına vurmadan çalışmıyor!"
Uygun Adım Marş!
Gelişmesine izin verilmeyen, düşünmeyi öğrenmesi yasaklanan halklar da kafasına vurmadan çalışmayan çırağa benzer.
Oysaki düşünen, öğrenen, gelişen bir çırak, deyim anlamıyla "çivi" gibidir. Kendisini de, ülkesini de, insanlığı da adım adım ileriye taşır.
Tabii ki bazı patronlar böyle bir "çivi"dense, kafasına vurularak çalışan "çivi"yi tercih ederler. Olur da beni geçerse, olur da dükkanımı elimden alırsa, olur da beni "çırak" çıkarırsa derler.
Ben olduğum yerde sayayım, o da benden geride saysın derler.
Ama "değişim" yerinde saymaz.
Uygun adım marş gelir ve ezer geçer...
"Herkes zorba olabilir!"
Okuduklarınıza, izlediklerinize bakıp da diktatörleri kınamayın. Onları yaratan şartlar ve insanlardı.
"Nasıl Tiran Olunur?" dizisinin bir yerinde anlatıcı Peter Dinklage, "Herkes zorba olabilir!" der.
"Yok canım!" demeyin.
Zamanlar geçer, şartlar öyle bir hâl alır ki, bir bakarsınız kınadığınız zorbadan daha zorba olmuşsunuz.
Hani Viva Zapata'daki gibi, hani Kuyruktakiler'deki gibi, hani tarihte yer alan pek çok diktatör gibi.
Onlar da hikâyenin başında, sonundaki kişi değildiler.
Güç ile imtihan
Güç ile imtihan; gücünü kendi özünden alanların geçtiği, sahip olduğu dünyevi metalar ile kendini üstün kişi zanneden kibirlilerin kaldığı bir imtihandır.
Geçenlerin cenneti, geçemeyenlerin cehennemi yaşadığı Sırat Köprüsü'dür.
Bir de açlık ile imtihan vardır ki, orada en derinlerdeki hayvan ortaya çıkar ve hayatta kalmak için her şeyi "yer".
O artık ne zorbadır, ne diktatör, ne de kahraman.
O sadece "aç"tır...
Karnı aç olan midesi aldığı kadarını yiyince doyar da, gözü aç olan dünyayı yese doymaz.
Bu zulüm, bu kıtlık, bu vahşet, bu adaletsizlik, bu zorbalık, bu diktatorya işte hep o açgözlülükten...
Bir rivayete göre, esir düştüğü Partlar, Marcus Crassuss'un boğazından erimiş altın akıtırlar belki artık doyar diye.
Biz de "Gözünü toprak doyursun!" deriz. Aç gözlü bir insanın açlığı ancak öldükten sonra sona erer, biliriz.
Gözünü Toprak Doyursun
Halinden yoksul olduğu anlaşılan bir adam, deniz kenarında oltayla balık tutuyordu. Tesadüfen oradan geçmekte olan ülkenin padişahı bu gariban adamla ilgilendi ve ona, "Oltana, ben buradayken ilk takılan şey ne olursa, sana onun ağırlığınca altın vereceğim" dedi.
Biraz sonra oltaya takıla takıla ortası delik bir kemik takıldı. Hükümdar, "Ne yapalım, şansın bu kadar" diyerek balıkçıyı alıp sarayına götürdü. Adamlarına kemiğin ağırlığınca altın vermelerini emretti. Kemiği terazinin kefesine koydular; öbür kefesine de altın koymaya başladılar. Beş, on, yirmi, elli diyerek altınları istiflediler ama kemik yerinden oynamıyordu. Görünüşte kemik dört beş altını zor tartardı fakat tahminlerin on misli üzerindeki altın dahi kemiği yerinden oynatmaya yetmemişti. Bunda bir sır olduğunu anladılar.
Bir bilge adam çağırıp bu sırrın ne olduğunu sordular. Adam kemiği eline alıp şöyle bir baktıktan sonra açıkladı:
- Bu kemik açgözlü bir insanın göz çukurudur. Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine yerinden oynamaz. Çünkü doymaz. Ama bir avuç toprak bunu doyurur.
Nitekim bir avuç toprak alıp terazinin kefesine koydu ve kemik yukarı kalkıverdi.
****
İnsanlar kendilerini bu kadar yormasalar, Zorba'yı yazan Nikos Kazancakis'in mezar taşındaki "Hiçbir şey ummuyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum; özgürüm!" dediği gibi korkularından ve hırslarından arınıp kendilerini özgürleştirebilseler keşke.
Kendi yarattıkları hapishanelerde korkular içinde yaşamasalar.
Hayat kaçıyor, yazık...
Zorba filminde Anthony Quinn |
14 Temmuz 2021 / C.E.Y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder